20 Kasım 2016 Pazar



HEKİM ALİ SÜAVİ EFENDİ 4. BÖLÜM 


“Güneş Türk bayrağı üstüne doğsun.”
Bunun aralarında söylenmesi gereken bir parola olduğunu anlayan Ali Süavi’de söylenenleri tekrarladı.
“Güneş Türk Bayrağı üstüne doğsun.”
Arife hepsine baktı, kapıyı açtı içeri girdi ve kapattı...

Üç erkek sedire oturdular. Haydar boşalan bardaklarına çaylarını koydu. Gıyas sedirden indi. Sırtını sedirin ayak konulan yerine yasladı bağdaş kurdu oturdu.
Haydar’da sobanın yakınına oturdu. İkisi de konuşmuyorlardı.
Ali Süavi Arife’nin verdiği dosyayı eline aldı.
Sedirin sırt kısmındaki halı yastıklara yaslandı okumaya başladı.
Bir süre sonra Gıyas’la, Haydar’da alt kata indiler.
Ali Süavi dosyanın ilk sayfasını çevirdiğinde okuduklarına çok şaşırdı.
“Yeni bir insan, yeni bir hayat yaratmışlar.”
Şaşırmıştı.
Dosyanın içindekileri ezberlemek için defalarca okudu. Devamlı baştan alıyordu.
Kişiler, yerler, isimler...
Kendi ile ilgili bilgiler. Nerede doğmuştu, ailesi kimdi, ne okumuştu, daha önceki muallimlik yaptığı okullar nereleriydi o okullardaki öğretmenler, o kasabaların mülkiye amirleri...
Hatta sevdiği ve sevmediği tarafları...
Nasıl davranacağı nasıl bir karakter çizeceği de belirlenmişti. Okudu durmadan okudu. Ezberlerini çalışmak için ayağa kalkıyor yürüyordu. Durmadan yürüdü ve durmadan çalıştı, çalıştı...
Horoz seslerini duyduğunda dosyayı tümüyle ezberlemişti.
Pencere kenarına gitti, dışarıya bakmak için perdeyi kaldırdı. Pencerelerin tahtalarla kapatılmış olduğunu gördü. Şaşırmıştı.
“Gece karanlıktı geldiğimde… Buradan bir yer görünmüyor. Horozlar öttüğüne göre sabah oldu.”
Perdeyi düzeltirken merdivende yukarı çıkan Gıyas ile Haydar’ın ayak seslerini duydu.
“Sabah şerifleriniz hayırlı olsun Hekim Bey.”
“Sizin de…”
Arife hanımın;
“Hayırlı sabahlar.”
Sesini duydular. Üç erkekte;
“Hayırlı sabahlar” 
Ali Süavi o zaman Arife Hanım hakkında düşündü.
“Arife hanıma önem veriliyor. Baştakilerden biri zannımca...”
Arife Hanım hiç uykudan yeni uyanmış gibi bir halde değildi.
Sanki biraz önce odadan çıkmış gibiydi.
“Hekim Bey, dosyayı incelediniz. Sizin için tamamsa sobaya atalım.”
Üçü dikkatlice vereceği cevabı bekliyorlardı. Ali Süavi bir hayli rahat bir ifade ile konuştu.
“Atalım Arife Hanım. Benim için tamamdır.”
“Emin misiniz? Gördüğüm kadarı ile bir hayli isim ve vaka vardı.”
“Öyle,”
“Peki, siz bilirsiniz.”
Arife maşa ile sobanın kapağını açtı. Ali Süavi dosyayı sobaya attı. Arife Hanım kapağı kapattı.
“Efendiler, şimdi çıkacağız. Ali Süavi Bey, sizin kendi iyiliğiniz için gözlerinizi bağlayacağız.”
“Buraya hiç gelmediniz, bizleri hiç görmediniz.”
Ali Süavi ilk defa sert olmayan bir bakışla ve ses tonu ile cevap verdi.
“Peki efendim.”
Hep beraber aşağı indiler. Evden çıkmadan Ali Süavi’nin gözlerini bağladılar. Birkaç kerede kontrol ettikten sonra dışarı çıktılar.

Ali Süavi yüzüne vuran soğuk ama temiz hava ile kendine geldi. Derin bir nefes aldı. İçeri sıcak dışarı ise çok soğuktu.
Bir anda titredi. Haydar’ın tutuğunu bildiği sağ kolunun sıkılması titrediğinin onlarında fark ettiğinin anlamıydı.
Faytona çıkartırken biraz zorlansalar da hiç konuşmadan hekimi faytondaki yerine oturtmayı başarmışlardı.
Ali Süavi Gıyas’la, Arife’nin faytonda olduğundan emindi.
Onların hiç konuşmamalarına rağmen orda olduklarını hissediyordu.
Bir süre ama uzun bir süre gittikten sonra fayton durdu.
Arife’nin sesini duydu.
“Allah’a emanet olun.”
Ali Süavi, onun ve Gıyas’ın faytondan inmek üzere hazırlandıklarını hissetti. Gıyas kısık bir sesle;
“Uzun bir süre göz bağınızı açmazsanız hakkınızda hayırlı olur.”
“Ne kadar zaman açmayacağım?”
“Haydar size söyleyecek.”
İndiler ve fayton hareket etti. Bir süre daha gitmişlerdi Haydar’ın sesi geldi.
“Beyim gözlerinizi açabilirsiniz.”

Ali Süavi etrafına baktı. Sivas’tan çoktan çıkmışlardı.
Haydar arka tarafa doğru dönerek konuştu.
“Beyim oturduğunuz yerin altında keçeden iki battaniye var. Tamamen sarmalısınız kendinizi hava çok soğuk.”
O zaman ne kadar çok üşümüş olduğunu fark etti.
Çenesi titriyordu. Ağzından burnundan buharlar çıkıyordu.
Haydar’ın dediğini yaptı. Keçe battaniyelerden birini bacaklarına oturduğu yer dâhil sardı. Diğerini de başından itibaren sardı. Titriyordu. Ama Keçe battaniyeler çok kısa bir zaman sonra onu ısıtmaya başlamışlardı...
Bütün gece uyumadığı için, bir süre sonra ağırlaşan başını arka tarafa yaslayıp uykuya daldı.
Yine acı veren eskilere gitmişti.

Yine bir İstanbul gecesindeydi. Ama artık yazdı.
İstanbul sıcaktı. İnsanlar daha bir rahattılar.
Garip bir kokusu vardı bu gece İstanbul’un.
Fayton sesleri ile hayvanların ihtiyaçlarının kokuları bir armoni olmuştu, ama kötü değildi.
Denizin maviliği de açılmıştı, ağaçların yapraklarının rengi gibi. Yazlık çiçekler; Papatyalar, hanım elleri, yaseminler evlerin bahçelerinden dışarılara sarkmışçasına canlı duruyor bir o kadarda kokuyorlardı.
Faytonda bile geçerken bu nefis kokulardan nasibini alıyor, gönlü, ruhu ve bedeni seviniyordu. Ali Süavi çok heyecanlıydı.

Bu gün muradı olmuş. Öğleden sonra ‘Sultan’ı’ Sultanı yapmıştı.
Hoca nikâhlarını kıymış, o artık onun zevcesi olmuştu.

Camiden geliyordu. Arkadaşlarından izin almıştı.
Bu gece Allah’a hamd etmesi gereken çok şeyi vardı.
Camide içi huzur bulmuştu. Mutluydu. Huzurluydu.

Faytonda yine her iki taraftaki evlere ve pencerelerine bakıyordu.
“Benim gibi sevdiğine, sultanına, zevcesine hasretle giden ve gelip kavuşan varmadır bu cumbaların ardında...”
Gülümsedi. Annesi bu gece akrabalarında kalacaktı.
Ali Süavi öyle olmasını istememişti ama annesi çok ısrar etmişti.
“Bu gece olsun yalnız kalın oğlum.” Demiş ve gitmişti...

Fayton evlerinin önünde durduğunda yabancı bir eve gelmiş gibi hissetti. Faytondan indi evlerine baktı. Ev değişmiş güzelleşmişti.
“Allah, Allah her şey bana farklımı geliyor. Evimiz bu kadar güzel miydi?”
Bir süre yukarı cumbadan sızan ışığa baktı.
“Güzelliği getiren beni bekliyor.”
Anahtarı ile kapıyı açtı. Dua ederek içeri girdi.
Kapıyı kilitledi. Merdivenleri sakin ve yavaş, yavaş çıktı.
Kendi odasının kapısının önünde de bir süre durdu.
Derin bir nefes aldı. Kapıyı açtı.
Sultan oradaydı. Bir beyaz bulutun üzerine oturmuş, bir kelebek gibiydi.
Ali Süavi içeri girince adeta bulut hareket etti. Sultan ayağa kalktı.
Ali Süavi kapıyı kapatınca çok kısa bir an öylece durdu ve Sultana baktı. Odanın sessizliği içinde kalbinin atışlarının sesini duyar gibi oldu.
Sultan’ı ilk gördüğünde içine ateş düşüren bu dünya güzeli kıza baktı. Sultanın başı önüne eğik duruyordu.
Tülden yüzü seçilmiyordu. Onu özlediğini hissetti.
Sanki yıllardır bir arada yaşamışlar ve yıllardır da ayrı kalmışlar gibi! Sultana doğru iki adım attı.
Durdu aklına bir şey geldi.
İç cebinden yüz görümlüğü beşibiryerdeyi boynuna taktı.
Duvağını açtı. Genç kız eşinin gözlerine bakarak gülümsedi…
Ali Süavi’nin kalbi delirmişti. Yerinden çıkacakmış gibi hareketlenmişti.
Eşine baktı. Bir süre konuşmadı. Sadece baktı.
“Hoş geldin sultanım.”
“Hoş buldum.”
Ali Süavi genç kızı alnından öptü...
“Sana boşuna Sultan adını takmamışlar. İsmin sana yakışmış. Sultanlar gibisin.”
Genç kız yine gülümsedi.

Ali Süavi hayatının en güzel günlerini yaşıyordu.
Sultan inanılmaz bir kızdı. Ali Süavi’nin onu sevdiği gibi…
O da ilk karşılaştıkları gece Ali Süavi’ye vurulmuştu.
Âşık olmuştu.
Bunu eşine belli etmekten hiç çekinmiyordu.
Çok güzel ut çalıyor ve çok güzel şarkı söylüyordu.
Sesi inanılmaz güzeldi.
Sesi de kendi gibi Ali Süavi’de tiryakilik yaratmıştı.

Ali Süavi çoğu geceler işten geldiğinde Sultanından şarkı söylemesini istiyordu.
Anneleri onları mümkün olabildiğince yalnız bırakmaya çalışıyordu ama bazı geceler oda odasında bu güzel ut sesini ve bu güzel şarkıları çok güzel okuyan gelinin dinliyordu.
Oğlunun mutlu olmasından o kadar çok seviniyordu ki, oğlunu bu kadar mutlu ettiği için Sultana tam bir sultan gibi davranıyordu. Sultan yumuşak karakterli bir kızdı.
Kısa sürede Huriye Hatunu çok sevmiş, kendini de çok sevdirmişti.
Aynı evin içinde kaynana gelin gibi değil ana kız gibi yaşamaya başlamışlardı.
Sultan üstelik çok hamarattı. Çok güzel yemekler yapıyor, sofralar kuruyordu. Eli tez, gönlü tezdi. Yaptığı yenilir, söyledikleri dinlenirdi. Temiz olan evleri Huriye Hatun sayesinde her zaman tertipli düzenli olmuştu ama Huriye Hatun bile oğluna;
“Evimiz hiç şimdiye kadar bu kadar temiz olmamıştı.” diyecek kadar da temiz olmuştu.
Gelen misafirler ve komşular yeni gelinin yaptığı ikramları söyleye, söyleye bitiremiyorlardı...
Hayaller dağıldı.

Ali Süavi gözlerini açtı, etrafı anlamadan bir süre etrafa baktı.
“Oysa uyumuştum... Nasıl odu da uykuda hayallere daldım ve hatıralarımla karma karışık oldum. Aklım zalim oyunlar oynuyor bana.”
Göz kapakları yine ağırlaşmıştı...

Karanlıkların içinde koşuyordu. Her yer karanlıktı hiçbir yeri görmüyordu. Koşuyordu. Durmadan koşuyordu.
Bağırmak istedi sesi kalın ve ağırdı. Konuşmakta zorluk çekiyordu.
Bağırmak istiyordu sesi çıkmıyordu. Çırpınıyor başaramıyordu. Sonra hayal meyal uzaklardan titrek bir ışık gördü.
Işığı gördüğü anda sesi düzeldi ve bağırdı.
“Karanlıklar bitsin.”
Köpek havlamalarıyla gözlerini açtı. Etrafa baktı. Ayılamamıştı.
“Neredeyiz Haydar?”
“Kangal’dayız beyim.”
“Köpek seslerinden anlamam gerekirdi.”
Etrafına baktı. Kangal köpekleri faytonun yanından havlayarak gidiyorlardı.
“Ne güzel köpek bunlar böyle!”
Bir süre daha gittiler.
Ali Süavi’nin midesi bulanmaya başlamıştı. Haydar’a seslendi.
“Haydar kardeşim ben çok acıktım. Bir yerde bir şeyler yiyelim.”
“Tamam, beyim ilerde bir yer var, orada yeriz.”
Derme çatma bir yerin önünde durdular. Lokanta gibi olan yerin çokta lokantaya benzediği söylenemezdi.
Yolda aç olanların karınlarını ne bulurlarsa doyurdukları bir yerdi.
İçeri ağır yemek kokuyordu ama Ali Süavi o kadar acıkmıştı ki kokunun çokta farkında değildi. Kuru fasulye ve pilavdan başka yemekleri yoktu. Yanında yoğurt istediler. Ekmek çok lezzetliydi. Ekmekten bir iki lokma hızlıca yedi.
Haydar onu seyrediyordu.
“Köy ekmeği beyim lezzetli olur.”
“Evet, çok lezzetli”
Haydar’da acıkmıştı oda iştahla yemeğini yiyordu.
Karşı masada dört kişilik bir grubun kendilerine bakıp konuşmaları Haydar’ın dikkatini çekti.
“Beyim ben söylediğimde hemen bakmayın. Sizin arkanızdaki masada oturanlar Akkaya’dan beri peşimizdeler. Siz uyuyordunuz bunlar at üstünde birkaç kere bizi geçtiler, sonra yine yavaşladılar. Biz buraya geldikten sonrada onlar da buraya geldiler.”
Ali Süavi heyecanlanmıştı. Merakla sordu.
“Kim olabilirler?”
“Beyim ya onların da yolu bu yol üstünde ya da bizi takipteler.”
“O zaman sen de doyduysan kalkalım. Senin bir gözün arkada olsun. Eğer hemen kalkarlarsa bizi takip ediyorlardır.”
“Olur beyim.”
Biraz durdular. Ali Süavi;
“Haydar ben kalkıyorum. Sen biraz oyalan, öyle kalk.”
“Tamam, beyim.”
Ali Süavi kalktı, kapıya doğru hızlı adımlarla ilerledi. Kapıyı açtı, dışarı çıktı. Faytona doğru daha hızlı şekilde yürüyordu.
Haydar ona yetişti.
Hızlı hareket ediyor ve hızlı konuşuyordu.
“Beyim kalktılar peşimizdeler.”
“Tamam, Haydar faytona binelim, sen atları hızla sür.”
Ali Süavi arkaya, Haydar yerine hızla geçtiler, Haydar atların yularlarını çekti. Deh dedikten sonra atları hızla koşturmaya başladı.
Ali Süavi eğilerek faytonun kenarından arkaya baktı. Adamların atlara bindiğini gördü.
“Haydar atlara bindiler, geliyorlar. Atları hızlandır.”
“Tamam beyim.”
Haydar atları kamçıladıkça atlar hızlanıyordu Ali Süavi arada bir arka tarafa bakıyordu. Atlılarda atlarını daha hızlandırmışlardı. Bağırdı.
“Haydar hızlandılar.”
Bir süre böyle gittiler.

Atlar aradaki mesafeyi gittikçe kapatıyordu. Atlılar yanlarına yaklaştılar ve önlerine geçtiler. Dört at yan yana yolu kapattı. Haydar bağırdı.
“Beyim sıkı tutun üstlerine sürüyorum.”
“Beni düşünme Haydar sür.”
Haydar faytonu adamların üstüne sürdü. Ortadakiler çekildiler. Atlılardan bir tanesi hızla giden faytonun yanında at sürüyordu. Atından, faytonun içine Ali Süavi’nin üstüne atladı.
Boğuşmaya başladılar. Adamın vurduğu sert yumruk
Ali Süavi’nin dengesini bozdu.
Faytondan düşmemek için kenarlara tutundu. Baş tarafı boşlukta bedeni faytonun içindeydi. Adam cebinden çıkardığı bıçağı Ali Süavi’ye tam saplayacakken bir silah sesi duyuldu.
Adam ‘Ah’ diye bağırdıktan sonra faytondan düştü.
Ali Süavi o anda Haydar’ın elindeki silahı gördü. Haydar yan dönmüş bir elinde atların yularları, diğer elinde silahıyla Ali Süavi’ye bakıyordu.
“Beyim yaralandınız mı?”
“Hayır, ben iyiyim.”
Haydar’ın kısa da olsa boş bulunmasından yararlanan üç atlı faytonun önüne geçmişler, atların hızını azaltmışlardı.
Atlar durduğunda Haydar yere atladı, atlılarda atlarından inmişlerdi.
Ali Süavi atın yanındaki adamın üstüne atladı. Yumruklaşmaya başladılar.
Bir silah sesi daha duyulduğunda Haydar’ın yanındaki iki adam ellerini kaldırdılar. Teslim oluyorlarmış gibi hareket edince, Haydar silahı üstlerine doğrulttu.
“Bre iblisler ne istiyorsunuz?”
Ali Süavi boğuştuğu adamı etkisiz hale getirmişti. Diğer iki adam yere diz çöktü, ellerini başlarının üstüne koydu.
“Beyim bizim hiç günahımız yok… Sizi buradan geçirmemek için yüklü para verdiler. Biz aracıyız beyim…”
Ali Süavi adamların yanına yaklaştı.
“Kimdiler ne dediler?”
“Vallahi beyim karanlıktı iki tane genç adam!”
“Biraz sonra şu evden çıkacak faytonun peşine düşün, tenha bir yerde kıstırın’ dediler.”
“Çok uzun zamandır peşinizdeydik, uygun yer bulamadık.”
Ali Süavi kaşlarını çatmış, sesini yükseltmiş bağırıyordu.
”Adamlar başka ne dedi?”
“Bizi bildiklerini, parayı alıp kaçarsak bizi öldüreceklerini söylediler.”
Haydar Ali Süavi’ye baktı.
“Beyim ne diyorsunuz ne yapalım. İstiyorsanız bunları şurada geberteyim.”
Ali Süavi neye karar vereceğini bilemeden bir müddet düşündü.
Ne zor karardı.
O hekimdi. Can almaz, can kurtarırdı. Nasıl onların ölmelerine karar verebilirdi.
“Haydar bırak gidelim; belalarını bizden bulmasınlar.”
“Yani beyim bunları burada bırakalım mı?”
“Başka ne yapabiliriz?”
“Vuralım beyim bunları. Ne yaptıklarını, kim olduklarını bilmiyoruz.”
“Hayır Haydar… Belki biraz önce vurduğun adam ölmüştür. Bunların atlarını alalım.”
“Çok doğru beyim. Bunlar zaten bu dağ başında, karda, kıyamette yürüyerek kurtulamazlar.”
Haydar elindeki silahı Ali Süavi’ye verdi.
“Beyim bu sende dursun; bir itlik yaparlarsa çekip vurursunuz.” 
Sonra atları faytona bağladı.
Ali Süavi faytona binmeden etrafa baktı. Kara kış buradaydı.
Hava çok soğuktu. Ayaz vardı. Adamlar yere diz çökmüş yalvarıyorlardı. Biri bağırdı.
“Atlarımızı aldınız. Biz burada ne yaparız. Donarız.”
Ali Süavi onların orada donacaklarını biliyordu. Ama yapacağı hiçbir şeyi yoktu.
İçinden bir şeylerin koptuğunu, parçalandığını hissetti.
“O kadar dayak yedim canım hiç bu kadar yanmadı.”
Haydar’ın sesi adamların seslerinin üstüne çıktı.
“Beyim haydi gidelim.”
Ali Süavi adamlara bakmadı. Hızla faytona yürümeye çalıştı. Yürümesi bile ne kadar zordu. Tipiden gözünü açamıyordu. Çok soğuktu.
Faytona gelince elindeki silahı Haydar’a verdi. Yerine geçti. Adamlar ayağa kalkmış peşlerinden koşuyorlardı.
“Bizi bırakmayın. Bizi bırakmayın.”
Ali Süavi elleri ile kulaklarını tıkadı.
“Buna nasıl dayanacağım. Bunları nasıl yapacağım. Allah’ım bana güç ver.”
Gözleri nemlenmişti. İçi çok acıyordu. Uzaklaştıkça orada kendinden bir şeyler bıraktığını biliyordu.
Haydar atları iyice hızlandırmıştı.

Ali Süavi Haydar’ın arada bir kolunu havaya doğru kaldırıp sallayıp indirdiğini gördü. Seslendi.
“Neyin var Haydar?”
Haydar duymadı. Ali Süavi tekrar seslendi.
“Haydar, neyin var?”
Haydar bu sefer duymuştu. Arkaya baktı.
Ali Süavi kolunu işaret etti.
“Önemli değil beyim kolumu incittim galiba.”
“Çok mu ağrın var?”
“Yok, beyim, idare ederim.”
Biraz daha gittikten sonra Haydar atları yavaşlatmaya başladı. Kolunu durmadan hareket ettirmeye çalışıyor, bir şeyler yapıyordu. Acı çektiği belliydi. O kolu ile tuttuğu yularlar gevşemeye başlayınca atların hızı da azalmaya başladı.
Atlar hızlarını kesmişlerdi.
Ali Süavi bağırdı.
“Böyle olmaz Haydar, kolun çıkmış olabilir. Sen arka tarafa geç.”
“Burası çok soğuk beyim donarsınız.”
Ali Süavi kesin talimat verir gibi konuştu.
“Haydar atları durdur, arka tarafa geç.”
Haydar atları durdurdu. Ama inmedi. Bekledi.
Ali Süavi arka taraftan indi. Atların olduğu yere geldi.
“Haydar belli ki çok acın var. Böyle arabayı süremezsin atların yavaşlamasının hepimize zararı var. Hayvanlarında ısınması gerekiyor. Haydi, sen arka tarafa geç.”
Haydar isteksiz kabul etti. Arka tarafa geçti. Yüzü acı içindeydi. Belli ki çok ağrısı vardı ama duracak muayene edecek durumları yoktu. Çok soğuktu. 
Ali Süavi atların yularını eline aldı, hızla yola devam ettiler.
Yağan kar taneleri suratına kırbaç gibi geliyordu, üstelik çok üşüyordu.

Kendi ile konuşuyor, kararlar veriyor, aklında uyguluyordu...
 “Sıcak günleri hatırlamalıyım. Yazın en sıcak günlerini düşünmeliyim. Çocukluğumda yazları nasıl sıcak olurdu Urfa... Sıcaktan bunalırdık.”
Ama olmuyordu çok üşüyordu. Elleri donmak üzereydi. Bıyıklarından küçük küçük buzcuklar sarkıyordu. Gözlerinden akan yaşlar donuyor buda canını çok acıtıyordu. Yaralı yerleri çok sızlıyordu.
Ali Süavi ciddi acı çekiyordu. Ama kararlıydı. Kendini kapıp koyuvermeyecekti.
“Başaracağım.” Diyordu kendine bağırarak...
Tersekan’a kadar böyle geldiler…
Ali Süavi şehrin girişinde atları durdurdu. Haydar’a döndü…
“Şimdi ne yapıyoruz? Buraya kadar yolu şaşırmadım ama burası karışık… Baksana üç yol ayrımı var hangi tarafa gideceğiz?”
“Beyim bu atlılar yüzünden yolumuzu değiştirdik… Ben Tersekan’a saptım ya… Haliyle yolumuz uzadı. Normal yola devam etmiş olsaydık, şimdi Mancınık’a gelmiş olurduk. Biz buradan?”
Haydar sustu. Bir süre düşündü. Sonra karar vermişti.
“Darende üzerinden gideriz.”
“Peki, sen daha önce bu yollardan gittin mi?”
“Beyim gitmiştim ama o zaman yazdı, bu havada yollar nasıldır vallahi bilmem.”
“Eee inşallah yolda kalmayız.”
“Allah büyük. Beyim şimdi çok iyiyim artık ben geçeyim.
Sen alışkın değilsin, hem dinlendim artık.”
“Böyle gidebilirdik Haydar.”
“Yok, beyim, sen alışık değilsin.”
Ali Süavi’nin takati kalmamıştı. Yorulmuş ve üşümüştü.
Yer değiştirdiler.
Haydar daha iyiydi, ilerlemeye başladılar. Gittikçe yükseğe çıktıklarından hava daha da soğuyordu.
Ali Süavi keçe battaniyenin birini yine dizine ve ayaklarına sarmıştı, diğerini başından itibaren elleri de içinde olacak şekilde örtünmüştü. Buna rağmen çok üşüyordu. Aklı Haydar’a takılıydı. Bağırdı.
“Haydar ben burada bu kadar üşürken sen orada ne haldesin?”
“Beni merak etme beyim, hem hareket halindeyim, hem kalın giyinmişliğim var, hem de alışkınım. Beyim ben Sivaslı’yım. Soğuğa sormuşlar nerelisin diye, aslen Erzurumluyum ama Sivas’ta otururum demiş.”
Ali Süavi güldü.
“Çok yaşa Haydar güldürdün beni.”
Düşündü...
“Birileri daha söylemişti bunu bana. Kimdi acaba!”
Kimin söylediğini düşünürken aklı ona oyunlar oynuyordu.
Asıl aklına takılan konuyu düşündüğünü çok sonra fark etti.
“Bizi niye takip ediyorlar. Kim onlara bizi geçirmemeleri için para vermiş ve tehdit etmişti. Ve onlara ne oldu şimdi. Ben bu keçelerin altında bu kadar üşürken onlar çoktan donmuşlardır. Heyhat bu nasıl olacak bilmiyorum.”
Biraz daha düşündü. Sonra Haydar’a sormaya karar verdi.
Bağırdı.
“Haydar peşimizdekileri kim tuttu sence?”
Haydar’da bağırarak konuşuyordu.
“Valla beyim nerden bileyim. Ben de hep onu düşünüyorum.”
Ali Süavi düşündü ama kendilerini evden takip ettirecek kişileri bulamadı.
Bir süre daha gittiler. Kar hızlanmaya başladı. Her geçen dakika hızını arttırıyordu.
“Bu gidişle Urfa’yı memleketimi görür müyüm acaba... Mübarek gittikçe şiddetleniyor, kızıyor haykırıyor. Memleketimin başına gelenlere o da üzülüyor. Böyle intikamını alıyor besbelli...”

Saatlerce kar altında gittiler… Uyumak istemiyordu.
Keçelerin altında bile üşüdüğüne göre uyumamalıydı.
Ama bünyesi son bir iki günde bir hayli zayıf düşmüştü.
Yine uyumuştu. Uyandığında ısınmış buldu kendini.
Darende’ye geldiklerinde ikisi de perişan haldeydiler.
“Beyim bu gece burada bir handa konaklayalım. Sabah ola hayrola.”
“Haklısın Haydar, çok yorulduk.”

Haydar bir hanın önünde durdu.
“Beyim burada kalalım. İyi bir yere benziyor. Dinleniriz, karnımızı doyurur yatarız.”
“Evet, Haydar öyle yapalım.”
Yemeklerini yediler. Isınmışlardı. Hiç oyalanmadan yatmak üzere kendilerine gösterilen yere gittiler. Hemen yattılar.
Ali Süavi çok üşüdüğü için yorgana iyice sarılmıştı.
Hemen uyumuştu. Bir tıkırtı sesiyle uyandı.
Gaz lambasının titrek ışığında içeride birilerinin olduğunu fark etti.
Başucunun yanındaki sandalyede ceketi ve paltosu vardı.
Birinin paltosunun ceplerini karıştırdığını gördü. Hızla yerinden kalktı, adamın üstüne atladı. Boğuşmaya başladılar.
Seslere Haydar uyanmıştı.
“Ne oluyor?”
Ali Süavi adamı kıskıvrak yakaladı… Haydar gaz lambasının ışığını biraz daha açtı. Yakalanan çok genç bir çocuktu.
“Vurma abi! Kurban olayım vurma!”
“Kimsin, ne arıyorsun?”
Haydar, hemen karar verdi.
“Hırsızdır bu köpek.”
Genci dövmek için yumruğunu havaya kaldırdığında Ali Süavi elini tuttu.
“Haydar bir dakika dur konuşsun dinleyelim.”
Haydar sakinleşememişti.
“Ulan niye hırsızlık yapıyorsun?”
Genç itiraz ediyordu. Ama Haydar onu dinlemiyor, durmadan suçluyordu...
“Abi vallahi ben hırsız değilim.”
Ali Süavi genç çocuğun yakasından tuttu.
“Ceketimin ceplerini karıştırıyordun, gördüm seni.”
“Yemin ederim abi hırsız değilim ben.”
Haydar bağırdı.
“Cebini karıştırıyormuşsun ulan. Şimdi seni ayağımın altına alırım.”
Ali Süavi oldukça sakin çocuğa sordu.
“Peki, o zaman sana vurmayacağız, ama sen de bize ne aradığını söyleyeceksin.”
Genç çocuk heyecanla konuşmaya başladı.
“Aşağıda bir adam beni gönderdi. Ceketinin cebinde olanları istiyordu.”
“Bir adam, yalnız mıydı?”
“Ben bir kişi gördüm.”
”Ne dedi sana?”
“Amca ben bu handa çalışıyorum. Buraları temizliyorum.”
“Siz geldiğinizde ben oradaydım. Siz odaya çıkarken o adam bana dedi ki.”
“Ne dedi oğlum söylesene...”
“Biraz sonra bu yeni gelenlerin odasına gidip, ceketlerinin cebinde ne varsa bana getirirsen, sana çok para veririm dedi…”
“Hasta anama bakıyorum amca para çok olunca kabul ettim.”
“O adam şimdi nerde?”
“Ben buraya gelirken aşağıdaydı.”
“Seni bir şartla bırakırım. Şimdi aşağı ineceğiz! Sen bana o adamı göstereceksin.”
Haydar hemen söze girdi.
“Beyim nasıl yaparsın böyle bir şeyi? Kim olduğunu bilmiyoruz.”
Ali Süavi biraz sert bir ses tonu ile konuştu.
“Tamam Haydar! Öğrenmek için gidiyorum.”
Haydar kalktı hazırlanmaya başladı.
“Ben de gelirim o zaman.”
Ali Süavi kesin bir ifade ile konuştu.
“Hayır, sen burada kalacaksın. Adam kuşkulanmasın.”
Ali Süavi ceketini giyerken genç çocuğu inceliyordu. Çocuk korkmuştu.
“Haydi, bakalım delikanlı, göster bakalım kimmiş bu seni gönderen!”
Genç telaşlanmıştı.
“Beni döver herhalde.”
“Haydi, bakalım yürü...”
Genç önde Ali Süavi arkada odadan çıktılar.
Haydar arkalarından bakıyordu. Ama canı sıkılmıştı.
Ali Süavi’nin yalnız aşağı inmesinden hoşlanmamıştı. Merdivenlerden inip, lokanta gibi olan yere geldiklerinde
Ali Süavi, bir iki masanın üzerinde uyuklayan adamlardan başka kimseyi göremedi.
Etrafa bakındı, kimseyi göremedi. Yanındaki gençte bakınıyordu. Genç çocuğu sordu,
“Nerde?”
Genç Ali Süavi’nin sert sesinden ürkmüştü. Bir adım geriledi.
“Bilmiyorum abi buradaydı.”
Ali Süavi boş masaya doğru yürüdü.
“Ben şurada oturacağım sen etrafa bak gel.”
“Olur abi.”
Genç hızla uzaklaştı...
Ali Süavi kendine en yakın masaya oturdu. Gözü etraftaydı. Bir süre daha bakındı. 
Omzuna dokunan el ile sıçradı. Hızla arkaya döndü.
Ali Süavi karşısında duran adamı görünce gözlerine inanamadı. Şaşkınlıkla sordu.
“Cemil sen ne arıyorsun burada?”
Adam çok heyecanlı, bir o kadar sevinçliydi. Gülümseyerek konuştu.
“Biliyordum, senin olacağını tahmin ettim.”
İkisi birbirine sarıldılar. Güldüler. İkisi de çok heyecanlıydılar.
Ali Süavi şaşkınlıktan ne söyleyeceğini bilmiyordu.
“Cemil seni burada gördüğüme inanamıyorum. Ne işin var burada?”
Cemil masaya oturmalarını işaret etti. Oturdular.
Arkadaşı gülümsüyordu. Birbirlerine bakıp tekrar gülümsediler. Cemil gülümseyerek konuştu.
“Ali Süavi bu vatan hepimizin vatanı!”
Ali Süavi çok şaşırmıştı. Başını iki yana salladı. İnanamıyor gibiydi.
“Yani sen? Öyle ya Sait senin ağabeyindi.”
Cemil başını iki yana salladı. Çok kararlı konuşuyordu.
“Ne fark eder kardeşim?”
Genç çocuk koşarak Ali Süavi’nin yanına geldi.
İkisini konuşurken görünce şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. Bir süre baktı. Sonra Cemil’den ürkerek konuştu.
“İşte buydu, bu ağabeydi.”
Güldüler…
Cemil, ‘Sağ olasın’ dedi çocuğa para verdi.
“Hadi bakalım koçum; şimdi de bize güzel bir çay yap.”
“Hemen yaparım abi.”
Çocuk elindeki paraya baktı. Gülerek gitti.
“Cemil sen nereye gidiyorsun?”
“Ben. Ben buralardayım. Her yerdeyim… Sen Urfa’ya gidiyorsun…”
“Evet. Ben Urfa’ya gidiyorum.”
“Sana Urfa’dan bir iki arkadaşımızın isimlerini vereceğim.
Bunları aklında iyi tut. Bunlar orada senin elin, ayağın olacaklar. Senden haberleri var, bekliyorlar.”
“Tamam. Söyle…”
“Ayakkabıcı Hüsrev, Gardiyan Şehmuz, Lokantacı İbo, Ebe Adalet, Hancı Veysi… Ayrıca, Hükümette çalışan üç adamımız var… Onların isimleri henüz bana bildirilmedi. Büyük ihtimalle bunu sen öğreneceksin.”
“Benim görev yapacağım mektepte Zehra hoca da bizdenmiş.”
“Zehra hoca… Böyle bir isimden haberim yok. Bu ismi sana kim verdi?”          
“Arife hanım.”
“Arife hanım kim?”
“Tanımıyor musun? Arife hanım beni Sivas’ta…”
Cemil ayağa kalktı.
“Olmadı kardeşim. Senin Arife Hanım gibi birini gördüğünü ya da tanıdığını zannetmiyorum.”
Ali Süavi, Arife hanımın sözlerini hatırladı.
“Buraya hiç gelmediniz, bizleri hiç tanımadınız.”
Ali Süavi, bozulmuştu…
“Haklısın, yapmamalıydım.”
“Üstelik bu ilk hatan değildi.”
Çok şaşırmıştı. Cemil yerine tekrar oturdu. Bir süre konuşmadı. Canı sıkılmıştı.
Genç çocuk çaylarını getirdi masaya bıraktı.
İkisi de bardağa uzanmadılar. Bir süre sonra Cemil bardağa şeker koydu, karıştırdı bir yudum içti, konuşmaya başladı.
“Nasıl yani?”
“Bana neden güvendin?”
“Ama sen?”
“Ali Süavi, bu davada kimseye güvenmeyeceksin. Sait’in bu işin içinde olması benim de Sait için bu işe girdiğimi göstermez. Taşıdığın sorumluluk çok ağırdır. Gerek eğitimin, gerekse Fransızcaya olan hâkimiyetin bu vazifeye getirilmeni sağlayan sebeplerden bazılarıydı. Ama en büyük sebep Fransa’da yaptığın mücadeledir. Bu dava için yurtdışında mücadele veren neferlerimize yardımlarındır. Yoksa sadece sen istiyorsun diye paşa hazretlerinin seni bu göreve layık göreceğini mi sanıyorsun?”
Ali Süavi çok şaşırmıştı.
“Benim orada neler yaptığımı nerden biliyorsunuz?”
“Seçilmiş olmak için seçmek gerekir.”
Tam bu sırada faytoncu Haydar yanlarına geldi. Cemil hızla ayağa kalktı. Haydar’a başı ile selam verdi.
“Buyurunuz komutanım.”
Ali Süavi, Cemil’in Haydar’a gösterdiği saygıya o kadar çok şaşırmıştı ki yerinden kıpırdayamamıştı...
Donmuş kalmıştı.
İkisine bakıyordu. Hiçbir şey düşünemiyordu. Öylece bir ona bir diğerine bakıyordu. Haydar değişikti.
Haydar, faytoncu Haydar değildi…
Sanki duruşu, bakışı değişikti, ses tonu konuşması bile değişmişti. Ali Süavi ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmıştı. Sadece bakıyordu. Haydar kararlı bir ses tonu ile konuştu.
“Rahatsız olma Cemil.”
Haydar bir sandalye çekip masaya oturdu. Mahcup, sevecen ve çekingen adam değildi.
Tam tersi sert bakışlı, vakur, kendinden emin bir lider havası içindeydi...
“Getirildiğiniz görev çok önemli bir yerdir. Sizin cesaretinizi, düşüncelerinizi ve sadakatinizi ölçmek zorundaydık.”
Ali Süavi sadece çok şaşırmamıştı çokta bozulmuştu.

Bir süre kaşlarını çatarak her ikisine baktı. Konuşmadı. Bekledi. Kendince sakinleşmeyi bekliyordu. Diğer ikisi sessizce ona bakıyorlardı. Ali Süavi Haydar’ın gözlerinin içine bakarak konuştu.
“Sizin kim olduğunuzu bilmiyorum. Bildiğim başından beri oynanan oyunların kötü olduğu, bu kadar eziyet ve korku sadece sınanmak içinse yazıktır. Ben dünkü genç değilim ve takdir edersiniz ki uzun yıllar eğitim ve öğretimde bir yere gelmiş biriyim. Paşanın yakını olmak önemlidir. Ama benimde Yurt dışında yaptıklarımda bir hayli önemliydi.”
Çok sinirlenmişti. Sesi bazen boğazında düğümleniyor gibi çıkıyordu.
“Bizim aileden şimdiye kadar kimse ama kimse vatanına hıyanet etmedi, etmez de. Fransa’da olduğum için beni tercih ettiniz. Ama görüyorum ki yine Fransa’da olmam sizlerde şüphe uyandırmış. Ben bu kadar incelemenin beyhude olduğuna inanıyorum. Madem benden gerçekten yararlanacaktınız, neden beni devamlı sonu belli olmayan oyunların içine soktunuz. Tanımadığım insanlarla çatıştırdınız. Kim bilir belki! Belki de trenden...”
Sözünü tamamlayamadı. Gördükleri karşısında bir daha şaşkına döndü...
İçeriye girdiğinde başları masada uyuyanların uyandıklarını kendine baktıklarını gördü. Bunlar kendilerini takip eden dört kişiden başkaları değildi. Çok şaşırmıştı.
Kekelemeye ne diyeceğini bilmeden şaşkınlıkla onlara ve Haydar’a bakmaya başladı. Cemil’e baktı. Şaşkındı ama bir o kadar da kızgındı. Çok kızgındı.
“Bunlar, olamaz. Yok, bu kadar değildir. Yoldaki adamlar. Bunlardan biri ölmüştü. Gözlerimle gördüm. O soğukta orada bırakmıştık bunları.
Bunların donmuş olmaları gerekir. Bunlar nasıl oluyor.”
Sustu. Adamlara tekrar baktı. Masadakilere baktı. Çok şaşkın çok sinirliydi.
“Bu imtihan değil bu. Bu... İşkence...”
Haydar adamlara işaret etti.
“Onlar bizim adamlarımızdır. Gelin beyler tanışma zamanıdır.”
Adamlar masaya geldiler. Cemil masaya yaklaşıp Haydar’a saygıyla selam verenleri tanıttı...
“Nafıa Müdürü Eşref Efendi, Muallim Kudret Efendi,
Mühendis Murat Efendi, Avukat Hüseyin Efendi...”
Ali Süavi çok şaşkın ve kızgındı.
Nezaketi gereği daha önce yumruk yumruğa girdi adamlarla tokalaşmak üzere ayağa kalktı.
Hepsi ile tokalaşırken onların hafif gülümsemelerine cevap vermedi.
Hala kızgın ifadeliydi ve çok sert bakıyordu.
Onlar tokalaştıkları eli sertçe sıkıyorlar diğer ellerini kalplerinin üzerinde tutuyorlardı.
Asker gibi tokalaşmadan önce iki ayaklarını birbirine vuruyorlar, öylece ellerini uzatıyorlardı. Haydar devamlı olarak Ali Süavi’yi izliyordu.
Israrlı bakışları hissettiğinden oda arada ona bakıyordu.
İkisi de birbirlerine sertçe bakıyorlardı.
Cemil hiç bir şey söylemeden masada oturuyordu...
Bir süre böyle geçti.
Haydar Bey’in gür sesi ile verdiği direktifi sessizliği bozdu.
“Oturun beyler...”
Masanın yanına bir masa daha ilave edildi. Beyler sandalyeleri alarak oturdular. Gergin bir hava vardı. Kimse konuşmuyordu.
Ali Süavi’nin hala hızla atan kalp atışları sakinleşmemiş, ellerinin titremesi geçmemişti. Derin derin nefes alıyor, masada çay bardağının altındaki tabakla oynuyordu.
Dudaklarını arada bir ısırıyor ama kimseye bakmıyordu.
Diğerleri de konuşmuyorlardı.
İlk konuşan Cemil oldu.
“Geç kaldılar efendim.”
Saatine baktı. Sonra kapıya doğru baktı. Cemil Bey aynı kararlı ifadesi ile cevap verdi.
“Onlar buradalar. Bizden haber bekliyorlar.
Murat Efendi bir zahmet şu baştaki ilk odanın kapısını çal; gelsinler, toplantıya başlayalım.”
Murat bey;
“Derhal efendim.”
 Hızla yerinden kalktı. Yan taraftaki kapılardan birinin kapısını çaldı.
Ali Süavi kapıdan gelenleri görünce söyleyecek söz bulamadı. Sadece ‘olmaz’ dercesine başını iki yana salladı. 
Odadan gelenler; Önde Arife Hanım ve Gıyas Efendi…
Arkalarında İstanbul’dan Sivas’a gelirken trendeki köylüler vardı.
Cemil, şaşkınlığından bu sefer ayağa kalkan Ali Süavi’yi durdurdu…
Alçak sesle;
“Sakin ol.”
Köylü erkekler başlarındaki kasketi çıkardılar. Kadınları bir kere bile başlarını kaldırıp Ali Süavi’ye bakmamışlardı.
Oysa şimdi hepsi karşısında oldukça medeni, bir o kadar da saygılı, Haydar beye selam verip, yanında ayakta durdular...
Haydar bey şaşkın ayakta duran Ali Süavi’ye;
“Hekim Bey, bu davaya baş konulmuşsa? Her şey yapılacaktır buradakiler birbirinden haberli çalışacaktır. Gördüğünüz arkadaşların hepsi sizin gibi Urfa ve etrafında çalışacaklardır... Peygamberler şehri Urfa bizimdir ve bizim olarak kalacaktır.”
Cemil Ali Süavi’nin gözlerinin içine bakarak kararlı konuşur.
“Sana Urfa’da birlikte çalışacağın arkadaşların isimlerini vermiştim. Bu arkadaşlar onlardan bazıları… Birbirinizi tanıyın... Hüsrev, Şehmuz, Adalet ve aramıza yeni katılan hekim Meliha hanım...”
“Hekim mi? Trende hastalanan sizdiniz değil mi?”
Genç kadın gülümsedi.
Cemil devam etti.
“Meliha hanımın da Urfa Devlet Hastanesine tayini çıktı… Senin gibi yeni başlayacak. İbo ve Veysi’yi zamanı gelince tanıyacaksın.”
Haydar bey;
“Doktor bey sizi sınamak zorundaydık. Trende Gıyas beyle yaptığınız konuşma doğru hareketti… Ama doktorluğunuz gerektiğindeki bir anlık boş bulunmanız yanlıştı. Gerçi hemen toparlanmışsınız. Sivas’ta Faytona binerken daha dikkatli hareket etmeniz gerekirdi. Benimle ve Gıyas beyle yaptığınız kavgada oldukça iyiydiniz ve sonuna kadar mücadele ettiniz. Yolda; Eşref, Kudret, Murat ve Hüseyin Efendilerle yaptığınız çarpışma, gösterdiğiniz soğukkanlılık da takdire şayandı… Ama bu beyleri orada bırakmanız için verdiğiniz karar vicdani bir olaydı. Bu işte acımayı bir kenara bırakacaksınız. Sizi denemek için ‘burada kalırlarsa da ölürler’ dediğimde gözlerinizdeki üzüntüyü gördüm. Bunun görüp yaşayacaklarınızdan sonra değişeceğine emin olduğum için üzerinde durmadım. Gece uykunuzdaki dikkatiniz de çok hoşuma gitti. Bir hayli şaşırmış vaziyettesiniz! İleride öğreneceğiniz en önemli şeylerden biri de hislerinizi belli etmemek olacaktır.”

Ali Süavi artık konuşması gerektiğine karar vermişti.
Masadakileri süzdü. Hepsi kendine bakıyorlardı.
Sonra Haydar beyde durdu.
“Belki konuşmalarım biraz önce söylediklerimden bazılarının tekrarı olabilir. Mazur görün. Gerçekten şaşkınlık içindeyim ve hoş görülü olmak niyetinde değilim. Ben olaylara çok önceden dâhil oldum derken, bütün yaşadıklarımdan sonra, İstanbul’dan trene bindiğim zamana döndüm.”

Ali Süavi sinirliydi. Konuşurken kırıcı olmamak için kelimeleri dikkatli seçmek istiyordu ama farkında olmadan bazılarını söylemekten korktuğundan biraz ara vermeyi düşünmüştü.
Derin bir nefes aldı. Oradakilere tekrar baktı.
Ve Haydar beye dönüp konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
“Bu kısa zamanda çok şey öğrendim. Sizin de söylediğiniz gibi zamanla hislerimi gizlemeyi öğrenirim. Oysa… Sizlere baktığım zaman aldığım darbeleri, korktuğum ve üzüldüğüm saatleri düşünüyorum. Bana sorarsanız yaptığınız imtihan çok ağırdı.
Cemil bey ‘Seçilmiş olmak için seçmek gerekir’ demişti. Hakkımda edinilen bilgiler esasında burada olduğumu düşünüyorum ve kanımca Paşa Hazretleri ve diğer yetkili ağız beni buraya gönderirken gerekli imtihanları yapmışlardır.”
Derin bir nefes alarak konuşmasına devam etti.
“Ben henüz Urfa’ya gidemeden gereğinden fazla husumet yaşadım. Büyük seçilmişliği geçtikten sonra, sizlerin bu oyunları bana doğru gelmedi. Yapacağım işte bana anlatılanlar benim ne kadar iyi dövüşçü olduğumu değil! Zekâm, bilgilerim, Fransızcam, yabancılarla sohbetlerdeki kabiliyetim değerlendirilmişti. Sait beyle görüşmemizde bana yardım edileceği, destekleneceğim ve neler yapmam gerektiği bildirilecekti. Hâlbuki bunun tam tersi çok mağdur duruma düşürüldüm. Haydar bey sizin biraz önce söyledikleriniz, trendeki Gıyas beyle konuşmam, evde sizlerle yaptığımız kavga, soğuk, kar ve silah olması lazım olanlardı zaten. Bundan emin olunmamış olunsa idi Kuvayi -Milliye böyle bir göreve beni layık görmezdi.”
Haydar Bey, Ali Süavi’nin konuşmalarını dinledikten sonra hışımla ayağa kalktı.
“Siz beni ne ile suçluyorsunuz?”
Masadakiler Ali Süavi’nin verdiği tepkiden oldukça şaşkındılar.
Ali Süavi’de ayağa kalktı.
“Benim özgüvenimi sarstınız. Sözlerim buradaki kişilerin zatlarına değildir. Hiç kimsenin ve hatta sizin benimle bu şekilde oynamanıza izin vermem. Sınanmışı sınamak abesle iştigaldir. Emir alacağım kişilere güven duymam gerekir. Siz Haydar Efendi ya da Haydar Bey, sen Cemil… Benim duygularımı sarsmaya hakkınız yoktu...”

Ali Süavi çok sinirliydi. Sinirli ve yüksek sesle konuşmuştu.
Tekrar hepsine baktı. Cemil ve Haydar Bey’e son olarak sert bir ifade ile baktıktan sonra masadan kalktı hızlı ve kararlı adımlarla hanın kapısına doğru yürüdü ve dışarı çıktı.
İlk hissettiği buz gibi soğuktu ama o bile içindeki kızgınlık ateşini söndürememişti. Gözlerinden ateş çıkıyordu adeta.
Ellerini yumruk yapmış sıkıyordu. Bu soğukta terlemişti.
Alnından terler sızıyordu. Sinirinden titriyordu.
Elinin üzerindeki kurumuş kanları tırnağıyla kazırken;
“Bu doğru değil, bu böyle olamaz.”
Söyleniyordu. Bir iki adım yan tarafa yürüyor, sonra tekrar geliyordu. Nefesleri o kadar sıklaşmıştı ki soğuk hava canını acıtıyor, nefes aldıkça boğazını yakıyordu.
Gözleri yaşarıyor, nefesi buhar oluyordu. Sinirinden başına ağrılar girmişti. Başındaki kırılan yerde iyi ağrı vardı. O anda vücudunun birçok yerinde aldığı darbelerden sızılarını ve ağrılarını hissetti. Çok kızgındı.
Ne yapacağını neye karar vereceğini bilmiyordu.
İleride bir iskemle gördü, gitti oturdu. Gözlerini kapattı.
“Allah’ım sinirlerime yenik düşürme beni... Sakin olmamı sağla Rabbim. Hakkımda ve Vatanımın hakkında hayırlı olanı yapmamı nasip et Rabbim.”

Arkasından gelen ayak seslerini duydu ama bakmadı. Bir an bile kıpırdamadan duruyordu. Cemil’in sesini duyduğunda da gözlerini açmadı onun tarafına bakmadı...
“Neden bu kadar sinirlendin? Anlamadım doğrusu!”
Cemil’in bu sözleri Ali Süavi’nin patlamasına sebep oldu...
Artık yüksek sesle konuşmuyordu bağırıyordu...
“Sen benim neler yaşadığımı biliyor musun? Bunca yıl verdiğim mücadelelerden sonra bir iki çapulcunun bana çektirdiklerini hoş göreceğimi mi sanıyorsun. Karşılıklı güven olmadıktan sonra muvaffakiyet olmaz. Göstermiş olduğum bir iki cesaret ve kavga sırasındaki başarım benim bu dava için görevlendirilmiş olmamı sağlıyorsa sağlamasın kardeşim... Biz kendi içimizdeki kavgayı bitirmemişiz ki, yabancılarla kavga edelim.”
Oturduğu yerden hışımla ayağa kalktı ve aynı ses tonu ile devam etti.
“Efendi sizin karşınızda eli silah tutan, iyi dövüşen babayiğit biri yok. Öyle biri her yerde var zaten bana ne gerek var o zaman buralarda. Söyler misin?”
“Ama Kardeşim!”
Sözünü bitiremeden Ali Süavi devam etti.
“Bizlerin konumlarının farklı olması gerekir. Bizler ilim irfan görmüş kişilerin, saçma sapan sözlerle, imtihanlarla, yollarda oynanan oyunlarla, asılsız hak edilmeden yapılan kavgalarla işi olmaz. Bizler gücümüzün kuvveti için değil, aklımızın bilgimizin varlığı için ve bu konuda yazan çizen olmak için burada olmalıyız. Bir hekimin, bir tıp uzmanının düştüğü duruma bakın! Neden ne olarak görüldüm ki cezalandırıldım.”
Bir süre durdu. Sakinleşmeye çalışıyordu. Ama nafile…
“Ne sebeple dayak atıldı, ne sebeple kafam kırıldı ve ne sebeple bilmediğim yerlere bilmediğim kişilerle gönderildim ve ne sebeple böyle bir toplantıya alet edildim. Bana anlatmalısın Cemil. Bu ne biçim bir oyundur. Ben bu işin başındaki, anlıyor musunuz en başındaki adamın güvencesi ile gelmişim. O zatı muhterem bana inanmış ve bana güvenmiş benim hakkımda İstanbul gerekli araştırmayı en son haline kadar yapmış ki o zatı muhterem ile beni bizzat yalnız bırakıp görüşmemi sağlamışlar. Ama ben kendilerinin kim olduklarını bilmediğim bir sürü saçmalıklarla dolu insanlarla kaç gündür köşe kapmaca oynuyorum. Bu olmaz yazıklar olsun!”
Ali Süavi, başından beri kendini dinleyen Haydar Beyden haberdar değildi. Haydar bey yanlarına yaklaştı. Cemil Haydar beyi son anda fark etti. Selam verdi. Haydar bey Cemil’e,
“Doktor beyle bizi yalnız bırakır mısın Cemil Bey!”
“Derhal efendim.”
Cemil hızla hana gitti.
Haydar Bey diğer iskemleyi aldı ve Ali Süavi’nin karşısına çekti ve oturdu...
“Doktor bey, bu yapılanları şahsınıza bir hakaret olarak görmeyin.
Ben 6.ordu kumandanı Ali İhsan Paşanın tavsiyesiyle oluşturduğu milis kuvvetlerinin üst düzeyinde görev yapanlardan biriyim. 1.süvari alayı Urfa’da, bir subay ve bir süvari takımı bırakarak Karaköprü’ye, şimdide Siverek’e çekildi.”
Haydar Bey kelimeleri dikkatli seçiyor, ağır sakin konuşuyordu.
“İngiliz’ler buradaki aşiretlerle ilişki kurmaya çalışıyorlar. Benim ve benim sıfatımda bu işi yapanların şimdiden sonraki görevleri; Bu aşiretlerin içlerine girmek, onlara gerçekleri bire bir anlatmaktır. Dolayısı ile benim görevim sizden sonra Urfa şehri içinde olmayacaktır. Ben Akçakale, Birecik, Bozova Ceylanpınar, Halfeti, Harran, Hilvan, Siverek, Suruç ve Viranşehir’de, arkadaşlarla beraber dağılımlı olarak çalışacağız…”

Haydar Bey sustu. Soğuktan rahatsız olur gibi bir hali yoktu.
Ali Süavi onu dinlerken hala ona oldukça sert bakıyordu.
“Size yüklenilecek olan görev sizin düşündüğünüzden çok daha önemlidir. Ve tabii ki size göre şahsınıza yapılmış hakaret olarak adlandırdıklarınız, bizim ve şahsen benim Urfa’dan çevresindeki yerlere gitmeden önce emin olmamı gerektiriyordu.”
Ali Süavi yine aynı sert ses tonu ile konuştu.
“Neden emin olmanız gerekiyordu?”
“Sizin yaptıklarınızı bilemem? Bize yukarıdan gönderilen birçok zatı muhteremi geri göndermek lüzumu olmuştur. Ama bir yerde eksik bilgi değil gizli kalmış bilgi vardır. Buda sizin söylediğiniz ve kast ettiğiniz zatı muhterem ile ilgilidir ve zatı muhteremle yapılan hiçbir şeyi bilemeyiz ve bildirilmez. Bunu dikkate aldığınızı düşünerek devam etmek istiyorum.”
“Buyurun.”
“Biraz önce söylediğim gibi! Bunları denemek mecburiyetindeydik. Velev ki, tekrar ediyorum sizin yanlış olarak düşündüklerinizi başarı ile bitirmemiş olsaydınız, faytoncu Haydar sizi tekrar Sivas’a isteyerek ya da istemeyerek geri götürecekti... Yaptıklarımız size çapulcu oyunları olarak gelebilir… Şimdi sizi dinledikten sonra bazılarına hak vermiş olsam bile! Emin olmak bu yaşadığımız günlerde artık zaruri olmuştur. Bunu hakaret olarak düşünmeyeceğim. Göstermiş olduğunuz cesaretinize ilaveten kendinden emin haliniz de, bütün kabalığınıza rağmen hoşuma gitmiştir... Şimdi sizden ricam; Yaşadıklarımızın kavgasını yapmaktan vazgeçip yaşayacağımız büyük kavgaların planlarını yapmak için içeri girmektir... Sabahla birlikte herkes görevlerinin başına gidecektir...”

Beş atlı, Urfa’ya girdikten sonra durdular.
Eşref, Kudret, Murat, Hüseyin bir tarafta, karşı taraflarında Ali Süavi durdu.
Ali Süavi iyi görünüyordu. Mutlu ama heyecanlı bir hali vardı. Kızgınlığı geçmiş, güçlenmiş gibiydi.
Karşısındakilere başı ile selam verdi.
“Burada ayrılıyoruz… Ben Hükümet binasına gidiyorum. Allah hiç birimizi mahcup etmesin.”
Attan indi. Atın yularını Hüseyin’e verdi. Tekrar başı ile selam verdi. Karşısındakilerde aynı şekilde selam verdiler.
Ali Süavi yüksek sesle;
“Güneş Türk bayrağı üzerine doğsun!”
Hepsi bağırdılar.
“Güneş Türk Bayrağı üzerine doğsun!”