Merdivenlerden hızla indi. Bahçe kapısının yanında
kendini içeri alan adam bekliyordu. Ali Süavi yanına gelince adam elini başına
götürdü eliyle selam verdi.
“Hayırlı gecelerin olsun.”
“Sizin de beyzadem. Sizin de.”
Adam kapıyı kapattıktan sonra kocaman kilitle
kilitledi.
Ali Süavi yağmurun altında biraz önce çıktığı binaya
baktı. Şimşek çakınca bina aydınlandı.
Üst kattaki pencerede sigara içen adamın siluetini
görünce titredi.
“Tarih bir gün kimlerin nelere sebep olduğunu yazacak
mı acaba?”
Kendini bekleyen faytona bindi… Gözlerini kapattı.
“Muallim Ali Süavi”
Yağmur aynı şiddette yağıyordu. Şimşekler arada bir
çakmalarına devam ediyordu hatta yakınlara yine arada bir yıldırım düşüyordu.
Ama Hekim Ali Süavi bunların artık farkında değildi.
Ne yolun iki yanındaki binaların pencerelerindeki titrek ışıkları, ne rüzgârın
azizliğine uğrayıp sarsılan ağaçların farkındaydı.
O başka bir yerde başka bir gönül de başka
düşüncelerdeydi. Dalmış gitmişti... Kulaklarında bir ses ve onun sözlerine
eşlik eden Ali Süavi’nin sesi...
“Ona ne şüphe!
Vatan bir bütündür.”
Ali Süavi yatak odasındaki karyolanın yanındaki
duvarda asılı fotoğrafa bakıyordu. Gözleri doldu...
“Yıllar seni unutmama neden izin vermemiş, bilmiyorum.
Seni sevmek kolay, unutmak zormuş.”
Resme elini uzattı… Resimdeki kadının saçlarını
okşadı. Gözlerinden akan yaşları parmakları ile sildi.
Resmi yerine astı. Odanın her tarafına birini arar
gibi baktı.
Yatağın kenarına oturdu. Bir süre hareketsiz duvardaki
resme baktı. Yatağa uzandı. Yukarı tavana bakmaya başladı.
Aklı ona oyunlar oynamaya kararlıydı.
Birden yerinden fırladı.
Sultanı ile birlikte çekilmiş bir resmi vardı, onu
aramak için komedinin çekmecelerini karıştırmaya başladı.
İçinde tarif edilmez bir duygu vardı. Sanki bir şey
olacaktı. Karısının lavanta kokulu ipek mendillerini gördü çekmecede koklamak
sultanını hissetmek için birini çekti.
İçinden bir zarf düştü yere…
Zarfı aldı yerden elleri titriyordu. Sultanın el
yazısını tanımıştı.
Zarfı açtı…
‘Sevdiğime,
Ali Süavi’ye,
canıma…
Seni sevmekti
bütün her dem hayatım.
Seni evimizde
gördüğümde ‘işte o’ demiştim.
Çocukken
babaannemin anlattığı masallardaki peri padişahının oğluydun…
Çok
yakışıklıydın Ali Süavi.
Çok güzel
bakıyor, çok güzel kokuyordun.
Seni görüp
sana sevdalanmayan başka taze yok muydu acep diye merak ettim.
Hep kıskandım,
başka gözlerden, başka ellerden…
Bazen havadan,
kuştan, güzel papatyadan!
Bazen
gururlandım;
Kimin yanında
böyle beyzade var ki dedim.
Anladım ben
kendime yapmışım. Kendime nazarlar
Etmişim.
Ey beyzadem.
Erim, erkeğim, hekimim, sevdam…
Sana bunu
yazdıktan sonra saklayacağım.
Belki hemen beklide
çok sonra bulacaksın.
Seni bir uzun
ömre yetecek kadar çok sevdim.
Bir gün eve
gelen kadına sordum. Sevda nedir?
Dedi ki bilmem
hiç yaşamadım. Kimse yaşatmadı.
Allah senden
razı olsun. Sevdayı yaşadım sen yaşattın.
Seninle olmak
bir gün bile yıllara değerdi.
Ben çok günler
geçirdim seninle.
Bir uzun ömre
bedel
Sen Ali Süavi
efendim. Gönlüm canım.
Ben bilirim ki
nazarlar ettim kendime ve bize
Seni
bu yürekle, bu sevdayla bir yerlerden, hep göreceğim ve sen mutlu ol diye hep
dua edeceğim.
Sen
mutlu ol hekimim.
Sen
gül, senin güzel yüzün hep gülsün. Sen ağlama.
Beni
unutma ama ancak gönlünün bir yerinde sakla...
Gönlünün
hepsini bana ayırma bu bana azap verir.
Sen
sevgi adamısın.
Yine
sev.
Ve
inan başka sultanlarda sevsinler seni...
Sen
güzel adamsın. Ben seni çok sevdim çok.
Allah’a
emanet ol.
Senin
sultanın.’
Gözlerinden yaşlar akıyordu.
Yıllardır içine, gönlüne hapsettiği hep oralarda
kalmasını istediği hatıraları kendi yerlerine, kendi memleketlerine gelince
isyan etmişler ve gün ışığına çıkmaya karar vermişlerdi adeta!
Hatıraları
beyaz tavanda canlanmıştı…
Ali Süavi mütevazı döşenmiş bir odada çalışma
masasında ders çalışıyordu. Arka tarafında kısa boylu kilolu nur yüzlü bir
kadın namaz kılıyordu. Namazını bitiren güleç yüzlü kadın, ellerini havaya açtı
dualarını bitirdikten sonra ön tarafındaki oğluna üfledi. Seccadesini
topladıktan sonra oğlunun yanına geldi.
“Yavrum acıkmadın mı hala!”
Ali Süavi annesine baktı. Gülümsedi.
“Huriye sultan senin de aklın fikrin yemekte, daha ne
kadar oldu yemek yiyeli sultanım.”
“Ali Süavi’m kiloluyum diye devamlı yemek yediğimi
sanıyorsun sen beyzadem.”
“Hayır, çok yemek yediğinden değil hareketsiz
olduğundan şikâyetçiyim valide hanım.”
“Beyzadem beş vakit namazda hareket ediyorum zaten”
“Ona çok şükür ediyorum. Ya namaz olmayaydı?”
“Anlaşıldı hekim bey bu gün benim kilolarımdan
konuşacak. Ben gideyim de sana mis gibi bir salep kaynatayım.”
“Ah anam. Allah sana uzun ömürler versin.”
“Sana da oğlum.”
Huriye hanım kapıya doğru giderken durdu geri döndü.
Sesi buğulu çıkıyordu.
“Ali Süavi’m baban yaşasaydı da senin hekim çıktığını
görseydi ne kadar memnun olurdu.”
“Nur içinde yatsın ama hekim olmamamı isteyen sendin
annem babam benim onun işini devam ettirmemi isterdi. Sen çok istedin benim
hekim olmamı valide sultanım.”
“Allah’ıma hamdolsun ki sende beni mahcup etmedin.
Okursan kendin ve Vatan’ın için çok iyi olacağını düşündüm evladım.”
“Annem senin bu aydın fikirlerin, bu ileri görüşlerin
hep benim önümde bir ışık oldu, bundan sonrada olacak.”
“Sağ ol evladım. Salep içeceksin değimli?”
“İçerim anam, zahmet olacak sana.”
“Yok evladım. Afiyet olsun.”
Hızla dışarı çıktı. Ali Süavi gülümsedi.
“Kilolu ama ateş gibi! Ne kadar hareketli, Allah
nazarlardan esirgesin.”
Gülümsedi. Başını önüne eğdi. Derslerine çalışmaya
devam etti.
Biraz sonra annesi elinde tepsi ile içeri girdi.
Salepleri getirmişti. Ali Süavi’ye baktı.
Kendine de getirdiğine göre annesinin kendi ile
konuşacağı bir konu vardı. Önündeki kitabını biraz ileriye aldı.
Salep fincanına yer açtı. Gülümseyerek annesine baktı.
Annesi fincanı koyduktan sonra karşısındaki koltuğa
oturdu.
“Vay benim oğlum. Allah’ım seni nazarlardan esirgesin.
Bitti oğlum bak sonlarına geldin.”
“Geldik annem. Sen hep yanımda oldun.”
“Ben bu vatana bir hekim yetiştiriyorsam yanında
olacağım tabii. Memleketimizin girdiği karanlıklarda, okumuş insanlara çok
ihtiyaç var. Sen aklı salim, ruhu salim ahlaklı güzel bir insansın. Ben hep
inandım. Bir gün senin bu vatan için iyi bir şeyler yapacağını biliyorum. Bu
içime doğuyor.”
“Sağ olasın anam. Sana minnetimi nasıl öderim
bilmiyorum. Sırf hekim olayım diye memleketinden ayrıldın İstanbul’a geldin.”
“Memleket oğlum… Başımız dik, içimiz huzurlu olduğu
kendi vatanımızdaki her yerdir…”
“Öyle anam.”
Bir süre konuşmadılar.
Ali Süavi annesine aralıksız bakıyordu. Bir şeyler
bekler gibi bir hali vardı. Sonunda annesi;
“Eh… Hekim oğluma güzel de bir gelin lazım.”
“Anam bekliyordum. Şimdi bu konu ile ilgili bir şey
söyleyeceğini biliyordum. Anam dur daha yeni bitecek mektebim. Hemen gelin mi getirelim.”
“Getirelim be oğlum. Emsallerin çoluk çocuğa çoktan
karıştılar. Neyi bekleyeceğiz ki artık.”
“Valide hanım düşünüyorum da bu gelin hazır muhakkak
ki…”
“Vallahi oğlum, Cevahir oğullarının kızını gördüm, pek
güzel, alımlı, eli işe yatkın üstelik pek de hamarat olduğunu anlattı aracı
Hatice hatun.”
“Hatice hatun kim?”
“Ali Süavi oğlum nasıl olsa evleneceksin, ananın içine
sinen bir tazeyle evlenmek istemez misin?”
“Valide hanımcığım, tabi valide hanımımın içine sinsin
sinsinde biraz da benim de gönlüme sinsin değil mi?”
“Kız pek güzel, endamı da yerinde… Huyu soyu da iyi
olduktan sonra! Üstelik aile ailemize eş durumda. Bence bu kız sana uygundur.”
“Anam görmeden kızı almam.”
“Ben tanımadığım bilmediğim birini nasıl benim eşimdir
diye yanıma alayım. Öyle olursa benim bunca yıldır hekim olmak için gördüğüm
ilim irfan nereye gider.”
“Evladım. Sen mektebinde böyle şeyleri mi okursun.”
“Validem. İzin buyurursan yarına imtihanım var. Sonra
hekim olmamış evladına evlenecek taze bulamayacaksın.”
“Tamam, sen yine de düşün oğlum. Ben zaten yatacağım.
Allah zihin açıklığı versin.”
“Sağ ol anam. Haydi, sana iyi geceler.”
“Sağ olasın oğlum…”
Ali Süavi annesinin arkasından bakarken babasını
düşündü.
Ahmet Rıfkı Bey iyi bir tüccardı.
Aile değerlerine önem veren, oğluna küçüklüğünden beri
‘bilginin güç olduğunu, bu güce de ancak okuyarak sahip olunabileceğini’
anlatan aydın kişiliğe sahipti.
Eşraf tarafından fikirlerine önem verilirdi. Yardım
severliği ile de tanınırdı. Hali tavrı etrafta insanların ona saygı
göstermesini sağlardı.
Ali Süavi birçok yönüyle Ahmet Rıfkı beye benzerdi.
Bir akşam evlerinde sohbet ederlerken Ali Süavi
babasına;
“Bir gün doktor olacağını ve yurt dışında eğitimini
tamamlayacağını söyledi.
Ve bununla ilgili hayallerinden bahsetti...
Ahmet Rıfkı Bey, sabırla oğlunu dinledi.
Ali Süavi’nin konuşması bitince
“Ali Süavi; Ben bu eve iç güveyi olarak geldim. Ve
kendi ailem bildim. Bir gün inşallah istediğin gibi bir hekim olup vatanına,
milletine hayırlı bir insan olursun. Sana nasihatimdir evladım; Her nerde ne
yapıyor olursan ol başımızı öne eğdirme. Seninle duyduğumuz gurur sadece
eğitiminle ve mesleğinle ilgili olmasın. Bu gururu sadece biz ailen olarak
değil millet olarak da duymalıyız. Annen her zaman yanında ve başının tacı
olsun. Bizi üzmedin, hayatta hep Muaffak olursun inşallah...”
Hatıralar
dağıldı...
Ali Süavi gözlerinden gelen yaşları engellemek için
kırptı.
“Sevgili babam nur içinde yat.”
Ali Süavi’nin gözlerinden yaşlar süzüldü. Ayağa
kalktı.
Resmin yanına gitti. Saçlarını, yanaklarını okşadı...
Dudaklarına parmağı ile öpücük kondurdu. Gözlerinden
yaşlar akıyordu.
“O güzel yüzün nasıl solmuştu Sultanım?”
Ali Süavi ağlıyordu. Eşinin resmine bakarak ağlıyordu.
“Sultanım gittim. Çok güzel şeyler yaptım. Beni bir
yerlerden görüyorsan gurur duymuşsundur… Annem de beni hissediyordur. Gönlümün
kadınları.
Sizler hep gönlümde içindeydiniz hep orada
kalacaksınız…”
Gözyaşlarını, elinin tersi ile sildi.
Hala eşinin resmi elinde onunla konuşmaya devam
ediyordu.
“Sultanım. Geri döndüm. Bana ‘Urfa’yı anlat derdin.
Seni götüreceğim oralara demiştim. Olmadı… Kader işte! Şimdi ben kutsal bir
görev için gidiyorum. Başaracağım. Allah şahidimdir başarmak için kanımın son
damlasına kadar uğraşacağım.”
Sultanın resmini öptü.
Elini yüzünü yıkadı. Sait efendinin verdiği elbiseleri
giyindi.
Namazını kıldı. Odadan çıkmadan, resme bir daha baktı,
odanın kapısını kapattı kilitledi.
Elinde bavulu dışarı çıktı. Evin büyük kapısını da
kilitledi.
Karanlık sokakta yürümeye başladı…
Yürürken kendi kendine konuşuyordu.
“Rabbim sevdaların şeklinin çok olduğunu öğrettin
bana.
Bir sevdamı aldın bir sevdayı gönlüme koydun.
Memleket sevdasını. Uzun yıllardır hasret kaldığım
Vatanımın sevdasını içime koydun Rabbim.
Binlerce kere şükürler olsun sana.”
Biraz ileride bir fayton kendine doğru geliyordu.
Eli ile işaret etti. Fayton durdu. Bindi. Etrafa
baktı.
“İstanbul geçen akşamki kadar karanlık değil gibi
geldin bana. Sanki bu gece gri bir rengin var aydınlanmaya hazırsın.
Aydınlanmak istiyorsun da davet bekliyor gibisin. Yakında aydınlanacaksın
Allah’ın izniyle.
Sana aydınlıklar yakışır İstanbul.”
İstasyona geldiğinde treni kalkmak üzereydi…
Hızla kalkacak trenine doğru koştu. İstasyonun havası
ona her zaman hüzün verirdi. Uğurlamalar ayrılıklar onu hep üzerdi.
Ama bu sefer sevinç vermişti...
Hiçte kasvetli değildi buranın havası, tam tersi
oldukça açık beyaz gibi gelmişti ona.
Bir gülümseme hissetti dudaklarında sevinçliydi.
“Yıllardır böyle bir heyecan yaşamamıştım.”
Trene bindiği anda üçüncü ve uzun düdük çaldı.
Tren hareket etti.
Birkaç kompartımanın kapısını açtı, bir kaçına da
aradaki camdan baktı. Kalabalıktı. Kendisinin oturacağı yer yoktu.
Diğer vagona geçti.
Her yer doluydu. Uzun koridora bavulunu koydu.
Pencereden dışarı bakmaya başladı. Tren düdüğünü
çalarak gidiyordu.
Siyah büyük uzun bir yılan gibi kıvrılarak gidiyordu.
Bir ejderha gibi, yolları yutuyor, tüketiyor arada bir
sinirlenip homurdanıp bağırıyor.
Gülümsedi. Mutlu ve heyecanlıydı.
Geçenler bavuldan dolayı zorlanıyorlardı. Bavulu yan
koydu olmadı, dik koydu olmadı. Bavul büyük değildi ama koridor çok dardı.
Yanına bir adam geldi.
Uzun boylu, iyi giyimli efendi birine benziyordu...
“Beyim yer bulamadıysanız bizim kompartımanda bir
kişilik yer var. Buyurun siz de girin.”
Ali Süavi rahatlamıştı.
“Sağ olun. Burada durmak çok zordu.”
Kompartımandan içeri girdi…
İki köylü adamla, iki köylü kadın, bir şehirli karı
koca oturuyordu. Bir de kendi ile içeri giren adam…
“Selamünaleyküm.”
“Aleykümselâm.”
Bavulunu, bavul konulan yere koydu. Ara yerin
yanındaki camın olduğu yere oturdu…
Oturmak iyi gelmişti. Trende uzun süre ayakta durmak yoruyordu
insanı.
Devamlı sallanmak kolay olmuyordu. Rahatladığından
etrafını incelemeye başladı. Köylü kadınları çok seçemiyordu.
Başlarını önlerine eğmişler, hiçbir yere
bakmıyorlardı.
Başlarına sardıkları tülbentten açıkta kalan sadece
gözleriydi…
“Memleketimin çilekeş kadınları!”
Köylü adamlar kendi aralarında alçak sesle
konuşuyorlardı.
Biri elindeki sigara tabakasını kendine uzattı.
“Beyim buyurmaz mısın?”
“Sağ olasın ben kullanmıyorum.”
Adam tabakasını çekti. Bir kısa süre Ali Süavi’ye
baktı.
“Nereye gidiyorsun hemşerim?”
Ali Süavi adamın bu kadar rahat konuşmasına
şaşırmıştı.
“Sigara ikramı can sıkıntısından, yol uzun muhabbet
gerek tabi. Adamcağız belli sıkılmış. Dedi içinden...”
“Sivas’a gidiyorum.”
Düşündüğü gibiydi. Adam konuşmak için can atıyordu.
Hemen cevap verdi.
“Bu zamanda oralarda çok soğuk olur. İnsanı dinden
imandan çıkartan soğuklar vardır beyim.”
“Soğuğa sormuşlar nerelisin diye! Soğuk Erzurum da
otururum ama Aslen Sivaslıyım demiş.”
Adam bunu söyledikten sonra bir süre düşündü.
“Yoksa tam tersimiydi çokta hatırlamadım. Demem o ki
çok soğuktur Sivas çok... İlk defa gidiyorsan dikkat et. Sivas’ın soğuğu
zalimdir.
Hiç acıması merhameti yoktur.”
Ali Süavi adamın yaklaşmasından hoşlanmıştı.
Gülümseyerek konuştu.
“Bilirim oranın soğuğunu çok gittim.”
Adam başını iki yana salladı. Bilgili bir ifade ile ve
görevini yapmış insanın rahatlığı içinde;
“İyi ben söyleyeyim de beyim.”
Bunları söyledikten sonra elinde duran tabakadan bir
sigara çıkarttı, yaktı. Kompartıman küçüktü ve kalabalıktı.
Ali Süavi’nin sigaraya hiç tahammülü yoktu. Adama
belli etmedi ama bir süre sonra nefes alamaz hale geldi.
Biraz daha bekledi. Ama adam yanındakine de ikram etti
o da yaktı. İçerisi iyice duman oldu.
Ali Süavi öksürmeye başladı.
Ali Süavi daha fazla dayanamadı. Adama döndü.
Biraz emrivaki bir tavır içinde konuştu.
“Efendi ben de senden bir şey istesem.”
Adam şaşırmıştı. Ali Süavi’nin ses tonu hoşuna
gitmemişti.
“He buyur beyim.”
“Yahu kardeşim. Şu sigarayı dışarıda camın önünde
içsen olmaz mı? Vallahi nefes alamaz hale geldik.”
Adam şaşırdı. Elindeki sigaraya baktı, birde içerideki
dumana baktı. Hafif tebessüm eder gibi yaptı.
“Olur, efendi niye olmasın ki. Kalk Bedri dışarıda
içelim.”
Bedri önce ne olduğunu anlamadığından adama başı ile
‘ne oldu’ dercesine işaret etti.
Sonra Ali Süavi’ye baktı. Ali Süavi’nin öksürdüğünü
görünce;
“Ha anladım. İyi çıkarız.”
Adamlar dışarı çıktılar. Aynı hızla orada sigara
içmeye devam ettiler…
Ali Süavi başını arkaya yasladı. Düşünüyordu.
“Beni nasıl bulacaklar? İz yok adres yok.”
Kendini içeriye çağıran adamın Ali Süavi’ye
bakmasından konuşmak istediğini anladı.
Adam Ali Süavi’ye bir süre baktı.
“Beyim insan dışarı bakıyor kar, kış kıyamet. Trenle
gitmek iyi oluyor. Sıcak oluyor, üşümüyorsun.”
“Haklısınız. Hatta bana biraz fazla sıcak geldi.”
Ali Süavi paltosunu çıkartmadığını o zaman fark etti.
Paltosunu çıkarttı ve bavulunun yanına katladı koydu.
Adam Ali Süavi’yi izledi. Oturunca hemen konuşmaya
başladı.
“Yolculuk nereye?”
“Sivas’a gideceğim beyim.”
“Öylemi. Güzel... Sivaslı mısın?”
“Yok değilim?”
Adam konuşmaya kararlıydı.
Oysa Ali Süavi’nin düşünmeye ne çok ihtiyacı vardı.
Ama adamda kibar birine benziyordu. Böyle küçük bir
yerde, uzun bir yolda konuşmak gerekirdi. Adam soru sormaya devam etti.
“O zaman ziyareti sebebiniz beyim?”
“Akraba ziyareti…”
Bir süre sustular. Ali Süavi’nin kısa kısa cevap
vermesi konuşmayı uzatamıyor kesiyordu. Buna rağmen adam kararlıydı
konuşacaktı. Öylede yaptı.
“Sivas’ın soğuğu iyi olur.”
“Öyle biraz önceki efendi de öyle dedi. Demek ki Sivas
denince akla sadece soğuğu geliyor.”
Adam bu sefer Ali Süavi’nin sert ses tonundan
hoşlanmamıştı.
“Beyim kıştayız. Baharda değiliz ki sıcaktan bahis
edesin.”
Ali Süavi adamın tavrından kabalık yaptığını anlamış,
ses tonunu yumuşatmıştı...
“Haklısınız.”
Ali Süavi bu konuşmanın daha uzun süreceğini düşünerek
sözünü bitirir bitirmez ayağa kalktı ve araya çıktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder