18 Kasım 2016 Cuma

HEKİM ALİ SÜAVİ  EFENDİ 3. BÖLÜM 




Diğer vagonunun tuvaletinin önüne kadar yürüdü.

“Bahar gelse!”
İçi sıkılmıştı. Biraz daha durdu. Oradaki pencereden bir süre dışarılara baktı. Sonra yeniden döndü kendi kaldığı vagonun önüne doğru yürüdü…
“Hayret bizim adamlar sigaraya ara vermişler...”
Pencereden dışarı baktı. Peş peşe giden yoldaki direkleri izlemeye çalıştı.
‘Ne kadar sık görünüyorlar. Sanki yan yana dizilmişler.”
Her taraf bembeyaz karla kaplıydı. Güneş karla birlikte daha beyaz daha parlak görüntü sergiliyordu…

Biraz ileriye doğru yürüdü.
 Tuvaletin olduğu yere gidiyordu. Tren virajlı bir güzergâh üzerinde olmalıydı durmadan dönerek gidiyordu. Çok ta sallıyordu.
Ali Süavi ayakta durmakta zorluk çekiyordu. Arada düşecek gibi oluyor hemen bir yerlere tutunuyordu…
Bir süre daha böyle gitti. Bir yerde durdu. Başı döner gibi olmuştu.
Orda durdu bekledi. Bir sesle arkasına baktı. İri yarı asık suratlı bir adam kendine oldukça sert bakıyordu.
“Sen bizimi dinliyorsun?”
“Anlamadım!”
“Anlamayacak ne var. Bizi dinliyor musun diyorum?”
“Yok, beyim sizi tanımam bilmem niye dinleyim sizi.”
“Ne halt ediyorsun o zaman bizim kapının önünde?”
“Ne diyorsun kardeşim düzgün konuşsana?”
“Düzgün konuşmasam ne olacak. Gelsene sen şuraya...”
Adam Ali Süavi’yi hızla kompartımana çekti iki kişi daha ayağa kalktı.
Biri bağırdı.
“Ne var ne oldu abı?”
“Bu adam bizi dinliyor.”
Ali Süavi ondan sonra olanlara anlam veremedi. İri yarı olan onun hiç beklemediği bir anda suratına okkalı bir yumruk attı. Ali Süavi dengesini yitirdiği anda diğer ikisinden de bir iki yumruk yedi. Oda yumruk atmak istedi. Engel oldular. Çevresini sardılar.
Ali Süavi olanlara inanamıyordu. Birkaç yumruk daha yedi ve kendi de bir iki yumruk atmayı başardı. Kavga sırasında koridora çıkmışlardı. Adamlar Ali Süavi’yi orada bırakıp içeri gittiler.

Ali Süavi’nin gözleri kararmıştı.
Ne kadar orada kaldığını hatırlamıyordu, tanıdık seslerle kendine geldi.
“İyide böyle durup dururken, niye yaptılar?”
“Allah, Allah! Ne oldu bu beye yahu?”
Ali Süavi toparlanmaya çalıştı. Cebinden mendilini çıkarttı, dudağından akan kanları sildi.
Adamlar hala merakla onun vereceği cevabı bekliyorlardı.
“Tren sallayınca açık kapıdan bir adım içeri girdim. Ona kızdılar. Kasten yapmışım gibi düşündüler.”
Biri buna çok kızdı.
“İyi halt etmişler. Ne var bunda kızacak. Allah Bela... Tövbe Tövbe adamı günahkâr eder bu münafıklar...”
“Kardeşim halin hal değil. Kalk sana yardım edelim. Seni pek kötü dövmüşler, kafanda kırılmış herhalde!”
Ali Süavi elini başına götürdü yokladı. Eli kan içinde kalmıştı.
“Düştüğümde kafamı vurdum.”
Zorlukla ayağa kalktı.

Gelenlerden biri yardım etti. Dışarı çıkarken kompartımanındaki şehirli adamın kendine garip garip baktığını fark etti…
Adam yanına yaklaştı, dudak büktü.
“Onları tanıyor muydun beyim?”
“Nereden tanıyayım kardeşim.”
“Niye böyle perişan ettiler seni, o zaman?”
“Bak beyim, canımı bir de sen sıkma. Zaten canım burnumda.”
Kapıda kendini kaldıran adamlardan biri, Ali Süavi’ye bir bez verdi.
“Bunu kafana bastır kardeşim kanın dursun bari…”
Ali Süavi hafifçe gülümsedi.
“Bastırınca durur mu?”
“Durur. Durur… Sen merak etme. Kolonya olsaydı, yaraya döksek iyi olurdu.”
Ali Süavi hemen itiraz etti.
“Yok, ben hallederim.”
Tuvalete yavaş yürüyerek gitti. Kapısını zorlukla kapattı.
Aynada kendini görünce şaşırdı. Suratının her tarafı kan olmuştu…
Yere düşerken başını çarpmıştı ama dudağına yediği yumruktan dudağı patlamıştı. Karnını kontrol etti.
Kendini kasmayıp boş bulunsaydı karnına yediği yumruklardan bir hayli canı yanardı. Vücudun her yerini kontrol etti.
Özellikle başı canını sıkmıştı.
“Bunlar benden ne istediler? Sadece içeri bir adım attım diye bir araba köteği boşuna atmazlar.”
Elini yüzünü yıkadı. Sabunu yaralı olan yere sürdü.
Gömleğini çıkarttı. İç fanilasını da çıkarttı. Tekrar gömleğini giyindi. Fanilasını top gibi yaptı. Yarasına bastırdı. Bekledi.
Bir daha bastırdı. Kan hafiflemişti ama kesilmemişti.
Fanilayı başında tutarak dışarı çıktı…

Yalpalayarak kendi kompartımanına gitti.
Köylüler onu görünce telaşla yerlerinden kalktılar. Şehirli arada sigara içiyordu.
“Ne oldu sana beyim?”
“Düştün mü?”
“Başına tutuğun bez kan içinde kalmış. Bezi ver bana ben bastırayım.”
Köylü adam bezi eline aldı. Ali Süavi’nin başına bastırmaya başladı. Bir zaman böyle bastırarak geçti. Ali Süavi’nin başı dönmeye başladı.
Gözleri karardı.
Siyahlıkların içinde kaldı. Kulakları uğulduyordu.

Uzaklardan bir ses geliyordu. Anlayamıyordu.
Biri ona sesleniyordu. Ses yaklaşmaya başladı. Bu eşinin biricik zevcesinin sesiydi. Bu sultanının sesiydi.
“Ali Süavi’m, büyük yük aldın omuzlarına... Seni bekleyen işlerin var paşam. Haydi, kendine gel kendini toparlan Vatan senden hizmet bekliyor. Haydi, kalk Ali Süavi’m Kalk. Kalk. Kalk...”
Ses gittikçe uzaklaşmaya başladı. Uzaklaştı ve duyulmadı.
Ali Süavi can havli ile bağırdı.
“Gitme...”
Gözlerini açtı.
Kendine geldiğinde oturulan sırada yatıyordu…
Bir süre baktı. Gözleri tekrar ağırlaştı.
Dalmıştı...


‘İstanbul’un güzel günlerinden biriydi.
Güneş ne yakıyor ne de küs duruyordu. Hafif bir esinti mimoza ve kekik kokularını topluyor soluk almak isteyenlere ikram ediyordu.
Faytonların tekerlekleri ile atların nal sesleri taş yollarda çıkardıkları ses ritmik bir müzik gibiydi.
Denizden arada bir eserek gelen meltem yosun ve balık kokuları ile bir başka kokunun lezzetini sunuyordu.
Mavinin tüm tonları boğazdaki suların içinde güneşin zerreleri ile dans ediyordu adeta!
Dar sokakta bir fayton aheste ilerliyordu. Mütevazı bir konağın önünde durdu.
Yakışıklı genç, Hekim Ali Süavi tebessüm eden yüzü ile indi. Faytoncu hak ettiğinden fazlasını almış olmalıydı ki.
Yerinden kalkarak selamladı. Genç hekimi.
Kapıya yaklaştığında kapı açıldı. Annesi gururlu ve mutlu bir ifade ile karşısındaydı.
Bir süre ana oğul konuşmadılar. Birbirlerine ve zaferlerine baktılar.
“Hekim bey buyur evladım birini mi aramıştın?”
“Evet. Huriye hanımın evimi burası acep! Duydum ki rahatsızlanmış, bir hekim beklermiş.”
“Bekliyor evladım. Uzun yıllardır bekliyor.”
Ali Süavi annesinin elini öptü. Diplomasını annesine verdi.
“Bu ilk diplomam anam! Bunun devamı gelecek.”
“Ne. Bitmedi mi?”
“Valide hanımım telaşlanma. Bundan sonrakiler vazifemin daha iyi olması için vereceğim mücadele…”
“Haydi, hayırlısı oğlum! Ananın da sana hazırladığı hediyesi var. Gel içeri gir.”
Birlikte içeri girdiler.
Ali Süavi annesinin telaşından bir şeyler olduğunu anlıyor ama ne olduğunu bilemiyordu. Annesi ona oturmasını işaret ettikten sonra;
“Sana Cevahir oğullarının kızından söz etmiştim. Hatice hatun kızı ve annesini bu gece kendi evine davet etmiş. Bil bakalım evladım başka kimleri davet etmiş.”
Ali Süavi annesine baktı. Bir süre konuşmadı. Sonra iç çekti.
“Kimleri olacak bizi de valide hanımım. Kadınların olduğu meclise ben girebilecek miyim?”
“Daha da iyisini yapacak Hatice hatun. İkinizi yalnız bir araya getirecek.”
Ali Süavi şaşırmıştı. Annesine inanmamış gibi baktı.
“Nasıl olacak o iş? Yani benimle...”
Huriye hanım şakadan kızmış gibi yaparak elini dudaklarına götürdü. Sesini iyice kısarak konuştu.
“Hekimler her şeye karışmaz.”
Ali Süavi şaşkınlıkla bu ufak tefek ama oldukça becerikli kadına hayranlıkla bakıyordu.
“Anam senin yapamayacağın hiçbir iş yoktur. Buna inandım artık.”
“Ne yapayım oğlum. Sen beni mecbur ettin.”
“Kız güzel çok güzel dedim Çok hamarat dedim. Sen ille de ben göreceğim yoksa olmaz dedin. Bende aracı hatunu biraz gördüm. Anlarsın ya oda; Vallahi hekim bey oğlum olmasa arından edebinden emin olmasam hiç böyle bir şey yapmam ama sizleri uzun zamandır bilirim. Hekim beyden hep oldum olası çekinmişimdir. Madem öyle istiyor yapalım. Ama göreceksin sanki zor ikna olmuş gibi söylendi. Oysa yüklü keseyi görünce çoktan ikinizi bir araya getirmenin planlarını yapmıştır. Bilmez miyim ben onu?”
“Anam, benim siz kadınların işlerine aklım ermiyor. Ermezde.”
Annesi ayağa kalkarken muzip bir gülümsemeyle;
“Ne diyorsun o zaman sen?”
Ali Süavi dudağını büktü…
“Valideler öyle diyorsa doğrudur…”

Bir sesle irkildi.
Önce nerede olduğunu hatırlayamadı. Sonra etrafındakilere baktı... Şehirli adam yanında oturmuş ona sesleniyordu.
“Beyim iyi misin?”
Ali Süavi biraz daha doğruldu.
“Sağ olun iyiyim.”
“Kardeşim korkuttun bizi. Şimdi nasılsın daha iyisin değil mi?”
Ali Süavi başına toplanmış kompartımandakilere baktı.
“İyiyim. Sağ olun... Herhalde çok kan kaybettim.”
“Ben hala bu adamlar neden bunu yaptılar anlamadım efendi. Bir husumetlik mi vardı aranızda?”
Ali Süavi adama çok sert baktı. Yavaşça doğruldu. Oturdu.
Bir süre bekledi.
Sonra adama yanına yaklaşması için işaret etti. Adam yaklaştı.
Ali Süavi yavaşça;
“Sizin benimle bir derdiniz mi var. Tuhaf sorular soruyorsunuz... Ne husumetliği olacak onlarla benim, ne tanırım ne bilirim.”
“İyide böyle durup dururken!”
“Ne bileyim neden yaptılar. Ama sizin de benimle bir derdiniz varsa açıkça beyan edin.”
“Yoksa da bana durmadan sualler sormaktan vazgeçin yeter artık. Bunaltınız beni.”
Ali Süavi kalktı. Dışarı çıktı. Yürüyerek biraz uzaklaştıktan sonra pencere kenarında durdu.
“Halsizliğim farkında olmadan fazla kan kaybettiğimden.”
Pencerenin kenarından tutundu.
Dışarılara baktı ve derin derin nefes aldı. Yüzüne vuran buz gibi havayı ciğerlerine çekti.
“Bu nedir anlamadım ki. Daha göreve yeni başladık başıma gelen tersliklere bak.”
Bir süre daha dışarılara baktı. İçindeki sevinci yok etmeye mi çalışmışlardı.
“Bu işin zor olacağını biliyordum. Beklide ben hatalıyım. Uzun yıllardır memleketimden uzaktaydım. İnsanlar birbirinden şüphe eder hale gelmişler. Bu siyah bulutlar muhakkak ki kötü rüzgârlar estiriyorlardır. İnsanlarımız ne kadar tedirgin ve korkak olmuşlar. Herkesten her şeyden şüphe eder durumdalar. Allah’ım bu karanlıkların dağılmasında bana vazife ihsan eylediğin için binlerce kere hamdolsun;”
Sıkıntısı bitmişti.
Düşüncelerini dudakları ve başı ile onaylıyor kendi kendine konuşuyor ve gülümsüyordu.
İçi artık rahattı. Kimsenin onunla bir derdi yoktu.
Dert herkesindi. Güven yoktu. Herkes yarınının ne olacağını bilmiyordu. Bu tepkilerde normaldi.
Tekrar kompartımana döndü. İçeri girerken herkese gülümsedi. Yerine oturdu.

Bir süre oturduğu yerden dışarı baktı.
Sonra başını yan tarafa yasladı ve gözlerini kapattı.
Uzun bir süre yerinden kalkmadı.
Dalmıştı. Uyku ile uyanık arası bir şeyler görüyor ya da düşünüyordu. Eskilere hatıralarına gitmişti yine...

İstanbul bugün ne sıcaktı, ne soğuk...
Garip bir havası vardı. Renksiz görünüyordu. Ali Süavi faytonun yan tarafından dışarı bakıyordu her zamanki gibi ve düşünüyordu.
“İstanbul’un rengi bu gün nedense belli değil. Heyhat keşke anlayabilseydim. Ne ile karşılaşacağımı?”
Huriye hanımın elinde Ali Süavi’nin bilmediği çıkını vardı.
Annesi faytona bindiğinden beri dualar okuyor, oğluna üflüyordu.
Ali Süavi dışarılara bakıyordu. İstanbul’u seyrediyordu. 
“Her taşı, her dalı, her gülü bir an bile gözlerimin önünden ayrılmasın.
Bu nasıl güzel bir memleket! Buranın havası nasıl böyle çiçek kokuyor?
Bu evler nasıl böyle güzel bakıyor.
Cumbalarda kim bilir hangi tazeler hangi beyzadeleri bekliyor. Pencerelerden aşağılara sarkan sardunyaları hangi tazelerin kınalı elleri dikti. Rabbim can verdi.
Bu İstanbul’un taşları her zaman böyle parlak böyle temiz mi olur.
Hiç mi kirlenmez. Boğazın bir tarafında;
Yuşa Hazretleri, bir tarafında Eyüp Sultan Hazretleri ve Yahya Peygamber...
Bu zatı muhteremlerin olduğu şehir nasıl güzel olmaz nasıl kutsal olmaz. Sana binlerce kere şükür olsun ki Rabbim buralara gelmişiz.”
Ali Süavi annesinin birkaç kez kendine seslendiğini hissetmişti. Sonunda Huriye Hanım oğlunu sarstı.
“Hekim beyim diyorum, geldik diyorum. Allah, Allah ne oldu sana evladım. Nerelerdesin Allah Aşkına?”
Ali Süavi bir anda kendine geldi. Annesine gülümsedi.
“İstanbul”
Annesi şaşırmıştı.
“Ne dedin evladım anlamadım?”
“Bu şehri seviyorum.”
Annesi oğluna bir süre baktı.
“İyi... Oğlum geldik de...”
“Geldik mi?”
Bir konağın, cumbalı, cumbalarından çiçekler sarkan İstanbul’un güzel bir evinin güzel kapısının tokmağına vurmaya başladı Huriye hanım.
Belliydi, oğlundan daha heyecanlı olduğu. Arada bir oğluna bakıyor, bazen gülümsüyor bazen ifadesiz izliyordu. Ama dudakları devamlı kıpırdıyordu. Dua okuyordu...
Ali Süavi evin önünce gelince tedirgin olduğunu hissetti.
“Anam başıma ne işler açıyorsun?”
“Ne olmuş oğlum? Hayırlı bir iş için buradayız.”
“Ah anam şu düştüğüm hale bak!”
“Ne varmış halimizde. Sus evladım duyarlar ayıp olur.”
Ali Süavi annesinin de tedirgin ve oldukça heyecanlı olduğunun farkındaydı.
Oğluna yaptığı bu şeyden Belli ki korkuyordu. Bir süre beklediler. Ali Süavi annesine kısık sesle;
“Beklide evde yoklardır. Anam haydi dönelim.”
Annesi cevap vermeden kapı açıldı. Karşılarında aracı Hatice hatun duruyordu.
Sürmeli gözlü iri yarı Hatice Hanım ikisini özellikle Ali Süavi’yi süzerken bir yandan da yüksek sesle konuşmaya başladı.
“Vay. Vay buyurun Huriye Hanım… Bu ne büyük güzellik! Hoş geldiniz sefalar getirdiniz.”
Hatice Hanım gülümsüyordu. Konuşurken merdivenlere de bakıyordu.
Sonra yavaşça Huriye Hanıma;
“Vallahi bir telaş aldı ki beni sorma gitsin...”
“Bu işten alnımın akı ile çıkarsam bir daha kimseye aracı olmayacağım.”
Huriye hanım başını iki yana salladı.
“Hatice sen çöpçatanlık yapmadan duramazsın. Haydi söylenme. Nerede bu ev sahipleri, kimseler bizi karşılamıyor mu?”
Hatice yine yukarılara baktı.
“Hoş geldiniz Huriye Hanım, Hoş geldiniz.” Dedikten sonra;
Ali Süavi’ye yavaşça;
“Duydum... Valide hanımınız söyledi hekim çıkmışsınız.  Artık yakınımız hekim olunca derdimiz azalır değil mi beyzadem.”
Ali Süavi’nin canı iyice sıkılmıştı, her an anasını alıp gidecekmiş gibi kapı yanında duruyordu. Hatice hanıma oldukça alçak sesle.
“Evet.”
Hatice Hatun daha yüksek sesle konuşmaya başladı.
“Hekim bey, Allah gönderdi sizi. Bu günlerde pek rahatsızım. Huriye Hatun sizi yukarı kadınların oturduğu yere götüreyim. Hekim bey senide bu odaya alayım. Valide hanımı odaya yerleştirince geleceğim. Buyurun.”
Sesini alçalttı.
“Hekim bey oğlum sen burada otur. Ben Sultanı buraya getireceğim.”
“Sultanımı?”
“Kızımızın adı be evladım.”
Hatice Hatun, yandaki kapıyı açtı. Ali Süavi’yi buyur etti.
Oda sıcaktı. Ali Süavi içeri girdi. Üç tarafı sedirle çevrili oda hoşuna gitti.
Halı yastıkların üzerinde dantel süslü kanaviçe işli beyaz örtüler, ortada büyük bakır sini, cumbaları süsleyen el işi dantel perdeler yerde büyük halı.
“Ne güzel döşenmiş bir oda bu. Maşallah.”
Pencere önündeki sedire oturdu. 
Odayı incelerken Hatice Hatun geldi. Alçak sesle konuşmaya başladı.
“Hekim bey evladım. Ben biraz sonra Sultan kızımızı bir şeyi bahane edip buraya getireceğim. Aman kuzum uzun sürmesin. Madem illa da göreceğim demişsin. Gör kızımızı. Tamam, mı evladım?”
“Tamam, Hatice Teyze!”
Kadın hızla dışarı çıktı. Ali Süavi içinden ne ile karşılaşacağını bilmemenin sıkıntısıyla terlemeye başlamıştı.
”Ah anam ah... Neler açıyorsun başıma! Annemin aklına uydum. Düştüğüm duruma bak.”
Canı sıkılmıştı. Pişman olmuştu. Ne yapacağını bilmiyordu.
İyi bir durumda değildi. Tedirgindi. Tam bunları düşünürken kapı açıldı.
Önden Hatice Hatun arkasından genç bir kız içeri girdi.
Ali Süavi ayağa kalktı.
Uzun boylu, yeşil gözlü çok güzel bir kızdı.
Ali Süavi donmuş kalmıştı. Ayakları yerden kesilmiş gibi olmuştu.
Genç kız içeride bir erkek görünce geri adım atmak istedi.
Ali Süavi ayağa kalkmıştı. Birbirlerine baktılar. İkisi de hareket etmeden duruyordu.
Genç kızın yüzü kızarmıştı. Bir süre sonra başını önüne eğdi ama bu çok uzun sürmedi. Tekrar başını kaldırdı.
Ali Süavi’nin gözlerinin içine baktı.
Ali Süavi kıpırdayamıyordu. Hatice Hatun ikisine bir süre baktı. Sonra yavaşça kapıyı açtı ve dışarı çıktı.
Bir süre daha öyle kaldılar.
Bir büyü, bir sihir vardı aralarında. Ali Süavi uykudan uyanmış gibi mahmur gözlerle, oldukça kısık sesle onuştu.
“Af buyurun ismi âlinizi bağışlar mısınız?”
Genç kız titreyen sesi ile konuştu. Sadece sesi değil bütün vücudu titriyordu.
“Sultan.”
Ali Süavi söylediklerini kendi de duymuyordu.
Bir şeyler söylüyordu. İçinden geçenler dudaklarından dökülüyordu.
“Sultan gibisiniz maşallah…”
Ali Süavi bunları o kadar kısık ve titrek sesle söylemişti ki kendi bile zor duymuştu. Genç kız gülümsedi. Başını önüne eğdi. Utanmıştı. Kırmızı yüzü daha da kızarmıştı...
Ali Süavi’de gülümsedi…
Kızın başını kaldırması için içinden dua ediyordu.
“Hayatımda gördüğüm en güzel gözler” 
Ama bunu içinden mi söylemişti, yoksa Sultan duymuş muydu bilmiyordu.
Tam bu sırada Hatice Hatun içeri girdi. İkisine baktı.
Gördükleri hoşuna gitmişti. Gülümsedi.
“Hay Allah’ım hekim bey evladım siz burada mıydınız? Sultan kızım gel yukarı çıkalım. Namahrem ile aynı odada yalnız olmaz. Hem valide hanımınızda her an yokluğunu fark eder.”

Ali Süavi’nin içi acımıştı. Sanki uzun yıllardır tanıdığı birinden ayrılıyordu.
Sanki birileri ondan bir şey alıyorlardı. Gitmesini istemiyordu.
Genç kızda gitmek istemiyordu.
Bu Hatice Hatun’un söylediklerini anlamadığından, duymadığından ya da duyduklarından sonra yerinden kıpırdamamasından belliydi. Hatice Hatun bir kez daha tekrarladı.
“Sultan kızım, haydi yukarı çıkalım. Valide hanımınız yokluğunuzu fark eder ve aşağıya gelir ise iyi olmaz.”
Genç kız istemeden geri, geri çıktı.
Hala birbirlerine bakıyorlardı… Kız odadan çıkınca orası karardı, grileşti.
‘Öyle ra’nadır gülüm serv-i hırama nın senin…
Kim gören bir olur elbette hayranın senin…’
Dudaklarından farkına varmadan Fuzuli’nin bu sözleri dökülmüştü.
“Güneş söndü sanki! Karanlık gecede...”

Sert bir sarsıntı ile uyandı ve Uyuduğunu trenin uzun uzun çalan düdüğünün sesinden sıçramasından anladı.
Üstelik yatağında yatmış gibi rahattı.
“Bu kadar arbededen sonra nasıl bu kadar huzurlu uyumuşum. Hayret!”

Tren önce yavaşladı, sonra durdu. Kompartımandakiler tren yavaşlamaya başladığında inmek üzere hazırlanmaya başlamışlardı.
Köylüler daha durmadan başları ile selam vererek kompartımandan ayrıldılar.
Ali Süavi acele etmedi…
İçerinin tamamen boşalmasını bekliyordu. Tartıştığı adam giderken yanına geldi.
“Beyim üstüme vazife değil ama! Burası Sivas. Siz burada inmeyecek miydiniz?”
Ali Süavi yüzüne bakmadan konuştu.
“Evet. İneceğim.”
Toparlanıyormuş gibi yapmaya başladı...
Adam biraz durdu. Sonra;
“Peki, beyim, Allahaısmarladık.” 
Adam çıktı. Ali Süavi bekliyordu.
“Onlar seni bulur demişti. Kimseler yok.”
Bir süre daha bekledi. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Kompartımanın camından aşağı baktı.
Tekrar oturdu. Koridora baktı. İçi içine sığmıyordu. Tren hareket etmeden önceki ilk düdüğünü çaldı. Telaşlandı.
“Tren gidecek!”
Gelen giden yoktu. İkinci düdük çaldı.
Ali Süavi’nin kalbi yerinden çıkacak gibi çarpmaktaydı.
“Şimdi hareket edecek.”
Bir anda arkasında elindeki camlı tepsi gibi bir şey taşıyan adam belirdi…
Kendine bakmadan konuşuyordu. Alçak sesle ve hızlı konuştu.
“Acele edin tren kalkacak. İstasyon dışında, faytonların durduğu yerin karşı tarafındaki faytona binin.”
Adam bunları söyledikten sonra bağırmaya başladı.
“Tatlı var tatlı...”
Ali Süavi’ye bir kez baktı ve ilerlemeye başladı.
Ali Süavi zaten bavulunu indirmiş bekliyordu.
Hemen aldı koridora çıktığında tren hareket etmeye başlamıştı.
Hızlı adımlarla yürüdü araya çıktı, kapıyı açtığında tren hızlanmıştı.
Hiçbir şey düşünmeden merdivenlerinden atladı.
Düşmemişti.

Ali Süavi bir an durdu. Etrafına baktı. Kimse yoktu.
En azından onu gören olmamıştı. Yavaş adımlarla kapıya doğru yürümeye başladı.
“Doğru yere gidiyorumdur. Yoksa bana neden öyle desin. Beni nereden bilecek. Sait Efendinin dediği gibi!”
“Onlar seni bulacak demişti.”

Biraz daha hızlı yürümeye başladı. İstasyonun dışına çıktı.
Kapının önünde duran arka arkaya sıralanmış faytonlara baktı. Sonra karşı tarafta tek başına duran faytonu gördü…
“Evet o...”
Sonra hızlandı.
Faytona doğru emin adımlarla yürümeye başladı. Faytonun yanında genç bir adam duruyordu.
Genç adamın Ali Süavi’yi beklediği belliydi. Faytonun yanına gelince adamla göz göze geldiler.
Genç adam eli ile binmesini işaret etti.
Faytonun alt basamağına bastığı anda faytonda yalnız olmadığını fark etti… Çok şaşırdı.
Ayağını basamağa atmıştı. Çok kısa bir an tereddüt etti ve ayağını basamaktan çekti.
Trendeki kendini rahatsız eden adam, durmadan sorular sorup canından bezdiren adam ve yanındaki kadın faytonda oturuyorlardı.
Ali Süavi bu sefer gerçekten kinle adama baktı.
Adam Ali Süavi’nin gözlerine baktı.
“Yollar rahat mıydı? İstanbul’da kar var mıydı?”
Ali Süavi gözlerini hiç çekmeden konuştu.
“Evet. İstanbul karlıydı.”
“Buyurun beraber gideceğiz.”
Ali Süavi basamağa bastı ve karşılarındaki yere oturdu.

Fayton hareket etti. Bir süre konuşmadan yola baktılar.
Adam Ali Süavi’ye baktı.
“Tanışma zamanıdır beyim. Benim adım Gıyasettin bana Gıyas derler, bu hanımda Arife…”
Ali Süavi bayana başı ile selam verdi.
“Siz benim adımı biliyorsunuz dur söylememe gerek yok.”
“Evet beyim. Gazanız mübarek olsun.”
“Gazamı anlamadım beyim. Ne gazası?”
“Beyim niye açık olmuyorsunuz? Size gerekenler söylenmedi mi?”
“Valide hanımımı kast ediyorsanız! Sadece beni almaya gelecek arkadaşların bu şekilde beni tanıyacaklarını söyledi. Ama gazadan bahis etmedi.”
“Beyim bizimle oynama… Hepimizin ne yapmak için yola çıktığımızı iyi biliyorum. Değil mi efendim?”
“Evet. Ben iyi biliyorum.”
“Benim annemin halasının oğlu Kamuran Beyler memuriyetleri veçhiyle Sivas’ta ikamet etmekteler. Benim de geçirdiğim ağır ciğer hastalığından sonra dinlenmek üzere valide hanımımın tavsiyesi üzerine buraya geldiğim. Tabi siz Kamuran’ın yakınları iseniz böyle gizli kapaklı konuşmanın bir anlamı yok. Kamuran’ın evi uzakta mı?”
“Ne diyorsun sen kardeşim? Ne Kamuran’ı, ne valide hanımı? Bir yanlışlık var dersek o da olmaz.”
“Siz nereden bileceksiniz benim validemin bana söylediklerini? Siz benimle eğleniyorsunuz değil mi? Biliyorum bunlar Kamuran’ın oyunları…”
“Çattık be… Arife hanım ne diyor bu adam?”
“Ben hiçbir şey anlamadım…”

Ali Süavi her ikisine de tebessüm etti.
Yüzündeki ifade karşısındakilerin yalan söylediğini ve kendinin de bu yalanı bildiğini anlatan bir ifade takınmıştı.
Gıyasettin Beyin buna çok kızmış olduğu hareketlerinden belliydi. Ama Ali Süavi gülümsemesine devam ediyordu. Faytonun açık alanında bile bir sıkıntı hissediliyordu.
İkisi birbirine baktı, sonra Gıyasettin Bey,
“Beyim siz bizimle ne münasebetle eğleniyorsunuz. Artık bu maskaralıklardan vazgeçsek konuşacaklarımızı konuşsak!”
“Gıyasettin Bey... Pardon Gıyasettin demiştiniz değil mi?”
Adam bıkkın başını ön tarafa ‘evet’ dercesine salladı. Ali Süavi konuşmasını sürdürdü.
“Gıyasettin Bey ne konuşacağımızı bilmiyorum ama hala Kamuran’ın size bunları yaptırdığına inanıyorum.”
Adam sağ kaşını havaya kaldırdı.
“Peki, beyim... Öyle olsun.”
Fayton uzun bir süre gitti.
Ali Süavi yan taraftan etrafa bakıyordu. Gittikçe tenhalaşan, ışıkları azalan sokaklardan geçiyorlardı.
Sivas’ın arka mahallelerine doğru gidiyordu.
Gecenin geç saati olduğundan sokaklar boştu.
Ali Süavi etrafına bakındıktan sonra Gıyasettin beye sordu.
“Benim bildiğim Kamuran böyle yerde oturmaz, kuzum siz beni nereye götürüyorsunuz?”
“Kamuran demiyor musun? Bizde seni Kamuran’a götürüyoruz.”
“Şaşkın vaziyetteyim beyim. Yani Gıyas Bey. Gittikçe daha izbe yerlere gidiyoruz. Şaşırttı beni Kamuran.”
“Daha da çok şaşırtacak, sen merak etme…”
“Anlamadım. Ne buyurdunuz?”

Ali Süavi belli etmiyordu ama canı gerçekten sıkılmaya başlamıştı.
Neler oluyor. Hiçbir şey konuşmayacağız derken adamların güvenlerini mi sarsıyorum. Ama Sait Efendinin sözleri! Bunları düşünürken fayton durdu.
Faytoncu ön taraftan atladı. Hızla yanlarına doğru geldi.
Gıyas Bey’de hareketlendi. İkisi birden Ali Süavi’nin üstüne atladılar. Sarsarak aşağı indirdiler. Ali Süavi sesini yükseltti.
“Bu şaka ise tadı kaçtı. Neler oluyor?”
Gıyas Bey oldukça sinirliydi. Bağırarak konuştu.
“Şimdi biz sana şakayı göstereceğiz.”
“Ne demek istiyorsunuz?”
Sözlerini tamamlayamadan kolundan sürüklercesine götürmeye, çalışıyorlardı.
Ali Süavi direniyordu. 
Özellikle Faytoncu çok güçlü kuvvetli, iri yarı biriydi ve gücü fazlaydı.
Ali Süavi’nin direnmeleri bir işe yaramıyordu.
Ali Süavi durmadan konuşuyordu, gittikçe sesi yükseliyordu... Artık bağırıyordu.
“Ne yapıyorsunuz? Deli misiniz siz kuzum? Aklınızı mı oynattınız? Bırakın beni!”
Adamlar onun konuşmalarını dikkate almıyorlar kendileri de bir şeyler söylüyorlardı. Ama o kadar kızgındılardı ki ne söyledikleri anlaşılmıyordu.
Ali Süavi’yi sert bir şekilde çekiştiriyorlardı.
Sonunda önden giden kadının açtığı kapıdan içeri soktular…
Arife kapıyı kapattığı anda; Ali Süavi ellerinden kurtuldu ve Gıyas’ın üstüne atladı. Boğuşmaya, yumruklaşmaya başladılar.
Faytoncu da Ali Süavi’nin üstüne atlamıştı.
Birbirlerine yumruk tekme girişmişlerdi. Kadın biraz ileride olanları izliyordu.
Hiç müdahalede bulunmuyordu. Bunu sözlü olarak bile yapmıyordu. Kavga gittikçe daha sert oluyordu.
Ali Süavi hekim olmanın verdiği avantajla nerelerine vurursa çaresiz kalacaklarını iyi bildiğinden bir süre sonra ikisini de yere sermişti. Kadının sesi ile kendine geldi.
“Durun.”
Ali Süavi kadına baktı, elinde silah vardı. Gözlerinden ateş fışkırıyordu.
Kadın kükrüyor gibi bağırdı.
Ali Süavi’nin gözlerine bakarak konuştu.
“Çekil karşıya geç… Gıyas göster…”
Gıyas yattığı yerden zorlukla düzeldi, cebinden Ali Süavi’ye Sait efendinin verdiği yüzüğün aynısını parmağına taktı.
Arife’de aynısını yaptı.
Ali Süavi ikisine baktıktan sonra cebinden kendi yüzüğünü çıkarttı taktı. Sessizlik oldu. Kadın silahını indirdi. Bağırdı.
“Kalkın. Tamamdır.”
Ali Süavi hala derin derin nefes alıyordu.
Dudağının kenarından kan akıyordu. Trende yaraladığı başı da kanıyordu. Gıyas da kötü dayak yemişti. Zorlukla konuştu.
“Hemşerim ne bu hiddetin? Biraz daha Arife Hatun müdahale etmeseydi, gebertecektin bizi. Ama helal olsun sana.”
Ali Süavi hala konuşmuyordu. Kadın sertçe;
“Denemek zorundaydık. Ama anlattığın hikâye iyiydi.”

Ali Süavi o zaman güldü…
“En kısa zamanda bu geldi aklıma, bir dahaki sefere daha iyi hikâyeler bulurum.”
Ali Süavi’nin kızgınlığı geçmemişti. Her iki erkeğe sertçe bakmaya devam etti. Gıyas yerden kalkarken;
“Senin hakkında gelen istihbaratlar doğru imiş. Kardeşim böyle dövüşmeyi nereden öğrendin?”
Ali Süavi’de zorlukla yerden kalktı. Başının kanı artmıştı. Dudağından kan sızıyordu.
“Uzun yıllar sonucu…”
Adam dudağını büktü.
“Yine de ser verip sır vermiyorsun.”
Arife’nin sert sesi duyuldu. Faytoncuya bakarak konuşuyordu.
“Haydar! Fayton hazır halde beklesin.”
Faytoncu başını salladı, dışarı çıkmak için kapıya doğru yürüdü.
Ali Süavi faytoncu ile dışarı çıkmak istediğinde kadın bağırdı.
“Efendi nereye?”
“Çantamda ilaçlar var. Herkesin hali malum; tedavi etmem gerek.”
“Bekle Haydar getirsin. Haydi Haydar!”
Haydar çıkınca Ali Süavi sedir gibi olan yere gitti oturdu.
Eliyle başını tutuyordu. Ama yüzündeki sert ifade gitmemişti.
Arife ve Gıyas’a birkaç kere sert bir şekilde baktı.
Gıyas vücudunu kontrol ediyor söyleniyordu.
“Biraz daha sürseydi kırılmadık kemiğimiz kalmayacaktı. Bu nasıl bir iş Hekim Efendi.”
Arife yine sert ve yüksek sesle konuştu.
“Gıyas, tamam bunlar konuşuldu.”
Haydar elinde çanta ile içeri girdi ve çantayı Ali Süavi’nin yanına bıraktı.
Ali Süavi Arife’ye pek yumuşak olmayan bir ses tonu ile sordu.
“Benim elimi yüzümü yıkamam gerek, nerede yapabilirim.”
Kadın karşı taraftaki kapılardan birini işaret etti.
Ali Süavi oraya gitti. Ellerini yıkarken aynada kendine baktı, bir adım geri çekildi.
“Bu kadar zamanda nasıl bu hale geldim! Nedir bu oyunlar?”
Birçok yaralı yerini iyice yıkadı ve sabun sürdü. Bekledi tekrar yıkadı ve dışarı çıktı.
Her ikisini de iyice muayene ettikten sonra ilaçladı. Onlarda ciddi bir şey yoktu, şiş ve patlakları tedavi etmek daha kolaydı. Ama kendi başının dikilmesi gerekiyordu. Çok kan kaybediyordu.
“Sizlerin yaraları tımarlandı. Acil bir şeyiniz yok ama benim başımın dikilmesi gerekiyor. Benim bunu yapmam zor olacak. İçinizden birine tarif edeceğim, dikecek. Kim yapabilir.”
Anında Arife’nin sesi duyuldu.
“Ben hemşireyim dikerim.”
Ali Süavi şaşırmıştı. Kadına bir süre inanmıyormuş gibi baktı. Kadın onu inandırmak için hiçbir şey söylemedi. Ayağa kalktı.
“Burası çok soğuk isterseniz dikerim. Yoksa yukarı çıkacağım üşüdüm.”

Ali Süavi çaresiz kabul etti.
“Rica etsem. Fazla kan kaybediyorum.”
Arife hiçbir şey söylemedi. Çantadan kendine gerekli olan malzemeleri aldı. Ve dikmek için Ali Süavi’nin yanına geldi.
Ali Süavi’nin gösterdiği dayanaklığa üçü de şaşırmışlardı.
Kadın kesik yeri temizledi, diktikten sonra ilaçladı ve sardı. Sonra ellerini yıkamaya gitti ve yukarı çıktı.
Ali Süavi diğer yerlerindeki yaralarını kendi temizledi ve ilaçladı...
Bazı yerlerini sardı. Çok kesik vardı vücudunda.
“Ne kadar çok darbe almışım. Anlamasınlar derken bir araba dayak yedim.”
Tedaviler bitti... Gıyas Ali Süavi’nin yanına geldi.
“Beyim buyurun yukarı çıkalım. Burada çok üşüdük.”
Yukarı, sıcak döşenmiş, temiz bir yerdi.
Arife orta yerdeki büyük sobayı yakmıştı. Oda ısınmaya başlamıştı. Yukarı çıktıklarında ısının aşağıdan farklı olmasından dolayı
Ali Süavi titredi. Sobanın üstündeki çaydanlık kaynayınca Arife çay demledi. Kimse konuşmuyordu. Herkes çok yorgun ve çok üşümüşlerdi. Odanın içi ısınmıştı.
Çayda demlenmiş mis gibi çay kokusu odanın her tarafını sarmıştı.
Haydar yan taraftan elinde büyük bir sini ile geldi. Üstünde kahvaltılıklar vardı.
Ali Süavi o zaman ne kadar aç olduğunu anladı. Serilen sofra bezinin üzerine konulan sini çok davetkârdı. Arife çayları doldurdu. Oturdular. Belli ki sadece Ali Süavi değil hepsi çok acıkmışlardı. Hızlıca yemeklerini yediler.
Sedirin hemen önünde duran masaya geçtiler. Haydar siniyi içeri götürdü ve bardaklarına yeni çayları koydu. Hepsi gevşemişlerdi. Haydar içeriden geldi, yanlarına oturdu.

Arife Ali Süavi’ye baktı.
“Hekim beyim. Sizi ölçmek zorundaydık. Ne kadar zamanda açık vereceğinizi kontrol etmeliydik. Kusura bakma. Aslında Gıyas’la, Haydar senden fazla yara aldılar. Ama iki tarafta birbirinden emin oldu… Yüzükler namusumuzdur. Son ana kadar kullanılmayacak, bahsedilmeyecek. Sende öyle yaptın… Bize sorsaydın ya da hemen ikna olsaydın…”
Ali Süavi yine sertçe sordu.
“Ne yapacaktınız o zaman beni?”
Kadında aynı sert şekilde cevap verdi.
“Bunun hesaplaşması olmaz. Şimdi işimize bakalım.”
Arife bir süre durdu. Üçüne de baktı.
“Buradan Urfa çok uzak! Oraya gitmek senin için atla zor. Biz onun için Haydar’ı seni götürmesi için görevlendirdik.”
Ali Süavi anlamamıştı.
“Haydar kim?”
Faytoncu Ali Süavi’ye döndü.
“Benim beyim. Haydar benim.”
“Tamam. Urfa’ya Haydar’la mı gideceğim. Oda benimle gideceğim yere kadar gelecek mi?”
“Gelecek. Seni Birecik’e kadar götürecek. Orada seni başkaları alacak, Urfa’ya götürecek… Valiliğe gideceksin. Bunlar senin tayin evrakların. Bunları gereken yerlere teslim edeceksin. Senin hangi okulda öğretmenlik yapacağını sana söyleyecekler. Unutma senin öğretmen olmadığını onlar bilmiyorlar. Onlar öğretmenlerini bekliyorlar. İşte öğretmenleri…”
“Peki, ben hangi sınıfları okutacağım? Tedrisat nedir?”
“Seni gönderecekleri okuldaki Zehra öğretmen bizim adamımızdır. Sana ne yapılacağını o söyleyecektir. Daha önce öğretmenlik yaptığın yerler, ailen, sana ait tüm bilgiler bu dosyada mevcut.”
“Bunları okuyup ezberleyeceksin. Bu gece...  Sabah buradan giderken dosyayı sobaya atacağız. Anladın mı?”
“Arife hanım. Sizin bu işteki göreviniz?”
Kadın yine sertçe baktı. Bir süre cevap vermedi.
“Soruları senin de sorma zamanın geldiğinde haliyle soracaksın. Ama şimdi değil. Bizleri tanımadın. Arife diye biri yok. Gıyas’ı da bilmezsin... Haydar Birecik’ten sonra seni başkalarına teslim edecek ama Haydar’la zaman zaman görüşeceksin. Sen bizi hiçbir zaman bulamazsın ama zaman içerisinde sana da bizimle buluşma yeri ve görüşeceğin kimselerin isimleri verilecek.”
Kadın bunları söyledikten sonra kalktı, üç erkekte ayağa kalktı. Yandaki kapılardan birinin önünde durdu. Haydar’a dönüp konuştu.
“Ben günlerdir uykusuzum Haydar... Hekim beyin bilgileri incelemesi için zamana ihtiyacı var. Artık sabah şafakla yola çıkarsınız.”
Kapıyı açtı. İçeri bir adım attı sonra geri döndü geldi ve Ali Süavi beyin karşısında durdu.
“Hekim Bey ağır bir görevi üstlendiniz. Allah yardımcınız olsun.”
“Sağ olun.”
“Güneş Türk bayrağı üstüne doğsun.”
Gıyas’la, Haydar birden yüksek sesle bağırdılar.
“Güneş Türk bayrağı üstüne doğsun.”
Bunun aralarında söylenmesi gereken bir parola olduğunu anlayan Ali Süavi’de söylenenleri tekrarladı.

“Güneş Türk Bayrağı üstüne doğsun.” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder