Denilen yere geldi ama kimse yoktu. Sabit dursa
donacağını biliyordu. Durduğu yerde zıplıyor, bir iki adım öne bir iki adım
arkaya gidip geliyordu. Bir ses duydu.
“Beklettim. Kusura bakma. Hemen gidelim. Ben yürüyorum
sen beni takip et ama biraz geriden gel. Ne olur ne olmaz.”
“Tamam. Çabuk ol çok üşüdüm.”
Çenesi titriyor, sesi zor çıkıyordu…
Bir müddet yürüdüler.
Küçük kulübe gibi bir yere gelince, Hüseyin efendi,
kulübenin kapısını vurdu. Kapı açıldı. İçeri girdi. Biraz sonra Ali Süavi’de
kapıya yaklaşmıştı. Kapı açıldı. Hüseyin açmıştı.
Köylü kıyafetli bir adamla karısı oradaydılar.
Küçük yer, küçük bir evin içi gibi döşeliydi…
Ali Süavi onlara başı ile selam verdi. Ev çok küçüktü.
Şaşırmıştı.
“Hüseyin Efendi bu kadar küçük yerin neresinde kaç
kişi…”
Hüseyin başı ile yerdeki kilimi gösterdi, sonra kilimi
kaldırdı. Altından çıkan kapağı da tutulacak yerinden kaldırdı.
Ali Süavi’ye kararlı olarak emir verir gibi konuştu.
“Haydi, in aşağı.”
Ali Süavi aşağıya inen merdivenlerden indi…
Hüseyin’de arkasından geliyordu. Merdivenlerden
karanlık dar bir yere indiler.
Ali Süavi
Hüseyin Efendiyi bekledi. O aşağı inince yukarı kapak kapatıldı. Tamamen
karanlıkta kaldılar.
“Kardeşim çok karanlık hangi tarafa gidilecek?”
Hüseyin kibrit çaktı.
“Beni takip et Hekim Bey.”
Hüseyin Efendi önden, Ali Süavi arkadan yavaşça
yürümeye başladılar. Ağır ilerliyorlardı. Kibrit kısa sürede sönüyor, Hüseyin
Efendi yenisini yakıyordu. Bir süre daha gittiler.
Karşılarına bir kapı çıktı. Kapıyı Hüseyin Efendi
açtı. İçeri gaz lambaları ile aydınlıktı. Ve kalabalıktı.
Ali Süavi ne olduğunu ilk anda anlayamadı. Şaşırmıştı.
Gözlerine inanamıyor bu kadar kalabalığı beklemediği için şaşkınlıktan etrafına
bakınırken burada yeni olduğunu her hali ile belli ediyordu.
“İnanamıyorum! Ne kadar kalabalık!”
Burada bir sürü
insan vardı. Hüseyin herkese selam verdikten sonra Ali Süavi’yi tanıttı.
“Arkadaşlar, Muallim Ali Süavi Efendi…”
Başlar ona çevrildiğinde heyecanlanmıştı. Kendine
bakıp selam verenlere o da başı ile selam veriyordu. Kalabalığın arasında karşı
tarafta oturan Haydar beyi gördü. Omzunda sargıyla oturuyordu ama iyi
görünüyordu.
Ali Süavi’ye başı ile selam verdi ve hafifçe
gülümsedi.
Ali Süavi Tekrar içeriye bir göz attı.
İçeride; Hüsrev gardiyan Şehmus, lokantacı İbo ve
hancı Veysi de vardı. Başıyla onlara da selam verdi.
Hüseyin ve Ali Süavi Haydar Beyin yanına gittiler.
Haydar bey ayağa kalktı ve elini uzattı.
“Ali Süavi Efendi güzel şeyler yapmışsınız, ellerinize
sağlık.”
“Sağ olun.”
Ali Süavi ve Hüseyin yanında durdular.
“Arkadaşlar bu gün ekseri çoğunluk sağlanmıştır.
İçinde bulunduğumuz durum bilginiz dâhilindedir. Mondros Ateşkes Antlaşması
sonucunda Anadolu ve Trakya işgale açık duruma geldi. Malumunuzdur ki; Mondros
Ateşkes anlaşması ile hükümetleri galip devletlere bizim vatanımızı ikram
etmeye başlamışlardır. Ülke elden gidiyor ama saltanat; İşgalcilere ses
çıkarmamıştır. Çekingen ve ürkek davranmıştır. Hiçbir tedbir ya da önlem
almamıştır. Saltanatını sürdürerek ileriye ait hayal umutları ile halifeliğin
ve hanedanlığın selameti için bekliyor. Oysa bu anlaşmalar çok ağır maddeler
getirmiştir. Biliyorsunuz şu anda işgaller başlamış durumdadır.”
Sözlerinin anlaşıldığından emin olmak için bir süre
durup etrafını inceledi.
“Osmanlı devletinin
organlarının işgalcilerin eline geçmiş olmasından kaynaklanan idare boşlukları
vardır. Fransa ile İngiltere 9 Mayıs 1916’da ikili bir antlaşma yaptı. Buna
göre; Antep, Maraş, Urfa el değiştirerek Fransa’ya geçti. Fransızlar buraya
Suriye ve Mısır’dan getirdikleri Ermenileri teşkilatlandırıyorlar. Bunlar büyük
oyunlar içindeler. Arkadaşlar durum gittikçe vahametini artırmaktadır. Bu geceki konuşmalar çok
önemlidir. Herkesin can kulağı ile dinlemesini istiyorum. Yakın bir tarihte ben
buradaki yerimi Ali Süavi Beye bırakacağım. Bir iki toplantı sonrası sizleri o
komuta edecektir. Eşref efendi, benimle konuştuklarınızı arkadaşlarımıza da
anlatır mısın?”
“Aldığımız yeni habere göre; Paris’te yapılan ve
Suriye itilaf namesi olarak da bilinen Suriye ve Kilikya’da işgal
değiştirilmesine ilişkin İngiliz-Fransız anlaşmasına göre;
Urfa ve çevresi Fransızlara devir edildiğini Haydar
Bey anlattı. Bizler İngilizlerle nasıl baş edeceğimizi planlamış, onların
yerlerini, durumlarını çözmüş tam bir şeyler yapmak isterken, buradan
gideceklerini ve Fransızların geleceğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu da demektir
ki şimdiye kadar İngiliz’ler için yaptığımız çalışmalar boşa gitmiştir.
Fransızlarla ilgili çalışmalarımızın doğrultusu bir dahaki toplantıda
olacaktır.”
Haydar bey söze devam etti.
”İşgalciler, yani İngilizler hepinizin de bildiği gibi
bölgemizde bir sürü rahatsızlıkları yaratmışlardır. Ciddi bir Ermeni sorununu
onlar başlatmıştır. Yüz yıllardır bir arada kardeş olarak yaşadığımız
Ermenileri dışarıdan destek ve teşvik ederek bize karşı kışkırtmışlardır. Şimdi
buna Fransızlarda yeni Ermeni olaylarını hazırlayarak gelmeleri ile ortalığın
bir hayli karışmasını sağlayacaklardır.”
“Evet.”
Sesleri etrafta duyulduktan sonra… Eşref efendi
konuşmaya başladı;
“Biliyorsunuz. Mustafa Kemal, Ulukışla’ya geldi. İlk
Kuvayi-Milliye hareketini burada örgütledi… İlçenin konumu itibari ile
işgalcilerin asıl amaçlarının Toroslardan geçip, İtalyanlarla Konya ovasında
birleşerek tüm Anadolu’yu işgal etmek olduğunu anladığı için zaten burada
örgütledi…”
Haydar bey tekrar söz aldı.
“Efendiler, içimizde birkaç arkadaşımız İngilizceyi
konuşmaktaydı. Ama Fransızca bilenimiz yoktu. Bu bizim için büyük sıkıntı
olacaktı. Allah’a ham dolsun Ali Süavi Bey Fransızcayı iyi konuşmaktadır.”
İçlerinden biri birazda yüksek sesle konuştu.
“Fransızcayı nasıl öğrenmiş?”
Ali Süavi sesin geldiği tarafa baktı.
“Paşa dedem sağken beni Fransız mektebine göndermişti.”
Bir kadın sesi erkeklerin sesini bastırdı.
“Fransız mektebinde okuduktan sonra, neden muallim
oldunuz ki! İstanbul da ne görevle bulunuyordunuz?”
Ali Süavi sesin geldiği tarafa baktığında Zehra hocayı
gördü.
Kadın yine dimdik, vakur ve sert bir ifade ile
cevabını bekliyordu.
“Muallim olmak istedim. Ve oldum. Bunun cevabı budur.”
Haydar Bey’e konuşmasına devam etti.
“Biliyorsunuz… İngilizler aşiretlerle yakın olma
çabasındalar. Aşiretler de onlardan gelen bazı teklifleri hoş görmüşlerdir.
Benim ve benim yanımda birkaç kişinin görevi de bu aşiretleri dolaşmak
gerçekleri anlatmaktır. Sizlerle onun içinde uzun zamandır bir araya
gelememiştik. Daha önceki görevlerinizin devamı şimdide geçerlidir. Bu geceki
toplantı uzun sürmeyecek… En büyük amaç; Muallim Ali Süavi beyi sizlere
tanıtmak ve bir iki toplantıdan sonra benim yerime geçeceğini de sizlere
bildirmekti. Geceniz ve yarınlarınız hayırlı olsun. Arkadaşlar
dağılabilirsiniz.”
Oradakiler ayağa kalkınca Haydar Bey bir şeyi
hatırlamıştı.
“Her zamanki gibi dağılacağız dikkati elden
bırakmayacağız.
Murat efendi sen bu işle ilgilen.”
“Haydar bey… Hava çok soğuk dışarıda kimsenin
olacağını sanmıyorum.”
“Biz yine de ‘su uyur, düşman uyumaz’ diye düşünelim.”
“Tamam efendim…”
Kalabalık azalmaya başlamıştı. Haydar bey, Ali
Süavi’ye gülümsedi.
“Arkadaşlar kendinize biçtiğiniz rolü anlattılar. Çok
akıllıca geldi bana... Onlar da etrafa sizin mız mız hastalıklı biri olduğunuzu
yayacaklar.”
Hoca Zehra’nın sesi yine geldi.
“Ben zaten öyle zannetmiştim. Ali Süavi Bey ya çok iyi
bir oyuncu! Ya da gerçekten öyle!”
Ali Süavi Zehra’ya sert bir şekilde birazda sesini
yükselterek karşılık verdi.
“Sağ olun. Artık onu da siz zamanla ölçün.”
Ali Süavi’nin bu sözleri havayı biraz germişti. Bu
konuşulanların akabinde Ali Süavi hemen Haydar Bey’e döndü.
“Haydar bey, benim İngilizcem de iyidir. Diyorum ki
yarın gidip buradaki İngiliz yetkili ile tanışayım mı?”
“Evet. Bu çok iyi olur. Ama İngilizce konuşmayın.
Buradaki yetkili Türkçe biliyor zaten…”
Üstelik mütercimleri de yanlarında. Bizim isteğimiz
onların kendi aralarında konuştuklarından sizin haberinizin olmasıdır.
Bizim içimizden onlarla yakınlığı Avukat olması
hasebiyle Hüseyin efendidir. Yarın Hüseyin Efendi sizi götürsün…”
“Hay hay…”
Herkes dağılmıştı. Hüseyin Ali Süavi’ye bir ricada
bulundu.
“Ali Süavi Bey sizden bir ricam olacaktı...”
“Buyurun. Nasıl yardımcı olabilirim?”
“Zehra hocayı bu gece evine siz teslim edin. Aynı yol
üzerindesiniz. Üstelik aynı okulda olduğunuz için dikkati çekmez.”
Ali Süavi hiç itiraz etmedi. Oldukça sakin bir şekilde
cevap verdi.
“Olur kardeşim… ”
Zehra ile birlikte gidiyorlardı. Suskunluğu Ali Süavi
bozdu.
“Din derslerine giriyorsun! Ve bu tür işin de
içindesin?”
“Çok mu değişik geldi size? Bu vatan bizim vatanımız
değil mi? Hoca olmam doğru ile yanlışı ayırt etmeme engel mi olduğunu
sanıyorsunuz?”
“Zehra Hanım benim varlığımdan rahatsızlığınız mı var?
İlk andan itibaren beni pek hoş karşılamadınız.”
Kadın hiç beklemeden cevap verdi. Sesi oldukça kararlı
ve bir o kadar netti.
“Size güvenmiyorum.”
Ali Süavi çok şaşırmıştı. Bir anda yürümekten
vazgeçti.
Durdu.
“Anlamadım?”
“Size güvenmiyorum. Sizin muallim olduğunuza da
inanmıyorum. Sınıfları gördüğünüz an anlamıştım. Eğitimle ilgili bir tek şey
sormadan sadece temizlik ile ilgilendiniz.”
“Temiz olması gerekmiyor muydu?”
“Evet gerekiyordu. Ama tedrisatı sormanız gerekirdi.
Üstelik çocukları da sormadınız. Mesela; kaç talebe, kaçı erkek, kaçı kız… Ben
ne okutuyorum? Siz hiçbir şey sormadan sadece mektebin taşı, toprağı, boyası
ile ilgilendiniz.”
“Ne demek bu? O pisliğin içinde eğitim düşünülür mü?”
“Ne düşünülür?”
“Hoca hanım. Siz üstelik kadınsınız. Ve çocukları
eğitiyorsunuz. Sizin göreviniz bilginin çeşitliliğini de öğretmektir. Bunun
içinde ilk şart temizliktir. İslam’da en önemli hususlarından biri temizlik
değimlidir?”
“Temizlikte varlıkla oluyor Ali Süavi Bey...”
“Ama benim yaptıklarımdan sonra bunun çokta varlıkla
olduğunu söyleyemezsiniz. Bu birazda ikili ilişkilerle oluyor. Aynı cemiyetten
insanlar bana yardım ettikleri gibi eğer isteseydiniz size de yardım ederlerdi.
O okullarda okuyacak çocuklar bizim memleketimizi teslim edeceğimiz önemli
insanlar olacaklardır.”
“Onun o kadarını bende biliyorum. Ama sizin
bilmediğiniz?”
Ali Süavi sertçe cevap verdi.
“Nedir? Söyleyin öyleyse nedir?”
“Bizler beceremedik. Siz büyük bir olayı başardınız...
Aynı dava için çalışıyorsak! Her neyse, özet olarak evet size güvenmiyorum…”
“Ben böyle bir mektep ne görmüştüm, ne de bundan sonra
göreceğimi sanıyorum.”
“Yine haklısınız size bir şey sormadım. Yine de
sormayacağım. Bir mektebi bu kadar ihmal eden bir kadın öğretmenden öğreneceğim
de bir şeyler olacağını sanmıyorum. Bu konuda konuşmak istediğim kişi Süleyman
Bey oldu. Onu da geldiğimin ikinci günü yaptım. Ve sizin neler yaptığınızı ve
yapacağınızı öğrendiğim gibi benim de neleri ne şekilde okutacağımı da bana
bildirdiler. Bu gece bütün gece boyunca buraya gelene kadar çalıştım. Yarın
Allah’ın izni ile ilk derse başlıyorum.”
“Yani bana asıl güvenmeyen sizsiniz öyle mi?”
“Evet. Ama ben söylemiyorum. Bunu siz söylediniz.”
Aralarındaki gerginlik Zehra’nın daha hızlı yürümesine
sebep oldu.
Nerede ise bir adım önden gidiyordu. Ali Süavi
yürümesini hızlandırmadı. Aynı şekilde yürümeye devam etti.