Diğer vagonunun tuvaletinin önüne kadar yürüdü.
“Bahar gelse!”
İçi sıkılmıştı. Biraz daha durdu. Oradaki pencereden
bir süre dışarılara baktı. Sonra yeniden döndü kendi kaldığı vagonun önüne
doğru yürüdü…
“Hayret bizim adamlar sigaraya ara vermişler...”
Pencereden dışarı baktı. Peş peşe giden yoldaki
direkleri izlemeye çalıştı.
‘Ne kadar sık görünüyorlar. Sanki yan yana
dizilmişler.”
Her taraf bembeyaz karla kaplıydı. Güneş karla
birlikte daha beyaz daha parlak görüntü sergiliyordu…
Biraz ileriye doğru yürüdü.
Tuvaletin
olduğu yere gidiyordu. Tren virajlı bir güzergâh üzerinde olmalıydı durmadan
dönerek gidiyordu. Çok ta sallıyordu.
Ali Süavi ayakta durmakta zorluk çekiyordu. Arada
düşecek gibi oluyor hemen bir yerlere tutunuyordu…
Bir süre daha böyle gitti. Bir yerde durdu. Başı döner
gibi olmuştu.
Orda durdu bekledi. Bir sesle arkasına baktı. İri yarı
asık suratlı bir adam kendine oldukça sert bakıyordu.
“Sen bizimi dinliyorsun?”
“Anlamadım!”
“Anlamayacak ne var. Bizi dinliyor musun diyorum?”
“Yok, beyim sizi tanımam bilmem niye dinleyim sizi.”
“Ne halt ediyorsun o zaman bizim kapının önünde?”
“Ne diyorsun kardeşim düzgün konuşsana?”
“Düzgün konuşmasam ne olacak. Gelsene sen şuraya...”
Adam Ali Süavi’yi hızla kompartımana çekti iki kişi
daha ayağa kalktı.
Biri bağırdı.
“Ne var ne oldu abı?”
“Bu adam bizi dinliyor.”
Ali Süavi ondan sonra olanlara anlam veremedi. İri
yarı olan onun hiç beklemediği bir anda suratına okkalı bir yumruk attı. Ali
Süavi dengesini yitirdiği anda diğer ikisinden de bir iki yumruk yedi. Oda
yumruk atmak istedi. Engel oldular. Çevresini sardılar.
Ali Süavi olanlara inanamıyordu. Birkaç yumruk daha
yedi ve kendi de bir iki yumruk atmayı başardı. Kavga sırasında koridora
çıkmışlardı. Adamlar Ali Süavi’yi orada bırakıp içeri gittiler.
Ali Süavi’nin gözleri kararmıştı.
Ne kadar orada kaldığını hatırlamıyordu, tanıdık
seslerle kendine geldi.
“İyide böyle durup dururken, niye yaptılar?”
“Allah, Allah! Ne oldu bu beye yahu?”
Ali Süavi toparlanmaya çalıştı. Cebinden mendilini
çıkarttı, dudağından akan kanları sildi.
Adamlar hala merakla onun vereceği cevabı
bekliyorlardı.
“Tren sallayınca açık kapıdan bir adım içeri girdim.
Ona kızdılar. Kasten yapmışım gibi düşündüler.”
Biri buna çok kızdı.
“İyi halt etmişler. Ne var bunda kızacak. Allah
Bela... Tövbe Tövbe adamı günahkâr eder bu münafıklar...”
“Kardeşim halin hal değil. Kalk sana yardım edelim.
Seni pek kötü dövmüşler, kafanda kırılmış herhalde!”
Ali Süavi elini başına götürdü yokladı. Eli kan içinde
kalmıştı.
“Düştüğümde kafamı vurdum.”
Zorlukla ayağa kalktı.
Gelenlerden biri yardım etti. Dışarı çıkarken
kompartımanındaki şehirli adamın kendine garip garip baktığını fark etti…
Adam yanına yaklaştı, dudak büktü.
“Onları tanıyor muydun beyim?”
“Nereden tanıyayım kardeşim.”
“Niye böyle perişan ettiler seni, o zaman?”
“Bak beyim, canımı bir de sen sıkma. Zaten canım
burnumda.”
Kapıda kendini kaldıran adamlardan biri, Ali Süavi’ye
bir bez verdi.
“Bunu kafana bastır kardeşim kanın dursun bari…”
Ali Süavi hafifçe gülümsedi.
“Bastırınca durur mu?”
“Durur. Durur… Sen merak etme. Kolonya olsaydı, yaraya
döksek iyi olurdu.”
Ali Süavi hemen itiraz etti.
“Yok, ben hallederim.”
Tuvalete yavaş yürüyerek gitti. Kapısını zorlukla
kapattı.
Aynada kendini görünce şaşırdı. Suratının her tarafı
kan olmuştu…
Yere düşerken başını çarpmıştı ama dudağına yediği
yumruktan dudağı patlamıştı. Karnını kontrol etti.
Kendini kasmayıp boş bulunsaydı karnına yediği
yumruklardan bir hayli canı yanardı. Vücudun her yerini kontrol etti.
Özellikle başı canını sıkmıştı.
“Bunlar benden ne istediler? Sadece içeri bir adım
attım diye bir araba köteği boşuna atmazlar.”
Elini yüzünü yıkadı. Sabunu yaralı olan yere sürdü.
Gömleğini çıkarttı. İç fanilasını da çıkarttı. Tekrar
gömleğini giyindi. Fanilasını top gibi yaptı. Yarasına bastırdı. Bekledi.
Bir daha bastırdı. Kan hafiflemişti ama kesilmemişti.
Fanilayı başında tutarak dışarı çıktı…
Yalpalayarak kendi kompartımanına gitti.
Köylüler onu görünce telaşla yerlerinden kalktılar.
Şehirli arada sigara içiyordu.
“Ne oldu sana beyim?”
“Düştün mü?”
“Başına tutuğun bez kan içinde kalmış. Bezi ver bana
ben bastırayım.”
Köylü adam bezi eline aldı. Ali Süavi’nin başına
bastırmaya başladı. Bir zaman böyle bastırarak geçti. Ali Süavi’nin başı
dönmeye başladı.
Gözleri karardı.
Siyahlıkların içinde kaldı. Kulakları uğulduyordu.
Uzaklardan bir ses geliyordu. Anlayamıyordu.
Biri ona sesleniyordu. Ses yaklaşmaya başladı. Bu
eşinin biricik zevcesinin sesiydi. Bu sultanının sesiydi.
“Ali Süavi’m, büyük yük aldın omuzlarına... Seni
bekleyen işlerin var paşam. Haydi, kendine gel kendini toparlan Vatan senden
hizmet bekliyor. Haydi, kalk Ali Süavi’m Kalk. Kalk. Kalk...”
Ses gittikçe uzaklaşmaya başladı. Uzaklaştı ve
duyulmadı.
Ali Süavi can havli ile bağırdı.
“Gitme...”
Gözlerini açtı.
Kendine geldiğinde oturulan sırada yatıyordu…
Bir süre baktı. Gözleri tekrar ağırlaştı.
Dalmıştı...
‘İstanbul’un güzel günlerinden biriydi.
Güneş ne yakıyor ne de küs duruyordu. Hafif bir esinti
mimoza ve kekik kokularını topluyor soluk almak isteyenlere ikram ediyordu.
Faytonların tekerlekleri ile atların nal sesleri taş
yollarda çıkardıkları ses ritmik bir müzik gibiydi.
Denizden arada bir eserek gelen meltem yosun ve balık
kokuları ile bir başka kokunun lezzetini sunuyordu.
Mavinin tüm tonları boğazdaki suların içinde güneşin
zerreleri ile dans ediyordu adeta!
Dar sokakta bir fayton aheste ilerliyordu. Mütevazı
bir konağın önünde durdu.
Yakışıklı genç, Hekim Ali Süavi tebessüm eden yüzü ile
indi. Faytoncu hak ettiğinden fazlasını almış olmalıydı ki.
Yerinden kalkarak selamladı. Genç hekimi.
Kapıya yaklaştığında kapı açıldı. Annesi gururlu ve
mutlu bir ifade ile karşısındaydı.
Bir süre ana oğul konuşmadılar. Birbirlerine ve
zaferlerine baktılar.
“Hekim bey buyur evladım birini mi aramıştın?”
“Evet. Huriye hanımın evimi burası acep! Duydum ki
rahatsızlanmış, bir hekim beklermiş.”
“Bekliyor evladım. Uzun yıllardır bekliyor.”
Ali Süavi annesinin elini öptü. Diplomasını annesine
verdi.
“Bu ilk diplomam anam! Bunun devamı gelecek.”
“Ne. Bitmedi mi?”
“Valide hanımım telaşlanma. Bundan sonrakiler
vazifemin daha iyi olması için vereceğim mücadele…”
“Haydi, hayırlısı oğlum! Ananın da sana hazırladığı
hediyesi var. Gel içeri gir.”
Birlikte içeri girdiler.
Ali Süavi annesinin telaşından bir şeyler olduğunu
anlıyor ama ne olduğunu bilemiyordu. Annesi ona oturmasını işaret ettikten
sonra;
“Sana Cevahir oğullarının kızından söz etmiştim.
Hatice hatun kızı ve annesini bu gece kendi evine davet etmiş. Bil bakalım
evladım başka kimleri davet etmiş.”
Ali Süavi annesine baktı. Bir süre konuşmadı. Sonra iç
çekti.
“Kimleri olacak bizi de valide hanımım. Kadınların
olduğu meclise ben girebilecek miyim?”
“Daha da iyisini yapacak Hatice hatun. İkinizi yalnız
bir araya getirecek.”
Ali Süavi şaşırmıştı. Annesine inanmamış gibi baktı.
“Nasıl olacak o iş? Yani benimle...”
Huriye hanım şakadan kızmış gibi yaparak elini
dudaklarına götürdü. Sesini iyice kısarak konuştu.
“Hekimler her şeye karışmaz.”
Ali Süavi şaşkınlıkla bu ufak tefek ama oldukça
becerikli kadına hayranlıkla bakıyordu.
“Anam senin yapamayacağın hiçbir iş yoktur. Buna
inandım artık.”
“Ne yapayım oğlum. Sen beni mecbur ettin.”
“Kız güzel çok güzel dedim Çok hamarat dedim. Sen ille
de ben göreceğim yoksa olmaz dedin. Bende aracı hatunu biraz gördüm. Anlarsın
ya oda; Vallahi hekim bey oğlum olmasa arından edebinden emin olmasam hiç böyle
bir şey yapmam ama sizleri uzun zamandır bilirim. Hekim beyden hep oldum olası
çekinmişimdir. Madem öyle istiyor yapalım. Ama göreceksin sanki zor ikna olmuş
gibi söylendi. Oysa yüklü keseyi görünce çoktan ikinizi bir araya getirmenin
planlarını yapmıştır. Bilmez miyim ben onu?”
“Anam, benim siz kadınların işlerine aklım ermiyor.
Ermezde.”
Annesi ayağa kalkarken muzip bir gülümsemeyle;
“Ne diyorsun o zaman sen?”
Ali Süavi dudağını büktü…
“Valideler öyle diyorsa doğrudur…”
Bir sesle
irkildi.
Önce nerede olduğunu hatırlayamadı. Sonra
etrafındakilere baktı... Şehirli adam yanında oturmuş ona sesleniyordu.
“Beyim iyi misin?”
Ali Süavi biraz daha doğruldu.
“Sağ olun iyiyim.”
“Kardeşim korkuttun bizi. Şimdi nasılsın daha iyisin
değil mi?”
Ali Süavi başına toplanmış kompartımandakilere baktı.
“İyiyim. Sağ olun... Herhalde çok kan kaybettim.”
“Ben hala bu adamlar neden bunu yaptılar anlamadım
efendi. Bir husumetlik mi vardı aranızda?”
Ali Süavi adama çok sert baktı. Yavaşça doğruldu.
Oturdu.
Bir süre bekledi.
Sonra adama yanına yaklaşması için işaret etti. Adam
yaklaştı.
Ali Süavi yavaşça;
“Sizin benimle bir derdiniz mi var. Tuhaf sorular
soruyorsunuz... Ne husumetliği olacak onlarla benim, ne tanırım ne bilirim.”
“İyide böyle durup dururken!”
“Ne bileyim neden yaptılar. Ama sizin de benimle bir
derdiniz varsa açıkça beyan edin.”
“Yoksa da bana durmadan sualler sormaktan vazgeçin
yeter artık. Bunaltınız beni.”
Ali Süavi kalktı. Dışarı çıktı. Yürüyerek biraz
uzaklaştıktan sonra pencere kenarında durdu.
“Halsizliğim farkında olmadan fazla kan
kaybettiğimden.”
Pencerenin kenarından tutundu.
Dışarılara baktı ve derin derin nefes aldı. Yüzüne
vuran buz gibi havayı ciğerlerine çekti.
“Bu nedir anlamadım ki. Daha göreve yeni başladık
başıma gelen tersliklere bak.”
Bir süre daha dışarılara baktı. İçindeki sevinci yok
etmeye mi çalışmışlardı.
“Bu işin zor olacağını biliyordum. Beklide ben
hatalıyım. Uzun yıllardır memleketimden uzaktaydım. İnsanlar birbirinden şüphe
eder hale gelmişler. Bu siyah bulutlar muhakkak ki kötü rüzgârlar
estiriyorlardır. İnsanlarımız ne kadar tedirgin ve korkak olmuşlar. Herkesten
her şeyden şüphe eder durumdalar. Allah’ım bu karanlıkların dağılmasında bana
vazife ihsan eylediğin için binlerce kere hamdolsun;”
Sıkıntısı bitmişti.
Düşüncelerini dudakları ve başı ile onaylıyor kendi
kendine konuşuyor ve gülümsüyordu.
İçi artık rahattı. Kimsenin onunla bir derdi yoktu.
Dert herkesindi. Güven yoktu. Herkes yarınının ne
olacağını bilmiyordu. Bu tepkilerde normaldi.
Tekrar kompartımana döndü. İçeri girerken herkese
gülümsedi. Yerine oturdu.
Bir süre oturduğu yerden dışarı baktı.
Sonra başını yan tarafa yasladı ve gözlerini kapattı.
Uzun bir süre yerinden kalkmadı.
Dalmıştı. Uyku ile uyanık arası bir şeyler görüyor ya
da düşünüyordu. Eskilere hatıralarına
gitmişti yine...
İstanbul bugün ne sıcaktı, ne soğuk...
Garip bir havası vardı. Renksiz görünüyordu. Ali Süavi
faytonun yan tarafından dışarı bakıyordu her zamanki gibi ve düşünüyordu.
“İstanbul’un rengi bu gün nedense belli değil. Heyhat
keşke anlayabilseydim. Ne ile karşılaşacağımı?”
Huriye hanımın elinde Ali Süavi’nin bilmediği çıkını
vardı.
Annesi faytona bindiğinden beri dualar okuyor, oğluna
üflüyordu.
Ali Süavi dışarılara bakıyordu. İstanbul’u
seyrediyordu.
“Her taşı, her dalı, her gülü bir an bile gözlerimin
önünden ayrılmasın.
Bu nasıl güzel bir memleket! Buranın havası nasıl
böyle çiçek kokuyor?
Bu evler nasıl böyle güzel bakıyor.
Cumbalarda kim bilir hangi tazeler hangi beyzadeleri
bekliyor. Pencerelerden aşağılara sarkan sardunyaları hangi tazelerin kınalı
elleri dikti. Rabbim can verdi.
Bu İstanbul’un taşları her zaman böyle parlak böyle
temiz mi olur.
Hiç mi kirlenmez. Boğazın bir tarafında;
Yuşa Hazretleri, bir tarafında Eyüp Sultan Hazretleri
ve Yahya Peygamber...
Bu zatı muhteremlerin olduğu şehir nasıl güzel olmaz
nasıl kutsal olmaz. Sana binlerce kere şükür olsun ki Rabbim buralara
gelmişiz.”
Ali Süavi annesinin birkaç kez kendine seslendiğini
hissetmişti. Sonunda Huriye Hanım oğlunu sarstı.
“Hekim beyim diyorum, geldik diyorum. Allah, Allah ne
oldu sana evladım. Nerelerdesin Allah Aşkına?”
Ali Süavi bir anda kendine geldi. Annesine gülümsedi.
“İstanbul”
Annesi şaşırmıştı.
“Ne dedin evladım anlamadım?”
“Bu şehri seviyorum.”
Annesi oğluna bir süre baktı.
“İyi... Oğlum geldik de...”
“Geldik mi?”
Bir konağın, cumbalı, cumbalarından çiçekler sarkan
İstanbul’un güzel bir evinin güzel kapısının tokmağına vurmaya başladı Huriye
hanım.
Belliydi, oğlundan daha heyecanlı olduğu. Arada bir
oğluna bakıyor, bazen gülümsüyor bazen ifadesiz izliyordu. Ama dudakları
devamlı kıpırdıyordu. Dua okuyordu...
Ali Süavi evin önünce gelince tedirgin olduğunu
hissetti.
“Anam başıma ne işler açıyorsun?”
“Ne olmuş oğlum? Hayırlı bir iş için buradayız.”
“Ah anam şu düştüğüm hale bak!”
“Ne varmış halimizde. Sus evladım duyarlar ayıp olur.”
Ali Süavi annesinin de tedirgin ve oldukça heyecanlı
olduğunun farkındaydı.
Oğluna yaptığı bu şeyden Belli ki korkuyordu. Bir süre
beklediler. Ali Süavi annesine kısık sesle;
“Beklide evde yoklardır. Anam haydi dönelim.”
Annesi cevap vermeden kapı açıldı. Karşılarında aracı
Hatice hatun duruyordu.
Sürmeli gözlü iri yarı Hatice Hanım ikisini özellikle
Ali Süavi’yi süzerken bir yandan da yüksek sesle konuşmaya başladı.
“Vay. Vay buyurun Huriye Hanım… Bu ne büyük güzellik!
Hoş geldiniz sefalar getirdiniz.”
Hatice Hanım gülümsüyordu. Konuşurken merdivenlere de
bakıyordu.
Sonra yavaşça Huriye Hanıma;
“Vallahi bir telaş aldı ki beni sorma gitsin...”
“Bu işten alnımın akı ile çıkarsam bir daha kimseye
aracı olmayacağım.”
Huriye hanım başını iki yana salladı.
“Hatice sen çöpçatanlık yapmadan duramazsın. Haydi
söylenme. Nerede bu ev sahipleri, kimseler bizi karşılamıyor mu?”
Hatice yine yukarılara baktı.
“Hoş geldiniz Huriye Hanım, Hoş geldiniz.” Dedikten
sonra;
Ali Süavi’ye yavaşça;
“Duydum... Valide hanımınız söyledi hekim
çıkmışsınız. Artık yakınımız hekim
olunca derdimiz azalır değil mi beyzadem.”
Ali Süavi’nin canı iyice sıkılmıştı, her an anasını
alıp gidecekmiş gibi kapı yanında duruyordu. Hatice hanıma oldukça alçak sesle.
“Evet.”
Hatice Hatun daha yüksek sesle konuşmaya başladı.
“Hekim bey, Allah gönderdi sizi. Bu günlerde pek
rahatsızım. Huriye Hatun sizi yukarı kadınların oturduğu yere götüreyim. Hekim
bey senide bu odaya alayım. Valide hanımı odaya yerleştirince geleceğim.
Buyurun.”
Sesini alçalttı.
“Hekim bey oğlum sen burada otur. Ben Sultanı buraya
getireceğim.”
“Sultanımı?”
“Kızımızın adı be evladım.”
Hatice Hatun, yandaki kapıyı açtı. Ali Süavi’yi buyur
etti.
Oda sıcaktı. Ali Süavi içeri girdi. Üç tarafı sedirle
çevrili oda hoşuna gitti.
Halı yastıkların üzerinde dantel süslü kanaviçe işli
beyaz örtüler, ortada büyük bakır sini, cumbaları süsleyen el işi dantel
perdeler yerde büyük halı.
“Ne güzel döşenmiş bir oda bu. Maşallah.”
Pencere önündeki sedire oturdu.
Odayı incelerken Hatice Hatun geldi. Alçak sesle
konuşmaya başladı.
“Hekim bey evladım. Ben biraz sonra Sultan kızımızı
bir şeyi bahane edip buraya getireceğim. Aman kuzum uzun sürmesin. Madem illa
da göreceğim demişsin. Gör kızımızı. Tamam, mı evladım?”
“Tamam, Hatice Teyze!”
Kadın hızla dışarı çıktı. Ali Süavi içinden ne ile
karşılaşacağını bilmemenin sıkıntısıyla terlemeye başlamıştı.
”Ah anam ah... Neler açıyorsun başıma! Annemin aklına
uydum. Düştüğüm duruma bak.”
Canı sıkılmıştı. Pişman olmuştu. Ne yapacağını
bilmiyordu.
İyi bir durumda değildi. Tedirgindi. Tam bunları
düşünürken kapı açıldı.
Önden Hatice Hatun arkasından genç bir kız içeri
girdi.
Ali Süavi ayağa kalktı.
Uzun boylu, yeşil gözlü çok güzel bir kızdı.
Ali Süavi donmuş kalmıştı. Ayakları yerden kesilmiş
gibi olmuştu.
Genç kız içeride bir erkek görünce geri adım atmak
istedi.
Ali Süavi ayağa kalkmıştı. Birbirlerine baktılar.
İkisi de hareket etmeden duruyordu.
Genç kızın yüzü kızarmıştı. Bir süre sonra başını
önüne eğdi ama bu çok uzun sürmedi. Tekrar başını kaldırdı.
Ali Süavi’nin gözlerinin içine baktı.
Ali Süavi kıpırdayamıyordu. Hatice Hatun ikisine bir
süre baktı. Sonra yavaşça kapıyı açtı ve dışarı çıktı.
Bir süre daha öyle kaldılar.
Bir büyü, bir sihir vardı aralarında. Ali Süavi
uykudan uyanmış gibi mahmur gözlerle, oldukça kısık sesle onuştu.
“Af buyurun ismi âlinizi bağışlar mısınız?”
Genç kız titreyen sesi ile konuştu. Sadece sesi değil
bütün vücudu titriyordu.
“Sultan.”
Ali Süavi söylediklerini kendi de duymuyordu.
Bir şeyler söylüyordu. İçinden geçenler dudaklarından
dökülüyordu.
“Sultan gibisiniz maşallah…”
Ali Süavi bunları o kadar kısık ve titrek sesle
söylemişti ki kendi bile zor duymuştu. Genç kız gülümsedi. Başını önüne eğdi.
Utanmıştı. Kırmızı yüzü daha da kızarmıştı...
Ali Süavi’de gülümsedi…
Kızın başını kaldırması için içinden dua ediyordu.
“Hayatımda gördüğüm en güzel gözler”
Ama bunu içinden mi söylemişti, yoksa Sultan duymuş
muydu bilmiyordu.
Tam bu sırada Hatice Hatun içeri girdi. İkisine baktı.
Gördükleri hoşuna gitmişti. Gülümsedi.
“Hay Allah’ım hekim bey evladım siz burada mıydınız?
Sultan kızım gel yukarı çıkalım. Namahrem ile aynı odada yalnız olmaz. Hem
valide hanımınızda her an yokluğunu fark eder.”
Ali Süavi’nin içi acımıştı. Sanki uzun yıllardır
tanıdığı birinden ayrılıyordu.
Sanki birileri ondan bir şey alıyorlardı. Gitmesini
istemiyordu.
Genç kızda gitmek istemiyordu.
Bu Hatice Hatun’un söylediklerini anlamadığından,
duymadığından ya da duyduklarından sonra yerinden kıpırdamamasından belliydi.
Hatice Hatun bir kez daha tekrarladı.
“Sultan kızım, haydi yukarı çıkalım. Valide hanımınız
yokluğunuzu fark eder ve aşağıya gelir ise iyi olmaz.”
Genç kız istemeden geri, geri çıktı.
Hala birbirlerine bakıyorlardı… Kız odadan çıkınca
orası karardı, grileşti.
‘Öyle ra’nadır
gülüm serv-i hırama nın senin…
Kim gören bir
olur elbette hayranın senin…’
Dudaklarından farkına varmadan Fuzuli’nin bu sözleri
dökülmüştü.
“Güneş söndü sanki! Karanlık gecede...”
Sert bir sarsıntı ile uyandı ve Uyuduğunu trenin uzun
uzun çalan düdüğünün sesinden sıçramasından anladı.
Üstelik yatağında yatmış gibi rahattı.
“Bu kadar arbededen sonra nasıl bu kadar huzurlu
uyumuşum. Hayret!”
Tren önce yavaşladı, sonra durdu. Kompartımandakiler
tren yavaşlamaya başladığında inmek üzere hazırlanmaya başlamışlardı.
Köylüler daha durmadan başları ile selam vererek
kompartımandan ayrıldılar.
Ali Süavi acele etmedi…
İçerinin tamamen boşalmasını bekliyordu. Tartıştığı
adam giderken yanına geldi.
“Beyim üstüme vazife değil ama! Burası Sivas. Siz
burada inmeyecek miydiniz?”
Ali Süavi yüzüne bakmadan konuştu.
“Evet. İneceğim.”
Toparlanıyormuş gibi yapmaya başladı...
Adam biraz durdu. Sonra;
“Peki, beyim, Allahaısmarladık.”
Adam çıktı. Ali Süavi bekliyordu.
“Onlar seni bulur demişti. Kimseler yok.”
Bir süre daha bekledi. Ne yapması gerektiğini
bilmiyordu. Kompartımanın camından aşağı baktı.
Tekrar oturdu. Koridora baktı. İçi içine sığmıyordu.
Tren hareket etmeden önceki ilk düdüğünü çaldı. Telaşlandı.
“Tren gidecek!”
Gelen giden yoktu. İkinci düdük çaldı.
Ali Süavi’nin kalbi yerinden çıkacak gibi
çarpmaktaydı.
“Şimdi hareket edecek.”
Bir anda arkasında elindeki camlı tepsi gibi bir şey
taşıyan adam belirdi…
Kendine bakmadan konuşuyordu. Alçak sesle ve hızlı
konuştu.
“Acele edin tren kalkacak. İstasyon dışında,
faytonların durduğu yerin karşı tarafındaki faytona binin.”
Adam bunları söyledikten sonra bağırmaya başladı.
“Tatlı var tatlı...”
Ali Süavi’ye bir kez baktı ve ilerlemeye başladı.
Ali Süavi zaten bavulunu indirmiş bekliyordu.
Hemen aldı koridora çıktığında tren hareket etmeye
başlamıştı.
Hızlı adımlarla yürüdü araya çıktı, kapıyı açtığında
tren hızlanmıştı.
Hiçbir şey düşünmeden merdivenlerinden atladı.
Düşmemişti.
Ali Süavi bir an durdu. Etrafına baktı. Kimse yoktu.
En azından onu gören olmamıştı. Yavaş adımlarla kapıya
doğru yürümeye başladı.
“Doğru yere gidiyorumdur. Yoksa bana neden öyle desin.
Beni nereden bilecek. Sait Efendinin dediği gibi!”
“Onlar seni bulacak demişti.”
Biraz daha hızlı yürümeye başladı. İstasyonun dışına
çıktı.
Kapının önünde duran arka arkaya sıralanmış faytonlara
baktı. Sonra karşı tarafta tek başına duran faytonu gördü…
“Evet o...”
Sonra hızlandı.
Faytona doğru emin adımlarla yürümeye başladı.
Faytonun yanında genç bir adam duruyordu.
Genç adamın Ali Süavi’yi beklediği belliydi. Faytonun
yanına gelince adamla göz göze geldiler.
Genç adam eli ile binmesini işaret etti.
Faytonun alt basamağına bastığı anda faytonda yalnız
olmadığını fark etti… Çok şaşırdı.
Ayağını basamağa atmıştı. Çok kısa bir an tereddüt
etti ve ayağını basamaktan çekti.
Trendeki kendini rahatsız eden adam, durmadan sorular
sorup canından bezdiren adam ve yanındaki kadın faytonda oturuyorlardı.
Ali Süavi bu sefer gerçekten kinle adama baktı.
Adam Ali Süavi’nin gözlerine baktı.
“Yollar rahat mıydı? İstanbul’da kar var mıydı?”
Ali Süavi gözlerini hiç çekmeden konuştu.
“Evet. İstanbul karlıydı.”
“Buyurun beraber gideceğiz.”
Ali Süavi basamağa bastı ve karşılarındaki yere
oturdu.
Fayton hareket etti. Bir süre konuşmadan yola
baktılar.
Adam Ali Süavi’ye baktı.
“Tanışma zamanıdır beyim. Benim adım Gıyasettin bana
Gıyas derler, bu hanımda Arife…”
Ali Süavi bayana başı ile selam verdi.
“Siz benim adımı biliyorsunuz dur söylememe gerek
yok.”
“Evet beyim. Gazanız mübarek olsun.”
“Gazamı anlamadım beyim. Ne gazası?”
“Beyim niye açık olmuyorsunuz? Size gerekenler
söylenmedi mi?”
“Valide hanımımı kast ediyorsanız! Sadece beni almaya
gelecek arkadaşların bu şekilde beni tanıyacaklarını söyledi. Ama gazadan bahis
etmedi.”
“Beyim bizimle oynama… Hepimizin ne yapmak için yola
çıktığımızı iyi biliyorum. Değil mi efendim?”
“Evet. Ben iyi biliyorum.”
“Benim annemin halasının oğlu Kamuran Beyler
memuriyetleri veçhiyle Sivas’ta ikamet etmekteler. Benim de geçirdiğim ağır
ciğer hastalığından sonra dinlenmek üzere valide hanımımın tavsiyesi üzerine
buraya geldiğim. Tabi siz Kamuran’ın yakınları iseniz böyle gizli kapaklı konuşmanın
bir anlamı yok. Kamuran’ın evi uzakta mı?”
“Ne diyorsun sen kardeşim? Ne Kamuran’ı, ne valide
hanımı? Bir yanlışlık var dersek o da olmaz.”
“Siz nereden bileceksiniz benim validemin bana
söylediklerini? Siz benimle eğleniyorsunuz değil mi? Biliyorum bunlar
Kamuran’ın oyunları…”
“Çattık be… Arife hanım ne diyor bu adam?”
“Ben hiçbir şey anlamadım…”
Ali Süavi her ikisine de tebessüm etti.
Yüzündeki ifade karşısındakilerin yalan söylediğini ve
kendinin de bu yalanı bildiğini anlatan bir ifade takınmıştı.
Gıyasettin Beyin buna çok kızmış olduğu
hareketlerinden belliydi. Ama Ali Süavi gülümsemesine devam ediyordu. Faytonun
açık alanında bile bir sıkıntı hissediliyordu.
İkisi birbirine baktı, sonra Gıyasettin Bey,
“Beyim siz bizimle ne münasebetle eğleniyorsunuz.
Artık bu maskaralıklardan vazgeçsek konuşacaklarımızı konuşsak!”
“Gıyasettin Bey... Pardon Gıyasettin demiştiniz değil
mi?”
Adam bıkkın başını ön tarafa ‘evet’ dercesine salladı.
Ali Süavi konuşmasını sürdürdü.
“Gıyasettin Bey ne konuşacağımızı bilmiyorum ama hala
Kamuran’ın size bunları yaptırdığına inanıyorum.”
Adam sağ kaşını havaya kaldırdı.
“Peki, beyim... Öyle olsun.”
Fayton uzun bir süre gitti.
Ali Süavi yan taraftan etrafa bakıyordu. Gittikçe
tenhalaşan, ışıkları azalan sokaklardan geçiyorlardı.
Sivas’ın arka mahallelerine doğru gidiyordu.
Gecenin geç saati olduğundan sokaklar boştu.
Ali Süavi etrafına bakındıktan sonra Gıyasettin beye
sordu.
“Benim bildiğim Kamuran böyle yerde oturmaz, kuzum siz
beni nereye götürüyorsunuz?”
“Kamuran demiyor musun? Bizde seni Kamuran’a
götürüyoruz.”
“Şaşkın vaziyetteyim beyim. Yani Gıyas Bey. Gittikçe
daha izbe yerlere gidiyoruz. Şaşırttı beni Kamuran.”
“Daha da çok şaşırtacak, sen merak etme…”
“Anlamadım. Ne buyurdunuz?”
Ali Süavi belli etmiyordu ama canı gerçekten sıkılmaya
başlamıştı.
Neler oluyor. Hiçbir şey konuşmayacağız derken
adamların güvenlerini mi sarsıyorum. Ama Sait Efendinin sözleri! Bunları
düşünürken fayton durdu.
Faytoncu ön taraftan atladı. Hızla yanlarına doğru
geldi.
Gıyas Bey’de hareketlendi. İkisi birden Ali Süavi’nin
üstüne atladılar. Sarsarak aşağı indirdiler. Ali Süavi sesini yükseltti.
“Bu şaka ise tadı kaçtı. Neler oluyor?”
Gıyas Bey oldukça sinirliydi. Bağırarak konuştu.
“Şimdi biz sana şakayı göstereceğiz.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
Sözlerini tamamlayamadan kolundan sürüklercesine
götürmeye, çalışıyorlardı.
Ali Süavi direniyordu.
Özellikle Faytoncu çok güçlü kuvvetli, iri yarı
biriydi ve gücü fazlaydı.
Ali Süavi’nin direnmeleri bir işe yaramıyordu.
Ali Süavi durmadan konuşuyordu, gittikçe sesi
yükseliyordu... Artık bağırıyordu.
“Ne yapıyorsunuz? Deli misiniz siz kuzum? Aklınızı mı
oynattınız? Bırakın beni!”
Adamlar onun konuşmalarını dikkate almıyorlar
kendileri de bir şeyler söylüyorlardı. Ama o kadar kızgındılardı ki ne
söyledikleri anlaşılmıyordu.
Ali Süavi’yi sert bir şekilde çekiştiriyorlardı.
Sonunda önden giden kadının açtığı kapıdan içeri
soktular…
Arife kapıyı kapattığı anda; Ali Süavi ellerinden
kurtuldu ve Gıyas’ın üstüne atladı. Boğuşmaya, yumruklaşmaya başladılar.
Faytoncu da Ali Süavi’nin üstüne atlamıştı.
Birbirlerine yumruk tekme girişmişlerdi. Kadın biraz
ileride olanları izliyordu.
Hiç müdahalede bulunmuyordu. Bunu sözlü olarak bile
yapmıyordu. Kavga gittikçe daha sert oluyordu.
Ali Süavi hekim olmanın verdiği avantajla nerelerine
vurursa çaresiz kalacaklarını iyi bildiğinden bir süre sonra ikisini de yere
sermişti. Kadının sesi ile kendine geldi.
“Durun.”
Ali Süavi kadına baktı, elinde silah vardı.
Gözlerinden ateş fışkırıyordu.
Kadın kükrüyor gibi bağırdı.
Ali Süavi’nin gözlerine bakarak konuştu.
“Çekil karşıya geç… Gıyas göster…”
Gıyas yattığı yerden zorlukla düzeldi, cebinden Ali
Süavi’ye Sait efendinin verdiği yüzüğün aynısını parmağına taktı.
Arife’de aynısını yaptı.
Ali Süavi ikisine baktıktan sonra cebinden kendi
yüzüğünü çıkarttı taktı. Sessizlik oldu. Kadın silahını indirdi. Bağırdı.
“Kalkın. Tamamdır.”
Ali Süavi hala derin derin nefes alıyordu.
Dudağının kenarından kan akıyordu. Trende yaraladığı
başı da kanıyordu. Gıyas da kötü dayak yemişti. Zorlukla konuştu.
“Hemşerim ne bu hiddetin? Biraz daha Arife Hatun
müdahale etmeseydi, gebertecektin bizi. Ama helal olsun sana.”
Ali Süavi hala konuşmuyordu. Kadın sertçe;
“Denemek zorundaydık. Ama anlattığın hikâye iyiydi.”
Ali Süavi o zaman güldü…
“En kısa zamanda bu geldi aklıma, bir dahaki sefere
daha iyi hikâyeler bulurum.”
Ali Süavi’nin kızgınlığı geçmemişti. Her iki erkeğe
sertçe bakmaya devam etti. Gıyas yerden kalkarken;
“Senin hakkında gelen istihbaratlar doğru imiş.
Kardeşim böyle dövüşmeyi nereden öğrendin?”
Ali Süavi’de zorlukla yerden kalktı. Başının kanı
artmıştı. Dudağından kan sızıyordu.
“Uzun yıllar sonucu…”
Adam dudağını büktü.
“Yine de ser verip sır vermiyorsun.”
Arife’nin sert sesi duyuldu. Faytoncuya bakarak
konuşuyordu.
“Haydar! Fayton hazır halde beklesin.”
Faytoncu başını salladı, dışarı çıkmak için kapıya
doğru yürüdü.
Ali Süavi faytoncu ile dışarı çıkmak istediğinde kadın
bağırdı.
“Efendi nereye?”
“Çantamda ilaçlar var. Herkesin hali malum; tedavi
etmem gerek.”
“Bekle Haydar getirsin. Haydi Haydar!”
Haydar çıkınca Ali Süavi sedir gibi olan yere gitti
oturdu.
Eliyle başını tutuyordu. Ama yüzündeki sert ifade
gitmemişti.
Arife ve Gıyas’a birkaç kere sert bir şekilde baktı.
Gıyas vücudunu kontrol ediyor söyleniyordu.
“Biraz daha sürseydi kırılmadık kemiğimiz
kalmayacaktı. Bu nasıl bir iş Hekim Efendi.”
Arife yine sert ve yüksek sesle konuştu.
“Gıyas, tamam bunlar konuşuldu.”
Haydar elinde çanta ile içeri girdi ve çantayı Ali
Süavi’nin yanına bıraktı.
Ali Süavi Arife’ye pek yumuşak olmayan bir ses tonu
ile sordu.
“Benim elimi yüzümü yıkamam gerek, nerede
yapabilirim.”
Kadın karşı taraftaki kapılardan birini işaret etti.
Ali Süavi oraya gitti. Ellerini yıkarken aynada
kendine baktı, bir adım geri çekildi.
“Bu kadar zamanda nasıl bu hale geldim! Nedir bu
oyunlar?”
Birçok yaralı yerini iyice yıkadı ve sabun sürdü.
Bekledi tekrar yıkadı ve dışarı çıktı.
Her ikisini de iyice muayene ettikten sonra ilaçladı.
Onlarda ciddi bir şey yoktu, şiş ve patlakları tedavi etmek daha kolaydı. Ama
kendi başının dikilmesi gerekiyordu. Çok kan kaybediyordu.
“Sizlerin yaraları tımarlandı. Acil bir şeyiniz yok
ama benim başımın dikilmesi gerekiyor. Benim bunu yapmam zor olacak. İçinizden
birine tarif edeceğim, dikecek. Kim yapabilir.”
Anında Arife’nin sesi duyuldu.
“Ben hemşireyim dikerim.”
Ali Süavi şaşırmıştı. Kadına bir süre inanmıyormuş
gibi baktı. Kadın onu inandırmak için hiçbir şey söylemedi. Ayağa kalktı.
“Burası çok soğuk isterseniz dikerim. Yoksa yukarı
çıkacağım üşüdüm.”
Ali Süavi çaresiz kabul etti.
“Rica etsem. Fazla kan kaybediyorum.”
Arife hiçbir şey söylemedi. Çantadan kendine gerekli
olan malzemeleri aldı. Ve dikmek için Ali Süavi’nin yanına geldi.
Ali Süavi’nin gösterdiği dayanaklığa üçü de
şaşırmışlardı.
Kadın kesik yeri temizledi, diktikten sonra ilaçladı
ve sardı. Sonra ellerini yıkamaya gitti ve yukarı çıktı.
Ali Süavi diğer yerlerindeki yaralarını kendi
temizledi ve ilaçladı...
Bazı yerlerini sardı. Çok kesik vardı vücudunda.
“Ne kadar çok darbe almışım. Anlamasınlar derken bir
araba dayak yedim.”
Tedaviler bitti... Gıyas Ali Süavi’nin yanına geldi.
“Beyim buyurun yukarı çıkalım. Burada çok üşüdük.”
Yukarı, sıcak döşenmiş, temiz bir yerdi.
Arife orta yerdeki büyük sobayı yakmıştı. Oda ısınmaya
başlamıştı. Yukarı çıktıklarında ısının aşağıdan farklı olmasından dolayı
Ali Süavi titredi. Sobanın üstündeki çaydanlık
kaynayınca Arife çay demledi. Kimse konuşmuyordu. Herkes çok yorgun ve çok
üşümüşlerdi. Odanın içi ısınmıştı.
Çayda demlenmiş mis gibi çay kokusu odanın her tarafını
sarmıştı.
Haydar yan taraftan elinde büyük bir sini ile geldi.
Üstünde kahvaltılıklar vardı.
Ali Süavi o zaman ne kadar aç olduğunu anladı. Serilen
sofra bezinin üzerine konulan sini çok davetkârdı. Arife çayları doldurdu.
Oturdular. Belli ki sadece Ali Süavi değil hepsi çok acıkmışlardı. Hızlıca
yemeklerini yediler.
Sedirin hemen önünde duran masaya geçtiler. Haydar
siniyi içeri götürdü ve bardaklarına yeni çayları koydu. Hepsi gevşemişlerdi.
Haydar içeriden geldi, yanlarına oturdu.
Arife Ali Süavi’ye baktı.
“Hekim beyim. Sizi ölçmek zorundaydık. Ne kadar
zamanda açık vereceğinizi kontrol etmeliydik. Kusura bakma. Aslında Gıyas’la,
Haydar senden fazla yara aldılar. Ama iki tarafta birbirinden emin oldu…
Yüzükler namusumuzdur. Son ana kadar kullanılmayacak, bahsedilmeyecek. Sende
öyle yaptın… Bize sorsaydın ya da hemen ikna olsaydın…”
Ali Süavi yine sertçe sordu.
“Ne yapacaktınız o zaman beni?”
Kadında aynı sert şekilde cevap verdi.
“Bunun hesaplaşması olmaz. Şimdi işimize bakalım.”
Arife bir süre durdu. Üçüne de baktı.
“Buradan Urfa çok uzak! Oraya gitmek senin için atla
zor. Biz onun için Haydar’ı seni götürmesi için görevlendirdik.”
Ali Süavi anlamamıştı.
“Haydar kim?”
Faytoncu Ali Süavi’ye döndü.
“Benim beyim. Haydar benim.”
“Tamam. Urfa’ya Haydar’la mı gideceğim. Oda benimle
gideceğim yere kadar gelecek mi?”
“Gelecek. Seni Birecik’e kadar götürecek. Orada seni
başkaları alacak, Urfa’ya götürecek… Valiliğe gideceksin. Bunlar senin tayin
evrakların. Bunları gereken yerlere teslim edeceksin. Senin hangi okulda
öğretmenlik yapacağını sana söyleyecekler. Unutma senin öğretmen olmadığını
onlar bilmiyorlar. Onlar öğretmenlerini bekliyorlar. İşte öğretmenleri…”
“Peki, ben hangi sınıfları okutacağım? Tedrisat
nedir?”
“Seni gönderecekleri okuldaki Zehra öğretmen bizim
adamımızdır. Sana ne yapılacağını o söyleyecektir. Daha önce öğretmenlik
yaptığın yerler, ailen, sana ait tüm bilgiler bu dosyada mevcut.”
“Bunları okuyup ezberleyeceksin. Bu gece... Sabah buradan giderken dosyayı sobaya
atacağız. Anladın mı?”
“Arife hanım. Sizin bu işteki göreviniz?”
Kadın yine sertçe baktı. Bir süre cevap vermedi.
“Soruları senin de sorma zamanın geldiğinde haliyle
soracaksın. Ama şimdi değil. Bizleri tanımadın. Arife diye biri yok. Gıyas’ı da
bilmezsin... Haydar Birecik’ten sonra seni başkalarına teslim edecek ama
Haydar’la zaman zaman görüşeceksin. Sen bizi hiçbir zaman bulamazsın ama zaman
içerisinde sana da bizimle buluşma yeri ve görüşeceğin kimselerin isimleri
verilecek.”
Kadın bunları söyledikten sonra kalktı, üç erkekte
ayağa kalktı. Yandaki kapılardan birinin önünde durdu. Haydar’a dönüp konuştu.
“Ben günlerdir uykusuzum Haydar... Hekim beyin
bilgileri incelemesi için zamana ihtiyacı var. Artık sabah şafakla yola
çıkarsınız.”
Kapıyı açtı. İçeri bir adım attı sonra geri döndü
geldi ve Ali Süavi beyin karşısında durdu.
“Hekim Bey ağır bir görevi üstlendiniz. Allah
yardımcınız olsun.”
“Sağ olun.”
“Güneş Türk bayrağı üstüne doğsun.”
Gıyas’la, Haydar birden yüksek sesle bağırdılar.
“Güneş Türk bayrağı üstüne doğsun.”
Bunun aralarında söylenmesi gereken bir parola
olduğunu anlayan Ali Süavi’de söylenenleri tekrarladı.
“Güneş Türk Bayrağı üstüne doğsun.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder