KISA SÜRELİ ARADAN SONRA YENİDEN BİRLİKTEYİZ
HEKİM ALİ SÜAVİ EFENDİ 5. BÖLÜM
Hepsi bağırdılar.
“Güneş Türk Bayrağı üzerine doğsun!”
Atlılar geri döndüler.
Ali Süavi bir süre yürüdükten sonra dükkânların önünde
oturan birkaç kişiye sordu.
“Hükümet konağı ne tarafta efendiler?”
Adamlar yabancı birini hemen bilmişlerdi. Önce cevap
vermediler. İyice bir baktılar. Sonra içlerinden biri Ali Süavi’nin yüzüne
bakmadan konuştu.
“Düz git, epeyi yürü tam karşına çıkacak.”
“Sağ olun efendiler. Selametle kalın.”
Adamların yanından uzaklaştı. Yine şaşırmıştı.
“Yabancı ile konuşmak istemiyorlar. Tedirginler.
Adresi tarif ederken bile rahatsızlar. Hey Allah’ım bizlere gül.”
Adamların dediği gibi düz yürüdü. Bir süre sonra büyük
yapıyı gördü. Hükümet konağı karşısındaydı…
Hükümet Konağına yaklaştı…
Kapıda iki görevli duruyorlardı. Ve kendini bakışları
ile takip halindeydiler. Ali Süavi birinin yanına yaklaştı.
“Efendiler, Muallim olarak tayinim çıktı. Doğru yere
mi geldim acaba!”
“Buyur beyim.”
“Muallim olarak tayinim buraya çıktı… Kiminle
görüşeceğim?”
“Yukarıda birinci katta, üçüncü odaya gir. Muallim
başı İhsan Efendi oradadır… Onunla görüş beyim.”
“Sağ olun.”
Ali Süavi adamın tarif ettiği odaya gitti…
Kapısında durdu.
“Bismillahirrahmanirrahim. Ey Rabbim başarılı kıl beni
yeni vazifemde.”
Kapıya vurdu ve bekledi.
İçeriden ‘gir’ sesini duyduktan sonra, içeri girdi…
Bir sürü dosyaların arkasında ufak tefek bir adam
oturuyordu. Başını kaldırdı Ali Süavi’ye baştan ayağa süzerek baktıktan sonra
sordu.
“Buyurun ne vardı?”
“Ben Muallim Ali Süavi... Tayinim buraya çıktı.
Buyurunuz tayin dosyam.”
Adam başını kaldırdı.
“Muallim isteğimiz bir senedir devam ediyordu…
İstanbul Hükümeti nihayet bir muallim göndermeye karar
verdi öyle mi? Peki ver bakalım evrakları.”
Dosyayı alırken Ali Süavi’nin yüzündeki darp izlerini
gördü.
“Yüzünüze ne oldu muallim bey?”
“Sormayın efendim. Yolda ufak bir kaza atlattık.
Maazallah ölüyorduk amirim. Yüz üstü düşmeyeyim mi?”
“Geçmiş olsun.”
Adam oldukça dikkatli dosyayı inceledi.
“Fransızca bilmeniz nereden mümkün olmuştur?”
“Fransız mektebinde okudum. Çocukken muallim olmaya
karar vermiştim. Paşa dedemin muallimlere olan sevgisi validem ve pederimin
benim başka meslek sahibi olmamı istemelerine rağmen itiraz etmemelerine sebep
olmuştur. Buraya gelirken validem hanımefendi gözyaşları içinde beni
uğurlamışlardır. Tabi ki bende çok müteessir oldum. Fransızca bilmemin beni
şarkın bu taraflarına atacağını bilseydim yemin olsun ne Fransızca öğrenirdim,
ne de muallim olurdum. Nedir bu başıma gelenler? İhsan Beyciğim İstanbul’dan
burası çok uzak yollarda Per perişan oldum. Kaldığımız hanları görecektiniz her
taraf o kadar pisti ki. İnanın valide hanım olsaydı söylemedik laf bırakmazdı…
Kuzum buralar ne biçim yerler?”
Ali Süavi, bunları söylerken kibar, bir o kadar da
geveze İstanbul beyefendisi gibi konuşuyordu.
İhsan bey koltuğuna yaslanmış, şaşkın onu dinliyordu.
“Vallahi yemin olsun İhsan Bey, isminizi de kapıda ne
konuştuğunu zor anladığım şivesi bozuk bir adam söyledi oradan biliyorum. Ha ne
diyordum? Validemden bahsediyordum değil mi?”
Ali Süavi üst üste birkaç sefer hapşırdı.
“Gördünüz mü birde şifayı kaptım, üşütmüş olayımda
görün… Gel de valide hanımcığımın nane limonlarını arama. Şimdi benim valide
hanım üstünüze afiyet ne zaman birinin karnı ağrısa cırcır olsa ayıptır
söylemesi hemen iki limonu sıkar üstüne de bir yemek kaşığı naneyi koydu mu
cezveye… Kaynatır da, kaynatır.”
İhsan bey büyümüş gözleriyle içeri giren, hiç susmayan
ve ne anlattığını anlamadığı adama hayretle bakıyordu, birden bağırdı.
“Sus efendi! Allah aşkına sus. Bana ne sizin valide
hanımınızın kaynattığı iki limon bir ye…”
İhsan bey sustu karşısındakine baktı.
“Ne diyorum ben yahu, tövbe cırcırmış. Yani sen yeni
gelen muallim misin?”
“Şimdi şöyle oluyor…”
İhsan bey parmağını dudağına götürüp ‘sus’ işareti
yaptı. Kapıya doğru bağırdı.
“Mülayim… Mülayim… Çabuk buraya gel.”
Kapı vuruldu içeriye koşar vaziyette bir adam girdi.
“Buyurun Amirim beni istedin.”
İhsan bey önündeki dosyayı imzaladı.
“Bu efendiyi al, hangi mektepte vazife göreceğini
yazdım, oraya götür. Süleyman efendiye de söyle muallim, muallim diye başımın
etini yiyordu, al işte muallim.”
Ali Süavi gülümseyerek adama yaklaştı.
“Zatı muhtereminize nasıl teşekkür edeceğimi
bilemiyorum. Bir hayli yol yorgunu olduğumu gördünüz. Beni düşündüğünüz için
size şükran borçluyum.”
“Tamam, Efendi tamam, neyi düşündüğümü Allah biliyor.
Haydi, Mülayim bir an önce gidin.”
“İhsan beyefendi hazretleri sizi pek sevdim, izniniz
olursa ziyaretinize gelmek isterim.”
“Yok, efendi yok. Burada öyle ziyaret falan hoş
görülmez. Siz burayı İstanbul’la bir tutmayın, sizin işiniz gücünüz olacak.”
Ali Süavi boynunu büker gibi yaptı.
“Haklısınız İhsan Beycim. Vazife her şeyden önce
gelir, katlanacağız artık.”
Bunları söyledikten sonra başıyla selam verdi…
Dışarı çıkarken gizlice gülüyordu. Mülayim önce önden
hızlı yürüdü, sonra yavaşladı.
“Beyim gideceğimiz yer çok uzak değil, şuracıkta
hemen.”
“Oh, çok iyi... Mektebin çarşı içinde olmasından çok
memnun oldum. Alışveriş yaparken zorlanmak hiç işime gelmez doğrusu.”
Adam şaşırmış gibi sordu.
“Ne alışveriş edeceksiniz ki beyim?”
“Ne bileyim, neye ihtiyaç olursa. Kitap falan nerede
satılır burada?”
Adam daha da çok şaşırmıştı.
“Kitap mı ne kitabı?”
Ali Süavi sıkılmış gibi eli ile bir hareket yaptı.
Adamı susturmak ister gibiydi.
“Neyse, tamam, daha gelmedik mi?”
Adam karşı tarafta bahçe içindeki okulu gösterdi. Çok
eski bir binaydı. Bahçe duvarları yıkılmak üzereydi. Duvarların boyaları
gitmiş, camları kırık kapısı bile yokmuş gibi görülüyordu.
“İşte şurası.”
Ali Süavi okula uzunca baktı. İçinden;
‘Vah burada okuyan yavrulara... Yıkıldı yıkılacak gibi
duruyor. Hay Allah’ım hale bak!”
Okulun bahçesine geldiklerinde teneffüs olmuştu...
Çocuklar bahçede koşuşturuyorlardı. Üstleri başları
perişan haldeki çocuklara baktı.
Çoğunun ayakkabıları lastikti içlerinde çorap bile
yoktu.
İnce eprimiş el örgüsü kazakları olanların bazılarının
o kazaklarda bile birkaç yerlerinde yamalar vardı. Çok üzülmüştü.
Bahçedeki çocuklara baktı. Birden bir şey dikkatini
çekti. Yanındakine sordu.
“Ne kadar az kız çocuğu var?”
Adam dudak büktü, hatta biraz da sinirlenmiş gibiydi.
Sesini yükselttiğinden belliydi sinirlendiği!
“Ne diyorsun beyim bir tek bu okulda kız çocukları
var, onlarda memurların çocukları. Biz kızlarımızı okula göndermeyiz.”
Ali Süavi boş bulundu.
“İyi halt edersiniz.”
“Ne dedin beyim? Anamadım?”
Ali Süavi hala okulun bahçesindeki çocuklara
bakıyordu.
“Burası ne kadar yoksul bir okul.”
“Yoksul mu nasıl yani beyim?”
“Boş ver kardeşim. Tamam. Sen bana yolu göster bir
zahmet”
“Tamam. Başmuallimin odasına gideceğiz.”
Bahçeden binaya girmek üzere yürüdüklerinde Ali Süavi;
“Haklıymışım. Buranın kapısı yok.”
Karanlık kötü kokular gelen eski yıkılmak üzere olan
binanın içi dışından daha facia durumdaydı.
Çok loştu ve çok soğuktu. Çok kirliydi...
Ali Süavi şaşkınlıkla her yere bakıyordu.
“Bende ilkokulu Urfa’da okudum. Böyle değildi.
Tertemizdi. Ne olmuş buralara?”
Yanındaki adam Ali Süavi’ye şaşkın bakıyordu.
“Buyur beyim bir şey mi emrettiniz?”
“Yok, hayır sana söylemiyorum.”
Adam etrafına bakındı. Kendinden başka kimse yoktu.
Dudak büktü omuzlarını silkeledi.
Birlikte başmuallimin odasına girdiler.
Yanındaki adam başmuallimin odasının kapısını hızlı
hızlı vurdu. Çok ses yapmıştı. İçeriden aynı yükseklikte ses geldi.
“Girin...”
Birlikte içeri girdiler. Orta yaşın üstünde, saçları
aklaşmış ve dökülmüş, gözlüklü sert ifadeli bir adam masanın üstündeki
evrakları karıştırıyordu.
Yanındaki adam oldukça gayri ciddi konuştu.
“Süleyman Bey, İhsan beyim gönderdi aha yeni
mualliminiz.”
“Adın neydi senin?”
Ali Süavi bu kendini bilmez cahil adamın sorusuna
kaşının birini havaya kaldırarak cevap verdi.
“Muallim Ali Süavi efendim.”
“Ali... Ne dedin kardeşim.”
Başmuallim bağırdı.
“Tamam, Sen gidebilirsin. İhsan beye selamlarımı
söyle.
Ha giderken yan odaya uğra Zehra hocaya söyle buraya
gelsin.”
“Tamam.”
Adam elindeki dosyayı hızla adamın masasına koydu,
asker selamı gibi selam verdi ve çıktı.
Başmuallim masanın karşısındaki sandalyelerden birini
işaret ettikten sonra;
“Buyurun. İsminizi tam anlayamadım?”
“Ali Süavi efendim.”
“Demek yeni Muallimimiz sizsiniz.”
“Evet, efendim.”
“Nihayet gönderdiler.”
Bir sessizlik oldu. Başmuallim belli ki onu
inceliyordu.
“Dosyanızı bir inceleyeyim.”
“Hayhay efendim.”
Adam dosyayı incelerken arada bir başını kaldırıyor
Ali Süavi’nin yüzüne bakıyordu. Dudak büküp tekrar dosyayı okumaya devam
ediyordu.
“Fransızca mı biliyorsun?”
“Evet, ben Fransız mektebinde okudum.”
Karşısındaki adam oldukça sertti.
“Nerde okuduğunu sormadım, sadece sorularıma cevap
ver.”
“Peki olur.”
Adam kendi kendine söyleniyordu.
“Burada Fransızca bilmek ne işimize yarayacaksa! Yaşın
geçkin ama çokta muallimlik yapmamışsın.”
Ali Süavi üzüntülü bir ifadeyle başını öne eğdi.
“Paşa Dedem sağken ihtiyacım yoktu… Paşa dedem bana
kıyamazdı ama o öldükten sonra mecbur oldum, sebebi odur.”
“Peki, efendi, Refikanız? Burada yazmıyor.”
“İstanbul’dalar efendim. Validemi bırakmaya gönülleri
razı gelmedi.”
“Burada İstanbul’da bulduklarınızı bulamazsınız peşin
söyleyeyim.”
“Okulun yan tarafında muallimlere yapılmış yatma yeri
var.”
“Sizden başka din derslerine giren hoca Zehra Hanım
var.
Ama Zehra hoca burada kalmaz.”
“Sizden başka muallimde olmadığı için yalnız
kalacaksınız.”
Kapının vurulması ile Başmuallim sustu. Kapıya
bakarak;
“Girin.”
Kapı açıldı. İçeriye uzun siyah elbise giymiş, siyah
başörtüsü olan,
Karakaşlı, kara gözlü, güzel bir kadın girdi.
Ali Süavi bakışlarını hemen kadından yere indirdi.
Başmuallim sesinin tonunu değiştirmeden konuşmasını
sürdürdü.
“Zehra hoca; Efendi beklediğimiz muallimdir. Mektebi
gösterin talebelere tanıtın.”
Kadın başıyla ‘olur’ işareti yaptı.
Ali Süavi ayağa kalkarken Zehra hocaya başı ile selam
verdi. Başmuallime;
“Sağ olun.” Dedikten sonra başı ile selam verdi,
dışarı çıkmak için önden Zehra hanımın yürümesini bekledi.
Zehra Hanım, Ali Süavi’ye bakmadan önden yürüdü. Zehra
hocayla birlikte dışarı çıktılar.
Genç kadın bir süre önden yürüdü...
“Size çocukların ders yaptığı sınıfları göstereyim.”
“Kaç sınıf var.”
“İki sınıf var.”
“İki sınıf mı?”
“Evet, iki sınıf var.”
“Koca okulda iki sınıf.”
“Şimdiye kadar hepsini ben okutuyordum. Şimdi böleriz.
Buyurun burası da muallim odası.”
Kadının açtığı kapıdan içeri girdiler.
Tepede küçük bir penceresi olan, havasız kırık dökük
bir masa ve bir sandalyesi olan kötü bir yerdi. Karanlıktı, havasızdı ve küf
kokuyordu.
Duvarlar badanasız masa ve sandalye kırık dökük
durumdaydı.
Ali Süavi şaşkınlığını gizlememişti.
“Bunun neresi muallim odası?”
“Burası böyle!”
Birlikte bir sınıfa girdiler.
Ali Süavi kapının yanında kalakalmıştı. Sınıf çok
kötüydü.
Duvarlar çok kirli, yerler kirli eksik olan sıralar
kırık dökük.
Küçük bir teneke soba paslı ayağının birinin altında
sallanmasın diye konan tahta takoz.
Ali Süavi şaşkınlığından ne söyleyeceğini bilmiyordu.
“Siz bunlara sınıf mı diyorsunuz Allah Aşkına!”
“Ne yapalım efendi. Buralar böyle biraz öncede
söyledim.”
“Ne yapalım olur mu? Bir şeyler yapmak lazım. “
“Çocuklar nasıl ders alsınlar böyle sınıflarda!
Sınıflar çok kötü… Çok kirli, bakımsız! Bana sorarsanız derslere başlamadan
önce, okulu adam etmek lazım.”
“Çok zor. Burayı adam etmek için para lazım. Hiç
ödenek yok. Parasız da kimse bir şey yapmaz.”
“Ben yaparım. Genç dimağlar burada önce temizliği
öğrenmeleri lazım. Buranın ihtiyaç giderilen yerleri neresidir hoca hanım?”
“Gelin benimle. Bahçede…”
Kadın sinirlenmiş gibiydi. Önden hızlı yürüyordu.
Karşı tarafta derme çatma kulübeden bozma, yaklaşırken
bile pis kokuları gelen bir yere götürdü.
Ali Süavi’nin kokudan midesi bulandı. Burnunu
parmakları ile sıktı. Öğürecek gibi olmuştu. Hışımla bağırdı.
“Bu ne böyle? Aman Allah’ım. Bırakın çocukları siz
buraya nasıl giriyorsunuz?”
Kadın sinirlenmişti, oda bağırarak cevap verdi.
“Beyim ne diyorsunuz?”
Ali Süavi oradan hızla uzaklaştı. Okul binasının önüne
dek hiç durmadı. Kapının yanında durdu. Yanına gelen kadına;
“Tamam. Benim kalacağım yeri de gösterir misiniz?”
Kadın bahçede ki çocuklardan birine seslendi.
“Abdülkadir buraya gel, Muallim efendinin kalacağı
yeri göster.”
Perişan haldeki çocuklardan biri koşarak geldi. Hoca
hanımı dinledikten sonra Ali Süavi’ye işaret etti.
“Buyurun beyim götüreyim seni…”
Ali Süavi yine şaşırmıştı. Yüksek ses tonu ile
konuştu.
“Ne demek beyim! Zehra Hanım ne diyor bu çocuk?”
Kadın aynı terslikle cevap verdi.
“Ne diyecekti ki!”
“Tamam. Tamam. Ben ne diyeceklerini öğretirim.”
Kadına çok sert baktı.
Eli ile ‘olmaz’ dercesine işaret ettikten sonra
çocuğun peşinden yürümeye başladı.
Çocuğun götürdüğü yine okulun bahçesinde küçük bir
yerdi.
Kapısı açıktı. İçeri girdikleri anda kokudan genzi
yandı. Elini burnuna götürerek yürümeye devam etti.
“İnanamıyorum. Burada bir insan yaşayamaz! Bu nasıl lojman?”
Kullanılmadığından harabeye dönmüştü.
Kırık camlar, bozuk kapı, küf ve idrar kokuları
içinde, kırık somya eskimiş kirli bir yatak, kırık dökük dolabıyla bir yatma
yeri vardı. Birde yine eski bir masa ve eski sandalyesi ile oturma yeri.
Ayrıca; Kapısı olmayan pislikten içeri girilemeyecek
kadar kötü olan helâsı… Başı dönüyordu.
“Aman Allah’ım. Ben burada nasıl kalırım?”
Lojmandan çıktı. Hızlı hızlı yürüyordu. Okula girdi.
Aynı hızla, Başmuallimin odasına gitti. Kapıyı birkaç
kez biraz sertçe vurdu.
“Girin.”
Başmuallim aynı şekilde oturuyordu. Aynı sertlikle bir
şey söylemeden Ali Süavi’ye baktı.
“Başmuallim Bey, tam bir rezalet! Hayvan bağlasanız
orada kalmaz.
Bu mektep tam bir çöplük!”
Başmuallim hızla yerinden kalktı,
“Destur efendi ağzını topla.”
“Efendim af buyurunuz ama her yer çok kirli, çok pis…
Burada nasıl yaşanır?”
Adam kükrüyordu adeta!
“Ben bilemem. Ödenek yok. Siz bilirsiniz. Yaşarsanız
işte burada yaşamazsanız da siz bilirsiniz.”
“Efendim bana yardımcı olmuyorsunuz?”
“Ben ne yardımcı olacağım. Ben yaptıktan sonra sizin
ne işiniz vardı burada?”
“Anlamadım. Nasıl yani?”
“Muallim Bey, benden bir şey istemeyin ne isterseniz
yapın.”
Ali Süavi kararlı konuştu. Kaşının biri yine havaya
kalkmıştı.
Sesi otoriterdi.
“Pek Başmuallim Bey, Ben yaparım. Çocuklar en az bir
hafta sonra ders yapacaklar. Bir haftaya kadar okulu adam edeceğim.”
Adam omuzlarını silkti.
“Sanki çok ders yapıyorlardı da!”
Ali Süavi yine şaşırmıştı.
“Nasıl olur efendim. Burası mektep!”
“Dışarıdan öyle görülüyor…”
“Hiçbir ödenek yok. Kitap yok, defter yok. Kışın
sobada yakacak odun yok. Mektepmiş. Muallim bey benim daha fazla canımı
sıkmayın. Ne isterseniz onu yapın.”
Ali Süavi, selam verdi. Dışarı çıktı. Kapının önünde
durdu. Derin derin nefes aldı.
“Ben burayı adam etmezsem bana da Hekim Süavi
demesinler.”
Bahçeye çıktı. Çocuklara bağırdı.
“Çocuklar buraya toplanın.”
Çocuklar yerlerinden kıpırdamadılar. Öylece ona
bakıyorlardı. Zehra Hoca yanlarındaydı. Hiç biri kıpırdamıyordu.
Ali Süavi öyle bir bağırdı ki!
“Çocuklar acele buraya gelin.”
Başmuallim bile odasından çıktı. Çocuklar koşarak
yanına geldiler. Etrafını sardılar. Zehra hoca da gelmişti.
“Ben yeni Mualliminiz Ali Süavi. Sizlere ders vermeye,
sizleri okutup öğretmeye geldim.”
“Ama önce burada yapılacak işler var. Şimdi beraber
bütün okulun içindekileri dışarı çıkaracağız. Önce mektebimizi boyayacağız.”
Başmuallim hemen söze girdi.
“Para yok.”
“Ben vereceğim.”
Başmuallim Süleyman Bey omuz silkti. İçeri girdi…
Ali Süavi çocuklardan birine para verdi. Çarşıya boya
alması için gönderdi. Diğer çocuklarla beraber çalışmaya başladı.
Çocukların içinde iri yarı diğerlerine göre daha büyük
çocuklar vardı. Onları taşımacılıkta görevlendirdi.
Bütün okul, lojman, başmuallimin bütün itirazlarına
rağmen onun da odası tamamen bahçeye taşındı. Çok malzeme yoktu zaten.
Çok zaman almamıştı tüm okulun boşaltılması.
Onlar boşaltırken bir ekipte buldukları bir iki
süpürge benzeri şeyle süpürmeye başladılar.
Ali Süavi bununda yeterli olmadığını görünce bir
çocuğu daha çarşıya gönderdi.
O süpürge kürek ve temizlik malzemeleri alacaktı.
Biraz sonra boyalar geldi. Birkaç aklı başında çocuğu
boya yapmaları için görevlendirdi. İçlerinden ikisi bu işi iyi biliyorlardı.
Onlar diğerlerine de göstereceklerdi.
İlk Başmuallimin odasından başladılar. Ama hava
karardığında, ancak okul dışarı taşınabilmiş, boya yapan çocuklar boyaları
birbirine karıştırmış, temizlik yapanlarda yeni süpürmeye başlamışlardı…
Paydos etti.
Çocuklar evlerine gitti. Ali Süavi o zaman bu iş
başladığından beri Zehra hocayı görmediğini fark etti.
“Enteresan bir kadın! Nereye kayboldu?”
Başmuallim okuldan çıkarken Ali Süavi’ye;
“Başına iş açtın. Buralar adam olmaz.”
Ali Süavi şaşırmıştı. Sadece gülümsedi.
Başmuallimde gittikten sonra, okulda kimse kalmamıştı.
Bir süre etrafına baktı. Aslında bahçeye konmuş hiçbir
şeyin tekrar içeri konmaması gerekirdi. Bir hayli eski ve kirliydiler.
Biraz daha durdu etrafa baktı.
“Buraları çok güzel yapacağım. Elimden ne gelirse
yapacağım. Burası mektep gibi olacak.”
Karar vermişti. Buraları onun tabirine göre adam
edecekti. Çantasını duvarın dibine koymuştu. Gitti aldı.
Bahçeden çıkarken her şeyin, her yerin açık olduğu
yerde bahçe kapısını itina ile kapattı. Yürümeye başladı.
Çarşıya gitti. Birkaç kişiye sordu. Kalabileceği bir
yer arıyordu. Sonunda küçük, ama temiz bir yer buldu...
İkinci katta küçük bir odaya yerleşti.
“Tamam, en azından lojmanım benim istediğim hale
gelene kadar kalabileceğim bir yer ve temiz.”
Yatağa uzandı. Çok yorgundu. Uyumak istedi ama
uyuyamıyordu.
Tavana baktı
uzun süre sonra daldı gitti.
Bir İstanbul
gecesi...
Soğuk bir geceydi. Çok karanlıktı. Siyah bulutlar
akşamdan sarmıştı gökyüzünü. Rüzgâr esiyordu ama zalimce esiyordu. Sessizlik
vardı her tarafta sanki birileri ‘sokaklara çıkmayın’ demişçesine yollar boştu.
Kimse yoktu. Karanlık, kuytu izbe bir görüntü vardı
her tarafta.
Ali Süavi karanlığın içinde yine bir faytondaydı.
Yüzü kederler içindeydi.
İçi acıyordu. Çok acıyordu. Avurtları çökmüştü.
Gözlerinin altı morarmıştı. Keyifsizdi.
Faytondan yan taraftaki evlere baktı. Titrek ışıklar
bile yoktu sanki bu gece. Herkes erkenden mi yatmıştı.
Yoksa İstanbul’un üstünde bu gece bir lanet mi vardı.
Ali Süavi’nin canı çok sıkkındı. Dudakları durmadan
hareket ediyordu.
“Allah’ım Sultana şifa ver Yarabbi. Benim yapacağım
hiçbir şey kalmadı. Ya Rabbim onu bana bağışla.”
Gözlerinden akan yaşları eli ile sildi. Titrediğini
hissetti.
Ellerini dizlerinin arasına koydu.
“Nasıl zalim, karanlık, kasvetli bir gece! İstanbul
sana yakışmıyor.”
‘Perişan-halin oldum, sormadın hal-i perişanım…
Gamından derde düştüm kılmadın tedbir-i dermanım…
Ne dersin rüzgârım böylemi geçsin güzel hanımım…
Gözüm, canım efendim, sevdiğim devletli sultanım…’
Evlerinin önünde faytondan indiğinde annesi kapının
önündeydi. Ali Süavi çok korktu.
“Anam...”
Huriye hanım oğlunun onu görünce ne düşündüğünü
anladığı için!
“Telaş etme oğlum. Ama bu gün hiç iyi değil.
Bütün gün kan kustu ve seni istedi yavrum.”
Ali Süavi koşarak yukarı çıktı.
Odalarının kapısında önünde durdu. Derin bir nefes
aldı, içeri girdi.
Sultan yatakta yatıyordu.
O güzel yeşil gözlerinin feri sönmüş, yüzünün
pembeliği yerini garip bir sarıya ya da tuhaf bir beje bırakmıştı.
Ali Süavi içeri girdi. Sultan’ın annesi kızının
başucunda oturuyordu. Ali Süavi içeri girince kadıncağız ağlayarak dışarı
çıktı.
Sultan Ali Süavi’nin içeri girmesini hissetmişti.
Gözlerini açtı. Sultan görünce zorlukla tebessüm
etmeye çalıştı.
“Ali Süavi”
“Sultanım.”
“Ali Süavi iyi değilim.”
“İyisin sultanım. Ben hekimim benden iyi bilemezsin
değil mi? Geçecek bekleyeceğiz. Maalesef bu hastalığın iyileşmesi uzun sürüyor.
Biliyorum çok acın var. Geçecek sultanım. Biraz daha sabırlı ol.”
Sultan kocasının gözlerine bakarken gözlerinin
kenarlarından aşağıya gözyaşları süzülüyordu.
“Ali Süavi’m, seni çok sevdim. Benim ardımdan çok
üzüldüğünü hissedersem gittiğim yerde rahat edemem...
Beni çok sevdiğini biliyorum. Ama acılarını içine
gömme. Beni unut demiyorum. Ama ne olur! Benim yasımı çok tutma. Ne olur acılar
içinde kahrolma…
Ben uzun bir ömre yetecek kadar seninle mutlu oldum.
Allah senden razı olsun.”
“Senden de sultanım. Seninle bende çok mesut oldum.
Ama ne olur böyle konuşma”
“Benim yüzümden gidemedin yabancı yerlere. Git Ali
Süavi’m Git. Sen çok iyi doktorsun. Daha iyi olacağım. Diyordun. Git Ali
Süavi’m Buraların sana ihtiyacı olacak.”
“Sultanım.”
Ali Süavi’m eşinin elini öptü. Sultan sessizce;
“Ali Süavi”
Ve gözlerini kapattı. Ali Süavi gözlerinden akan
yaşları hıçkırıklara dönüştüğünde;
“Sultanım seni bir ömre değil, bin ömre yetecek kadar
sevdim.”
Hayaller
dağıldı.
Yatağın içinde doğruldu. Başına ağrı girmişti...
Ayağa kalktı. Pencereye gitti bir süre karanlığa
baktı.
“Yemek yemeliyim.”
Hazırlandı. Aşağı indi. Oradaki görevliye;
“Nerede yemek yiyebilirim. Temiz bir yer arıyorum.”
Dedikten sonra görevlinin tarif ettiği yere gitmek
üzere dışarı çıktı. Kaldığı yer sıcaktı.
Bütün gün hep soğukta kalınca üşüdüğünü birazda
heyecandan ve kızgınlığından fark etmemişti. Ama dinlenip dışarı çıkınca
soğuktan ürperdi.
“Bir an önce bir tas sıcak çorba içmeliyim.”
Görevlinin tarif ettiği yerin kapısını açınca ilk
hoşuna gidenin içerisinin sıcak ve temiz olmasıydı. Burası biraz lokanta biraz
da meyhane havasında bir yerdi. Ama etlerin bulunduğu tezgâh dikkatini
çekmişti, Tertemizdi. Kömür ızgaralarında kızaran etlerin kokuları içeriye mis
gibi yanık et kokusu salmıştı.
Etlerin yanında közlenen, patlıcan, biber domatesin
görüntüsü zaten çok aç olan Ali Süavi’nin karnının iyice acıkmasına sebep
olmuştu.
İçeri kalabalıktı. İlk önce fark etmedi ama sonra
tanıdık simaları gördü.
Eşref, Kudret, Murat, Hüseyin’inin bir masada
oturuyorlardı.
Onları tanıdığını belli etmedi. Onların olduğu tarafa
bakmadı.
Geçti bir masaya oturdu. Onlara arkası dönüktü.
Biraz sonra tipik meyhaneciye benzeyen önünde beyaz
önlüğü, omzunda beyaz havlusu ile güleç yüzlü biri geldi.
“Hoş geldin beyim. Ne istersin?”
“Vallahi çok açım. Önce sıcak bir çorba içeyim sonra
et yemek isterim, yanında közlenmiş biberle domateste olursa iyi olur.”
“Olur, mercimek çorbası getireyim önden ne dersin
beyim.”
“Çok iyi olur. Sağ olasın.”
Meyhaneci çorba ekmek ve soğanla turşu getirdi. Masaya
bıraktı gitti. Hemen yine geldi. Elindeki tabağı masaya koydu.
“Sana beyim ciğer getirdim. Urfa’mızın güzel
yemeğidir.”
“Benden...”
“Ye afiyet olsun.”
Ali Süavi yıllardır yemediği bir lezzetin önünde
durduğunu görünce keyiflendi. Çocukken yerdi.
Annesi ne çok yapardı. Babası da çok severdi.
Yıllardır yememişti. Hatta böyle bir lezzeti unutmuştu. Hemen yemeğe başladı.
“Evet. Aynı lezzette...”
“Sağ olun. Çok lezzetli olmuş. Ellerinize sağlık.”
Adam karşısındaki sandalyeye oturdu. Meraklı birine
benziyordu.
“Afiyet şeker olsun beyim. Yabancısın herhalde. Ayrıca
yüzün gözün!”
“Ya sormayın… Gelirken elim bir kaza geçirdim.
Verilmiş sadakam varmış, bu kadarla atlattım.”
“Geçmiş olsun beyim… Yeni mi geldiniz?”
“Yeni geldim. Ben yeni muallimim. Çarşı okuluna
geldim.”
“Vay Maşallah. Okumuş adamları burada ağırlamak bizim
için şereftir.
Urfa’mız kutsal yerdir beyim. Buraya gelmen iyi
olmuş.”
“Kutsal yer mi?”
“Valla öyle beyim... Burası Peygamberler Şehridir
bilir misin?”
“Duymuştum.”
“İslam Âlemi için ne kadar önemli ise Hıristiyanlar
içinde o kadar önemliymiş...”
“Hıristiyanlar mı?”
“Evet, Dedem anlatırdı. Nur içinde yatsın. Buralarda
bir kral yaşarmış, Hıristiyanlığı din olarak ilk o kabul etmiş derdi. Hani bir
hikâye vardır beklide bilirsin. Hazreti İsa mendiline yüzünün terini silmiş, bu
krala göndermiş mendilde tüm sıfatı resim gibi çıkmış.”
“Vay Maşallah.”
“Tabi beyim burası kutsal şehir. Hazreti İbrahim,
Hazreti Eyüp, Hazreti Şuayip, gibi peygamberler Urfa’mızda yaşamış derler. Oooo beyim daha çok Peygamberler
varda isimlerini tek tek saymaya kalksak!”
“Ondan Urfa’ya
Peygamberler Şehri deniliyor, o zaman!”
“Tabi beyim. İyi
etmişsin buraya gelmişsin. Hazreti İbrahim’in hikâyesini bilir misin beyim?”
“Bilmiyorum!”
Ali Süavi adamın
konuşmalarından hoşlanmıştı ama can kulağı ile dinleyemediğinden üzülüyordu.
Çok açtı karnını doyuruyordu.
“Beyim Nemrut
bir rüya görür. Rüyasında Gökyüzünde bir ışık parlamış, Bu ışığın içine güneş,
ay yıldızlar girmiş.
Bir başka
rüyasında da birinin kendini tahtından kaldırıp yere vurduğunu görmüş. Adam
delirmiş. Hemen rüyasını anlatmış bilenler demişler ki; Yeni bir Peygamber
gelecek, senin de sonun olacak. Vay siz misiniz bunları söyleyen.”
Ali Süavi burada
söze girdi.
“Bu şu hikâyemi!
Yeni doğan erkek çocuklarını öldürten...”
“Hah... Babana
rahmet. İşte o... Hazreti İbrahim’e de anası gebeymiş. Babası anasını bir
mağara götürüp bırakmış. Hazreti İbrahim burada doğmuş.”
“Anası ne yapsın
oğlunu bırakmış buraya kimse anlamasın diye evine gitmiş, sonra tekrar geri
gelmiş bir de ne görsün! Dişi bir ceylan oğlunu emziriyor. Allah’ın takdiri
İlahisi işte!”
“Çok enteresan
sonra?”
Süfyan Efendinin
çok hoşuna gitmişti. Anlatmaya hevesle devam etti.
“Sonrası; Hazreti
İbrahim on yaşına kadar bu mağarada kalmış. Sonra eve getirmişler. Gel zaman
git zaman. Putları koruması için buna vazife veriyorlar oda bütün putları
kırıyor. İnanmadığını söylüyor. Kendi gibi insanları da topluyor. Nemrut
deliriyor. Hazreti İbrahim’i bu günkü kalenin bulunduğu yerden mancınık bilir
misin beyim?”
“Bilirim.”
“Hah işte
mancınıkla ateşe attırır. O kurban olduğum Allah Nemrut’a izin verir mi? Ateş
suya, odunlar balığa dönmüş.”
“Ben bu hikâyeyi
duymuştum ama tam bilmiyordum. Sağ olun. Ağzınıza sağlık.”
“Beyim o mağara
içindeki suyun şifalı olduğunu da söyleyeyim bitireyim.”
“Ağzınıza
sağlık. Sağ olun.”
“Sende sağ
olasın. Dur senin etin olmuştur getireyim beyim.”
Biraz sonra
güzel kebap tabağı ile geldi. Yine sandalyeye oturdu.
“Benim buraya
iyi ki geldin beyim. Bizim burada Urfa’nın ileri gelenleri yemek yer. Hele
de bekârlarsa akşamları hep burada olurlar. Bak beyim yalnız kalma. Şu
ilerideki masada oturanlar var ya… Onlarda senin gibi okumuş adamlardır. Sen
onlarla yarenlik yap.”
“Kimler onlar?”
“Bak şu beyler. Ben onlara söylerim. Senin yeni
muallim olduğunu bilirlerse seni zaten yalnız bırakmazlar.”
Ali Süavi hemen itiraz etti.
“Yok, zahmet etmeyin. Ayıp olmasın. Ben yemeğimi
burada yer giderim.”
“Aman beyim ne ayıbı olacak?”
Adam bunları söyledi, Eşref’lerin masasına gitti.
Onlara bir şeyler söyledi. Eşref adamla geri geldi. Elini uzattı. Birbirini hiç
tanımayan iki kişi konuşmaya başladılar.
“Muallim Bey hoş geldiniz. Buyurun yalnız oturmayın.
Bizim masaya gelin.”
Ali Süavi ayağa kalkmıştı. Elini kalbine götürdü.
“Zahmet vermeyeyim? Hem rahatsız olmayın. Ben yemeğimi
yerdim burada...”
“Beyim ne zahmeti? Süfyan Efendi dedi. Biz burada
Süfyan Efendinin sayesinde dost ediniriz. Onun içine sinmez kimsenin yalnız
oturması. Buyurun beyim.”
“Öylemi diyorsunuz. Hay Allah. Vallahi bilmiyorum ki
zahmetler vermeseydim. Sohbetlerinizi bölmeyeyim.”
“Beyim birlikte de sohbet ederiz.”
“Peki, madem çok ısrar ediyorsunuz. Geleyim o halde.”
Ali Süavi tabağını almak isteyince; Süfyan itiraz
etti.
“Beyim sen zahmet etme. Sen buyur otur. Bizim çocuk ne
güne duruyor. O hemen taşır.”
“Peki...”
Üçü öbür masaya gittiler. Süfyan’ da yanlarında gitti.
Süfyan Eşref’ten önce davrandı.
“Beyler bakın geldi. Gelmez diyordunuz.”
Süfyan masadakilerle Ali Süavi’yi tanıştırdı.
Oturdular. Süfyan’ da meraklı biriydi. Oda bir sandalye çekti. Yanlarına
oturdu. Eşref efendi;
“Hoş gelmişsiniz tekrar. Beyim nereden geldiniz?”
“İstanbul’dan geldim. Üstünüze afiyet yollarda da
üşüttüm, pek dayanıklı bir bünyem yoktur.”
“Geçmiş olsun. Birde kaza mı geçirdiniz yüzünüz,
dudağınız.”
Ali Süavi sert bir ifade ile baktı.
“Evet. Talihsiz bir kazaydı. Ne yapacaksınız işte.
Bazen insan o kadar çaresiz kalıyor ki. Dikkat edemiyor. Başka zaman ne kadar
dikkat ediyorsanız bazen de hiç edemiyorsunuz. Gerçekten beni çok acıtan bir
kazaydı.”
“Geçmiş olsun.”
Süfyan efendi çok bir şey anlamamıştı. Kaza geçirdiği
için söylendiğini düşünmüştü.
“Geçmiş olsun beyim.”
“Sağ olun.”
Süfyan efendi söze girdi.
“Ben Urfa’mızı anlatıyordum. Buranın kutsal şehir
olduğunu söylüyordum.”
“Öyledir. 3 Din tarafından kutsal şehir ilan
edilmiştir beyim. Hıristiyanlığı ilk kabul ettiğimiz gibi İslami da ilk
yıllarında kabul etmişiz.”
“Çok iyi. Buraya gelmeden duymuştum, Memleketinizin
methini...”
Süfyan heyecanla sordu.
“Beyim siz nerelisiniz?”
“Ben İstanbul’uyum...”
“İstanbul çok büyükmüş beyim, çok da güzelmiş derler.”
“Öyledir.”
İçlerinden biri merakla sordu.
“Sizin gelir gelmez canınız mı sıkıldı beyim.”
“Valla çok sıkıldı. Mektebe bir geldim. Geçirdiğim
kaza bile hiç kaldı gördüğüm manzara karşısında.”
“Ne oldu beyim?”
“Mektep virane, harabe...”
“Yapmayın ya. Demek o kadar kötü.”
“Çok kötü. O vaziyette talim terbiye olmaz, çocuklara
bir şey öğretilmez.”
“Hay Allah ne yapsak acaba!”
“Vallahi ben başlattım bile. Dinlenmeden çocuklarla
işe giriştik.”
“Ne yaptınız?”
“Boya aldırdım. Çocuklarla bir şeyler yapacağız bu gün
başladık.”
“Aman muallim bey bizlerde yardım ederiz. Böyle
mübarek bir işe kalkışmışsınız. Yarından tezi yok bizde geliriz.”
Süfyan hemen söze girdi.
“Durun beyler. Ben hallederim.”
Ayağa kalktı. Orada olanlara seslendi.
“Beyler, sabahtan hep beraber çarşı mektebine
gideceğiz. El birliği orada çalışacağız. Hepimizin çocukları orada! Boyayalım,
temizleyelim.”
Ali Süavi bu fırsattan yararlanmak istiyordu.
“Çok eksiklerimiz var.”
Kudret efendi hemen söze girdi,
“Yahu çok yaşayasın muallim bey, biz yıllardır burada
yaşarız, hatta çoğumuz buralı. Yani biz eksiklerinizi tamamlayamayacak durumda
isek vay halimize…”
Oradakilerden de sesler çıkmaya başlamıştı.
“Yaparız hepimiz yaparız.”
Süfyan gülümseyen ifadesi ile Ali Süavi’ye;
“Gördün mü beyim. Daha ilk günden Urfa’yı tanıdın.”
“Sağ olasın. Senin sayende…”
Diğer masalardan Süfyan’ ı çağırdılar. Süfyan
kalkınca; Murat efendi,
“İsteseydik böyle bir mizansen hazırlayamazdık.
Kardeşim nereden bildin burayı?”
“Allah büyük beyler. Kaldığım yerdeki adama sordum
burayı tarif etti.”
“Neler yaptın?”
“Arkadaşlar, hükümetteki başmuallimin odasına girdiğim
an aklıma bir oyun geldi, onu yaptım. Çıt kırıldım, bir İstanbul efendisi
taklidi yaptım, birde çok konuştum, adam soracağı sorular vardı ise bile
sormadı.”
“Biraz sonra ben kalkacağım. Anladığım kadarı ile
Süfyan buranın ayaklı gazetesi… Siz benim arkamdan benim çok ‘nane molla’
olduğumu söyleyin.”
“Bunu halka alıştıralım. Hastalıklı, çok konuşan,
korkak evhamlı, hastalık hastası biri…”
“Yahu çok güzel, böyle birinden kimse şüphelenmez.”
“Tamam, bizim ilk toplantımız ne zaman?”
“Hele bir her şey yoluna girsin de… Sen mektep işini
daha merak etme, Süfyan girdi mi bu işe, sen o işi olmuş bil. Süfyan her yeni
gelene böyle yapar, yakın olmak ister. Ama laf aramızda ‘sarayın adamıdır’ diye
söylentiler çok dolaşır kulaklarda… Anlayacağın biraz da bilhassa yapar.”
“Çok iyi… Duyurmak istediklerimizi onun vasıtası ile
duyuracağız demektir.”
Ali Süavi yemeğini bitirmek üzereydi. Yemeği bitince
üstüne suyunu da içti.
“Beyler ilk günden ben fazla kalmayım. Allah sizi
inandırsın perişanım. Gidip yatacağım. Yarına görüşürüz.”
“Tamam. Hayırlı geceler.”
Ali Süavi meyhanecinin yanına gitti.
“Süfyan Efendi, benim hesabı ödeyeyim.”
“Erken kalktın beyim. Ne oldu efendilerden haz etmedin
mi?”
“Yok, estağfurullah pek yorgunum, dedim ya kaza da
yaptığımızdan inan kemiklerim ağrıyor, yarına da çok iş var.”
“Sen mektebi düşünme beyim. Sabah ezanla bir sürü
adamla kapındayım bilmiş ol.”
“Allah razı olsun.”
“Senden de beyim.”
Ali Süavi hesabını ödedi. Dışarı çıktı. Soğuk bir Urfa
gecesiydi…