İstanbul bu gece gökyüzünün istilasına uğramıştı adeta... Siyahın tüm tonları bu geceye acı bir şekilde hâkimdi. Zifiriden griye giden tonlar beyaza yaklaşmaktan çok uzaktılar. Yağmur bardaktan boşanırcasına tabirini haksız çıkartmamak için çabadaydı. Arada çakan şimşekler karanlığın koyuluğundan biraz renklenmesine İstanbul’un biraz görünmesine izin veriyorlardı... Gök gürültüsü ve arada yakınlara düşen yıldırımların ürkütücü sesleri serin havayı daha da bir soğutuyorlardı. Evet... Karanlık, yağmurlu bir geceydi... Oldukça kasvetli bir o kadar da ürkütücü... Sonu görülmeyen yolda, yağmurun altında bir fayton gidebildiği en hızlı hali ile ilerliyordu... Taşlı yolda nalların demirleri ile taşlar birlikte gecenin isyanına inat ritmik bir müzik için birlikte çalışmaktaydılar... Tekerleklerde onlara bu ikili gruba eşlik ediyordu. Bir orkestra, kendiliğinden oluşan heyecanlı, hüzünlü ve ürkek ve bir o kadar da enteresandı. Faytondakinin kalp atışları duyulmuyordu bu ritmik seslerin arasında, buda oldukça normaldi. Kalp küçük, taş büyük... Tekerlek kuvvetli atlar tekerlekler kadar güçlü... Kalp küçük, kalp üzgün, kalp ağlamaklı ama yorgun değil üstelik yorulmaya hazırlanmakta. Çok yorulmaya. Zor yorulmaya... Soğuk bir geceydi… Arka tarafta soğuktan korunması için faytoncunun verdiği battaniyeyi dizlerine örtmüştü genç adam, faytondan başını hafifçe dışarı çıkardı. “Mübarek gittikçe hızlanıyor.” Rüzgâr bir daha ama bu sefer biraz daha sert esince ürperdi. Arada bir çakan şimşekte etraf aydınlanıyordu. “Ah geceler... Nelere kadirsiniz.” Evlerin önünden geçerken, pencerelerde olur olmaz titrek ışıkları seçtiğinde bir garip merak sardı. ”Kim bilir kimler yaşıyor buralarda... Neler oluyor her bir ocakta? Ne sevinçler, ne kederler yaşanıyor şu anda.” Gözlerini kapattı. Derin bir ah çektiğinde ağzından çıkan dumanlar soğuk havaya karıştı. “Ne çok içimi acıtmış, meğerse hasretlik…” Sokaklarda kimse yoktu ama ağaçlar rüzgârdan çıkardıkları sesler ona yalnız olmadığını hissettiriyordu. Şimşek tekrar çaktığında hem yolun yan tarafına düşen deniz, hem de faytonun arka tarafındaki genç adamın yüzü daha iyi seçildi. Esmer bir adamdı. İri siyah gözleri, siyah bıyıkları başındaki fesinden arta kalan yerden görülen gür siyah saçları vardı. İri yarı bir adamdı. Sert bir görünümü vardı... “Bu şehir bir başka kokuyor. Benim özlediğim koku gibi kokuyor. Bu benim memleketim... Memleketim işte böyle kokuyor.” Tekrar havayı kokladı. Yağmurla, toprak bir arada inanılmaz bir aroma çıkartmışlardı mis gibi memleket kokusu sarmıştı her bir yanı... “Vatan kokuyor.” Rüzgârın esintisi yüzüne sertçe vurunca, başındaki fesi düşmesin diye tuttu… “Dilerim ki olur.” Fayton karanlığın ötesinde ileride durdu. Faytoncunun sesi geldiğinde genç adam düşündüklerinden arındı. “Beyzadem buyurduğunuz yer burasıdır.” Genç eğildi yan taraftan, durdukları yerin yan tarafına karanlığın içinde zor seçilen yere baktı. Tam o anda büyük bir şimşek çaktı ve her yer aydınlandı. Genç gülümsedi. “Bu bir işaret…” Görebildiği kadarı ile büyükçe bir konaktı ve bahçe içindeydi. Heyecanlandı. Gözleri nemlendi sanki ve titriyordu. “Hayatımın en önemli gecesi... Allah’ım nasip et...” Bu gece genç adamın hayatının dönüm noktası olabilirdi. Genç adam faytondan indi. Faytoncunun parasını ödedi. “Sağ olasın. Hayırlı geceler olsun.” “Sağ olun beyzadem.” Genç adam, yalı bahçesinin, demir kapısını açmak için iteledi. Kapı kilitliydi. Kapının üstündeki büyük tokmağa birkaç kere sertçe vurdu… Konağın büyük kapısının açıldığını gördü. Biri hızla on onbeş basamakla çıkılan yerden indi. Kapıya geldi. Genç adamın kalbi daha da hızlı atmaya başlamıştı. “Beyzadem, Hekim Ali Süavi efendiler mi?” “Evet. Benim.” Adamın başı önüne eğikti, binayı eliyle işaret etti. “Buyurunuz hekim bey, sizi bekliyorlar.” Bahçe kapısını açtı. Genç adam açık kapıya doğru ilerledi. Gecenin gizeminden mi, yoksa heyecanından mı bilinmez ama yalı, her adımında daha büyük daha da ihtişamlı görünüyordu. Bahçede ki ağaçlar bile sokaktakilerden daha farklı görünmüştü gözüne... Sanki kulağına bir şeyler fısıldıyorlardı. İçten içe ürperdiğini hissetti. Anlatılması ne zor duygular içindeydi şimdi. “Bu gece çok önemli...” Fısıldamıştı... Taş merdivenler yağan yağmurdan kaygandılar, heyecandan dizleri titriyor adımlarını taş zemine sertçe basamıyordu. Düşmemek için dikkat etmeliydi... Sıkıntılıydı. “Heyecan mideme kramplar girmesine sebep oldu. Olsun kimin başına gelebilir böyle biri ile karşılaşmak konuşmak.” Merdivenleri çıktı… Merdivende arkasından gelen adam bir anda ön tarafa geçti, kapıyı açtı. İçeri girdiği anda yüzüne vuran sıcaklık hoşuna gitti. Çok üşümüştü. Büyük bir holdü burası ne kadar sade döşenmişti. Mobilyalar tek renge hâkimdiler. Bej, kahverengi. Arada grilerde dikkatini çekti. Arkada kalan adam bir anda yine hızlandı, bir odanın kapısını açtı ve içeri eli ile buyur etti... Başka bir odada ise… Denize bakan pencerenin önünde duran büyük masanın etrafında üç erkek konuşuyorlardı. İçeri loştu, deniz koyu siyah olmalıydı ki görülmüyordu. Masanın üstündeki masa lambası iyi bir antika olduğu her halinden belliydi. Işığı azdı. Kapının iki yanındaki apliklerdeki ışıklarda içeriyi iyi aydınlatmıyorlardı. Masanın ön tarafındaki iki erkekte, oldukça şık giyimliydiler… Masanın arka tarafındaki koltukta oturan adamın yüzü net seçilmiyordu. Silueti belirgin olarak görülüyordu. Ama yüz hatlarını seçmek mümkün değildi… Diğer ikisi masanın ön tarafındaki koltuklarda oturuyorlardı. Oturanlarda biri orta yaşın üstündeydi. Diğeri daha gençti. Masanın arka tarafında oturanın ses tonu oldukça etkileyiciydi. Kelimeleri yavaş ve temiz bir Türkçe ile konuşuyordu… “Paşamız söyledikten sonra bizim için mesele yoktur. Onun güvendiğine elbette ki güveniriz.” Yaşlı olan temkinli hareket etmek istiyordu. Huzursuz konuştu. “Bu sefer gidilecek yer çok önemlidir.” Pencerenin önünde oturan ve net seçilemeyen, biraz sesini yükseltti ama sesinin yükseltisinden değil sesinin kararlığından karşısında oturanları ürküttü. “Efendi, herkesin gittiği yerlerde çok önemliydi. Vatanın her bir karışının öneminin değeri ölçülememiştir. Bir tek karışı yoktur ki önemsiz olsun.” Sesindeki ‘tını’ kelimeleri anlamlarından daha da büyük hissettiriyor, konunun ehemmiyetini daha da vurguluyordu. Yaşlı olan huzursuz olmuştu. Sesini iyice alçaltarak konuştu. “Mutlaka efendim. Buyurduğunuz gibidir. Bizlerde yürekten katılmaktayız. Ben yanlış konuşmuş oldum. Affınıza sığınıyorum. Demek istediğim bu günlerde o bölgede kaynayan kazan zalimdir...” “Kazanın içi de acıdır efendim.” Pencere önünde oturan ayağa kalktı, pencereden dışarı karanlıklara baktı. Bir süre loş bir sessizlik oldu... “Haklısın. Her taraf kaynamaktadır. Her tarafta acılar her yeri yakmaktadır. O taraflardaki ateş bu günlerde gereğinden fazla büyük olmuştur.” Adam biraz rahatlamıştı. Belli belirsiz kendine arkası dönük karanlığı izleyen adama belli etmeden mendili ile alnını sildi. “Evet efendim. Zatıâlinizin de bilgisi dâhilindedir ki, son gelen haberler, yüreğimize biraz daha kasvet ilave etmiştir.” Karalığa bakan yavaşça griler içindeki odada yerine oturdu. “Her taraftan gelen haberler bu günlerde ne yazık ki acı ve keder vermektedir. Ama bizler hiçbir zaman teessüre kolay kapılmadık bundan böyle de kapılmayacağız.” Adam başı ile onayladıktan sonra; “Haklısınız efendim.” Bütün konuşmaları sessizce dinleyen üçüncü adam yaşlı adama baktı. Sonra masanın öbür tarafına döndü. Oldukça nazik bir o kadar kararlı bir ses tonu ile konuştu. “Zatıâlinizi biraz olsun rahatlatacaksa, gelen zatı yakinen tanırım.” “Bunu bilmek bizleri memnun etmiştir.” Genç kararlı konuşmasını sürdürdü... “Yapacakları şimdiye kadar yaptıklarının teminatıdır. Yürekli bir adamdır. Vatanın, namusunu korumasını bilecek kadar da babayiğittir.” Bir süre yine loş odada loş sessizlik oldu. Sonra masanın başındaki kararlı ses tonu ile konuştu. “Gelen zat için söyledikleriniz çok iyi. İçim rahat etti. Kendisini tanımanda gayet iyi!” Bunları söylerken masadaki kâğıtlara bakan gözler şimdi odadaki diğer iki kişinin gözlerine baktı. Belli ki anlatmak istediklerinin ciddiyetini ve mesai arkadaşlarına verdiği önemi onların gözlerine bakarak vurgulamak istemişti. Bir süre sessizlik oldu. Her iki zatı dinleyen üçüncü kişi: “Efendim… Kendileri hakkında yapılan istihbaratta; Biraz önce buyurduğunuz gibi. Bu toprağın bir karış yeri için düşünmeden kendini feda edecek kadar bu topraklara sevdalı denmiştir.” Sait Bey heyecanla söze girdi; “Göndereceğimiz yerdendir. İstanbul’a çok eski yıllarda göç etmişler. İyi bir aileden gelmektedir. Onu seçmemizdeki sebeplerden biride, oralı olması muhakkak ki…” “Ama sadece bu kâfi değildir! Bu zat Fransa’da üst eğitim almış; Fransızca, İngilizce, Latince ve Farsçayı çok iyi konuşmakta, yazmaktadır…” Masanın arka tarafında yüzü gölgede kalan; “Maşallah… Böyle birini seçmekle çok doğru yapmışsınız. Evli midir?” “Efendim. Burada tıp tahsili yaptığı zamanlarda evlenmiş… Zevcesi ince hastalığa evlendikten birkaç sene sonra tutulmuş. Zevcesini kaybettikten sonra Fransa’ya gitmiş. Mesleğinde ilerlemek için, oralarda ikinci bir tıp tahsili görmüş… Bir daha evlenmemiş. Kendi isteği ile tekrar buraya dönmüş. Anne tarafından Paşanın yakınıdır...” “Beyler zatın kendisini görmeden bile bu iş için biçilmiş kaftan olarak düşünmekteyim.” “Efendim… Hakkında yapılanı tahkikatlar, önünüzdeki dosyada tamamına yakınından bahis edilmektedir.” “Okudum Sait Efendi... Evet, artık efendiyi tanımak zamanı gelmiştir.” “Derhal efendim.” Adamlar oturdukları yerden kalktılar. Başlarını önlerine eğerek selam verdiler… Hekim Ali Süavi, alındığı odanın penceresinden dışarı karanlığa bakıyordu. “Karanlığın, zifiri karanlığın içinden bir ışık görülüyor, ama zor seçiliyor. Bu işaret. Ben inanıyorum ki bu ışık büyüyecek çok büyüyecek ve onu büyütecek kişi…” Derin bir iç çekti. Pencereden yukarılara baktı arada çakan şimşeğin önündeki büyük çok büyük suyu bir anda olsa aydınlatmasına baktı. “Bir gün hep aydınlık olacak.” Gözlerini kapattı. Elini kalbinin üstüne koydu. “Ey Rabbim, kaderimde dileğime yer varsa bu gece edeceğim duam dileğim kabul olsun.” Bir sesle başını kapıya doğru çevirdi. Kapı açıldı. Sait Bey gülümseyerek içeri girdi. Hekim Ali Süavi gelene baktı. Sait Bey orta boylu, beyaz tenli, hafif kırlaşmış saçları ve gözlükleriyle insanda güven duygusu oluşturan bir zattı. “Hoş geldin dostum. Seni bekliyor. Buyur sana kapısına kadar refakat edeyim.” Hekim Ali Süavi sesinin titrememesi için çabalayarak; “Nasıl? Sence her şey yolunda görülüyor mu?” “Senin hakkındaki bilgileri öğrendikten sonra karşı iyi şeyleri düşündüğünü hissettim. Hakkında hayırlısı olsun kardeşim.” Sait Efendi elini Ali Süavi’nin omzuna koyarak, tebessümle konuştu. “Hadi bakalım. Gidelim.” Ali Süavi yürümedi, elini arkadaşının eline uzattı... Tokalaştılar. Hekim minnetle gülümsedi... “Sağ ol Sait.” Birlikte dışarı çıktılar. Koridorlar daha karanlık, daha büyük ve daha uzun geldi Ali Süavi’ye... Adımları ağırlaşmış, ayakları taşımakta zorlanıyor gibiydi. Sait Bey onun heyecanının farkındaydı. Ona kuvvet vermek için elinin yine omzuna iki üç hafifçe vurarak gidermeye çalıştı. Ali Süavi artık titriyordu. Büyük bir kapının önünde durdular. Ali Süavi kapının tam önünde kıpırdamadan durdu. Sait Bey arkadaşının gözlerinin içine bakarak konuştu. “Bak kardeşim, büyük bir yola adım atıyorsun. Allah yardımcın olsun.” Ali Süavi titreyen hatta çıkmayan sesi ile cevap verdi. “Sağ olasın.” Ali Süavi önünde durduğu kapıya bakarken hayatının dönüm noktasına ne kadar yaklaştığını anladı. Kalbi şimdi faytondakinden de, içerde beklediği zamandan da daha hızlı atıyordu. İçin de aynı zamanda da huzur vardı. Sanki evine, baba ocağına gelmişti. Hasretliğin bittiğini geldiğinden beri ilk defa o an hissetti. Vatanında, toprağında, evindeydi. Baba ocağındaydı... Derin bir nefes adı. Dua etti. Kapıyı vurdu. Bekledi. Sait içeri girmesi için işaret etti. Kapıyı açtı içeri girdi… İçerisi çok aydınlık değildi. Hatta loştu... Masanın olduğu yerde garip bir loş parlaklığı vardı... Sade ama bir o kadar da zevkli döşenmiş bir odaydı. Ali Süavi yavaş adımlarla iki adım attı durdu. “Gel bakalım efendi. Gel buyur.” Sesi duyduğunda tüylerinin ürperdiğini hissetti. Karanlığın bile örtemediği, bir çift mavi gözle göz göze geldi. Sesi ve bakışları olduğundan da iri, heybetli gösteriyordu. Ali Süavi, meraklı bakışlarla bakan yaramaz çocuklar gibi görünmemek için gözlerini kaçırmaya çalışsa da ona bakabildiği her anın kıymetini bilmek istiyordu. “Ne kadar şık” diye geçirdi içinden. Yurt dışında, önemli mevkilerdeki kişilerle tanışmış, çok davetlere katılmıştı. Ama günlük sade bir kıyafeti bile smokin giymişçesine taşıyabilen birini daha önce görmemişti. Sarı, arkaya özenle taranmış saçları, tıraşlı yüzüyle kendine ve eşrafına ne kadar saygı duyduğunu gösteriyordu... Ali Süavi iki adım daha attı. Masaya artık yaklaşmıştı. Daha da yaklaşmasını isteyen sesle bir kez daha sıçradı. “Yaklaş. Biraz önce hakkında edindiğimiz malumat hoşuma gitti. Paris’te ilim ve irfanınıza ilaveler de bulunmuşsunuz.” Masanın arkasındaki zat net görülmüyordu. Sesindeki sertlikle birlikte huzurlu bir tını olması Ali Süavi’yi rahatlatmıştı. “Urfalıymışsın?” “Evet efendim.” “Kaç yıldır dışarılardasın?” “On yıla yakındır efendim.” “Hakkında tavsiyesi olan Paşamın sözü benim için çok önemlidir.” Ali Süavi başını önüne eğmiş, arada bir karşısındakinin bakamadığı gözlerine bakmak istediği için kaldırıyordu... Sesi titreyerek cevap verdi. “Sağ olun efendim.” “Hekimliğin de takdire şayanmış.” “Sağ olunuz, Zati âlinize layık olmaya çalışacağım. Emir buyurursanız, kanımın son damlasına kadar size hizmet etmek isterim.” “Hâşâ… Bana değil, hizmet Vatanadır.” Ali Süavi utanmıştı. Başını öne eğdi... “Haklısınız efendim. Eğer izin verirseniz konuşmak istiyorum.” “Buyurun hekim bey.” “Benim Urfalı olmamın mutlak ki gönlümde yarattığı bir farklılık vardır... Ama bu Urfa değil de memleketimin bir başka yeri de olsaydı, ben yine orada olmayı kendime görev addederdim.” “Ona ne şüphe! Vatan bir bütündür.” “Evet efendim. Benim özellikle o bölgeyi talep etmemin sebebi; İngilizlerin, Fransızların göz koyduğu topraklarda, onların içinde yaşamış, biri olmam hesabıyla daha iyi olacağını düşündüğümdendir.” “Bizde kanaatinizin yerinde olduğunu düşündük. Diğer bütün teferruatlar Sait Bey tarafından bildirilecektir. Allah yardımcınız olsun.” Ali Süavi başı ile selam verdi. Son cümlesini kendi bile zor duydu. “Sağ olun efendim.” Ali Süavi tekrar selam verdikten sonra üç adım geri yürüdü, tekrar selam verdi dışarı çıktı. Nerede ise bayılacaktı. Titremeleri artmıştı. Terden ıslanmış alnını cebinden çıkarttığı mendille silerken bir yandan da dua ediyordu. Yavaş yavaş olayın şokunu atlatıyordu. Titremesi ve terlemesi durmuştu. Gözlerinden ateş fışkırıyordu sanki. Ve içeride güçlendiğini hissetmişti. Birileri bir sihirli değnek vermişti eline sanki! Keyiflenmişti. Başarmıştı. “Duam kabul oldu.” Sait Efendinin odasına gitmek üzere yürüdü… Sait Efendinin kapısının önünde Sait Efendi ile Ragıp Efendi kendini bekliyorlardı… Ragıp Efendi, heyecanla sordu. “Ne buyurdular?” Ali Süavi mutluydu. Neşeli çıkan sesinin yüksek çıkmasına engel olamadı. “Bu gece yola çıkacakmışım?” Sait Efendi, derin bir nefes aldı… Ragıp Efendi elini uzattı. “Beyefendi, işiniz, gücünüz rast gitsin. Böyle bir davada olduğunuz için, yine hep beraber Vatan için birlikte olacağımız için, mesut olduğumu söylemek isterim.” “Allah’a emanet olun.” “İzniniz olursa sizi Sait Efendi kardeşimle baş başa bırakacağım.” “Estağfurullah efendim. İzin sizin.” “Buyurun.” “Temennileriniz içinde sağ olun. Hep beraber Vatan için görev yapacağız. Ne mutlu bize!” “Öyle efendim.” Ragıp Efendi ikisine selam verdi. Geri döndü. Hızla yanlarından uzaklaştı… Sait Efendi Ali Süavi’nin koluna girdi. “Ali Süavi kardeşim gel benimle…” Ali Süavi’nin ilk alındığı odaya girdiler. Burada da pencerenin önünde çalışma masası vardı. Masanın ön tarafındaki koltuklara oturdular… Sait Efendi; “Kaç yıl oldu görüşmeyeli kardeşim?” “Seninle Paris’e geldiğinde görüşmüştük, nerede ise üç sene olacak.” “Evet. Ben o tarihten sonra buradan hiç ayrılmadım.” “Ne mutlu sana Sait… Kutsal bir görevdesin ve muvaffak olmuşsun.” “Estağfurullah kardeşim. Sende şu andan itibaren bu işin içindesin. Muvaffak olmak daha değil. İnşallah ileride…” “Bu vatan asıl şimdiden sonra bizden görev bekliyor.” “Öyle Sait Bey kardeşim. Hizmet bekliyor.” “Ortalık böyle karışmışken sadece Anadolu’daki yüreklilerin, bu davaya canlarını koymuş cengâverlerin çatışması ile olmaz. Bizlerin de bu işte olmamız gerekiyor.” “Haklısın… Benim vatanımın her karış toprağı bizimdi, yine bizim olacak.” “Bu uğurda ne gerekiyorsa yapacağız, bunun için canımızın verilmesi gerekiyorsa hiç düşünmeden vereceğiz.” “Sağ ol kardeşim. Bizden beklenilen de budur zaten…” “Şimdi seninle konuşacaklarımız çok önemli... Benim söylediklerimi aklına çok iyi yerleştireceksin. Hiçbir yazılı kâğıdı üstünde taşımayacaksın. Hepsi aklında olacak. Sana orada kimlerle görüşeceğini, ne yapacağını, hangi görevlerde olacağını anlatacağım.” “Yazmama gerek yok. Aklımda tutarım.” “Güzel. Bu kadar talim terbiye görmüş birinin zekâsından da şüphe etmek olmaz tabii.” “Estağfurullah.” “Ali Süavi kardeşim, bu gece hareket edeceksin. Trenle Sivas’a kadar gideceksin.” “Sivas mı?” “Evet. Oradan Urfa’ya atla gideceksin. Seni Sivas’ta karşılayacaklar…” Ali Süavi çok heyecanlanmıştı. Merakla sordu. “Nasıl bileceğim onları?” “Onlar seni bulacaklar.” “Beni bulacaklar öyle mi?” “Sana verilen kıyafeti giyeceksin. Sivas’ta trenden inmeyeceksin. Onlar seni bulacaklar.” “Sana; ‘Yollar rahat mıydı? İstanbul’da kar var mıydı?’ Diyecekler.” “Sende; ‘Evet. İstanbul çok karlıydı’ diyeceksin.” “İstanbul karlıydı. Tamam.” Sait Efendi yerinden kalktı, pencerenin kenarından bir süre dışarı baktı. Sonra masasına geçti. Çekmecesinden bir dosya çıkarttı. Okumaya başladı. “Malumatlarımızı seninle paylaşmamız lazım. Bir hayli gizli olan bu belgelerden senin de haberdar olman gerek. Yine aynı şeyleri tekrar edeceğim. Bunları aklının bir köşesine kayıt edeceksin. Beni can kulağı ile dinle kardeşim.” “Dinliyorum. Benim de yaptığım araştırmalar var. Gelmeden Fransa’da da kulağıma gelmiş olanları da size bildireceğim. Buyur oku…” “Ali Süavi kardeşim. Urfa’yı İngilizler işgal ettiler… Bunu zaten biliyorsun.” “Evet biliyorum.” “Bunlar bir piyade bölüğü otomobilleri, yük arabaları, zırhlı arabaları ile gelmişler…” “Onlar geldikten sonra; 1.Süvari Alayı, Urfa’da bir subayın komutasında, bir süvari takımı bırakıp Siverek’e çekilmiş...” “Gelen haberlere göre İngilizler, Urfa ve etrafını Fransızlara devredecekler. Bunu biliyoruz zaten.” “Evet. Biliyorum.” “Şaşkınlık verecek olaylar olmaktadır. Mesela; İngilizler Ermenilerle işbirliği yaptılar… Hatta Urfa’da oturmayan birçok Ermeni de Urfa’ya gitmiş.” “Yerleşmişler öyle mi?” “Evet, aynen öyle, tabi boş durmuyorlar…” “Çanlar çalıyor, asayişsizlik havası yaratmaya çalışıyorlarmış... Ayrıca İngilizlere İstihbarat çalışmalarında yardımcı olduklarını duymaktayız.” “Oradaki milis kuvvetlerinin silahları henüz toplanmadı. Dağılan milis kuvvetlerinin bir cemiyet olarak örgütlenmesi istenmektedir.” “Seni buradan gönderirken senin için gereken her şey hazırlandı.” Senin hekim olduğun saklanacak.” “Anlamadım! Hekim olarak ta görev yapmayacak mıyım?” “Yapacaksın. Hekim olduğunu ne oradaki İngilizler, ne de Urfalılar bilmeyeceklerdir.” “Hekim olarak hizmet edeceğin alan başkadır. Buna da çok ihtiyaç hâsıl olmaktadır. Ancak senin oradaki tanınman başka bir meslek üzerine hedeflenmiştir. Muallim olarak görev yapacaksın.” “Muallim olarak çalışacağım bu bir hayli enteresan olacak. Peki, belgelerim hazır mı?” “Her şey hazır kardeşim. En ufak bir endişen olmasın.” “Sizlerle endişem olmaz. Bundan emin olabilirsiniz.” Bir süre sessizlik oldu. Her ikisi de düşünüyordu. Sait Bey Ali Süavi’ye “Sormak istediğin bir şey varsa seni dinlemeye hazırım.” “Sizlerle nasıl irtibat kuracağım?” “Sana haber verilecek. Senden isteğimiz iki ayrı kişiyi yaşamaktır Urfa’da… Belki de üç ayrı kişi de olabileceksin.” “Her şeye hazırım.” “Bu vatanın senin gibi fedaileri olduktan sonra, işgalcilerin bizden çekecekleri var.” “Öyle olacak Sait kardeşim. Benim gibi yüzlerce Vatansever şimdi yüreklerindeki sevgilerinin götürdüğü, gitme zamanlarının geldiğini biliyorlar. El birliği ile onları kendi yerlerine göndereceğiz. Allah’ın izniyle…” “Sen gittikten sonra seninle nasıl haberleşeceğimizi bildireceğiz sana. İki ismi aklında tutacaksın.” “Biri Sürmeli Hafız, diğeri Benli Elif…” “Bu iki isim senin için çok önemli. Onlar seni bulur, sınarlar. Onun için karşılıklı birbirinizi tanıdıktan sonra aynı mücadele için savaşacaksınız.” “Nasıl tanıyacağız?” Sait Bey cebinden bir yüzük çıkarttı… “Bunu parmağına takacaksın.” Ali Süavi parmağına taktı. “Şimdi değil kardeşim. Bu insanlardan emin olduğun zaman parmağına tak, onlarda parmaklarına bu yüzüğün aynısını takarlarsa o zaman doğru kişilerdir.” “Anladım. Sait kardeşim.” “İşiniz zor. Bu kapıdan çıktıktan sonra seni tanımayız. Yakalandığın takdir de seni bilmez, şahitlik etmeyiz.” “Bu vatanın kurtulması için ne gerekiyorsa yapacağıma ant ederim.” “Güle güle kardeşim. Allah yardımcın olsun.” Birbirlerine sarıldılar. Ali Süavi selam verdi. “Ali Süavi kardeşim giyineceğin kıyafetler şu torbanın içinde. Bunları giyeceksin ve bundan sonra mütevazı bir muallim kıyafeti ile dolaşacaksın.” “Tamam kardeşim.” İki eski arkadaş birbirlerinin yüzüne baktılar. Tokalaştılar ve vedalaşarak ayrıldılar. Ali Süavi dışarı çıktı. Kendini farklı hissediyordu. Bu evde bu büyük evde, garip loş ışıklı odada, bir çift mavide garip bir şeyler vardı ve ona aktarılmıştı. Kendini artık sadece bir hekim gibi hissetmiyordu. Arkadaşı haklıydı. Oradaki babayiğitlere yeni biri daha ekleniyordu. Kendini güçlü bir Cengâver gibi hissediyordu. Derin bir nefes aldı. Farkında değildi ama gülümsüyordu. Canlanmıştı. Hızlanmıştı. Gönlü garip, ruhu hırçın ama aklı salimdi. “Haydi Bismillah...”
2. BÖLÜM 14.11.2016 TARİHİNDE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder