26 Aralık 2016 Pazartesi

HEKİM ALİ SÜAVİ EFENDİ 7.BÖLÜM 

KISA BİR ARADAN SONRA YİNE BİRLİKTEYİZ İYİ OKUMALAR 

Her akşam Süfyan Efendinin yerine gidiyor hem karnını doyuruyor hem de arkadaşları ile konuşuyordu. Üstelik yemekler çok lezzetli ve bir o kadar da temiz bir yerdi...
Urfa’nın tanınmış simaları da hep oraya geliyor, Süfyan onu tanımadığı herkesle tanıştırıyor ve kendi için Muallim beyin söylediklerini söylüyor ve övünüyordu.
Ali Süavi her bulduğu fırsatta Süfyan’a teşekkür ediyor;
“Allah senden razı olsun Süfyan Efendi. Sadece cami yapmak değil ilim irfan kapıları da sevaptır” diyordu.
Okul bitmişti. Lojman’da tamamdı. Her taraf tertemiz ve bakımlı olmuştu. O gece son kez bu otel gibi olan yerde kalacaktı.
Ertesi akşam artık lojmanına taşınacaktı. Yemekten sonra erken geldi. Dinlenmek istiyordu. Yarın derslere de başlayacaklardı. Son zamanlar çok üşümüş ve çok yorulmuştu.
Erkenden yatağa girdi. Uyumak istiyordu ama bir türlü dalamıyordu. İlk defa bu gece rahatladığından beklide memleketinde olduğunu hissetmişti. Burada geçen yıllarını anne ve babasını ve kardeşini hatırlamıştı.
Buradan gitme kararlarını aldıkları gece geldi gözlerinin önüne...

‘Babası buradan gitmek istemiyordu.
“Hatun ne işimiz var İstanbul’da... Çok büyük memleket! Ne yaparız oralarda?”
“Bey niye öyle diyorsun. Paşa ağabeyim ne demişti hatırlasana.”
“Bu çocuklar çok zekiler cin gibiler bunların ilim irfan görüp, okuyup büyük adam olmaları gerekir. Bu vatanın böyle adamlara ihtiyacı var. Dememiş miydi?”
“Hatun iyi dersin hoş dersin de nasıl yaparız. Bilmiyorum ki. Zor çok zor!”
“Zor olacak bey. Belki aç kalırız açık kalırız. Çok sıkıntı çekeriz ama iki tane Vatanperver evlat yetiştiririz. Okurlar büyük adam olurlar.”
“Vallahi diyecek bir şey bulamıyorum.”
Hatıraları dağıldı.

“Belli ağır bir gece olacak bu gece...”
Kalktı yatağın kenarında oturdu.
“Kader işte. Göçtük. Kardeşimde ben de okuduk. O da zabit oldu. Ve kader! O Padişahın adamı oldu. Ben?” 
Ali Süavi ayağa kalktı. Odanın içinde dolaştı.

Mektep o gün akşama kadar çalışma ile tamamen bitmişti. Süfyan efendinin işi çıktığı için o erkenden gitmişti…
Ali Süavi Hüseyin’e;
“Hüseyin Efendi, Harran kapı mahallesi hangi tarafa düşüyor?”
“Biliyorum gidelim. Biraz uzak ama çok da sayılmaz.”
“Azizim yedi sekiz yaşına kadar kaldığımız yerler orası.
Bir göreyim diyorum. Babamın ciğerci dükkânını ha birde bakkal Hüsrev Efendi vardı biz çocukken! Onu bulmak istiyorum.”
“Sen onu bulma, bulursan da kim olduğunu söyleme...
Ne olur ne olmaz!”
“Çok yaşlanmıştır yaşıyorsa. Öldüyse Allah Rahmet eylesin.
İyi adamdı.”
“Burada akrabalarında vardır o zaman senin kardeşim.”
“Çok yok. Zaten burada da çok akrabalarımız yoktu.
Ama biz göç ettikten sonra çoğu da arkamızdan göç ettiler.”
Uzak akrabalar vardır onları da zaten tanımam bilmem.”
“Öyle memleketten biri göç etimi! Akrabaları da arkasından göç ediyor. Bu adet hep böyle oluyor. Bizimkiler direndiler göç etmediler. Bizimde çok Akralarımız göç ettiler.”
Hükümetin arka tarafındaki sokağa girdiler. Ali Süavi her tarafa bakıyor ama hiçbir yer tanıdık gelmiyordu.
“Yoksa yanlış mı hatırlıyorum?”
“Kardeşim gittikten sonra hiç mi gelmediniz?”
“Gelmedik. Gittikten kısa bir zaman sonra babam öldü. Anam da kahretti.
Anlayacağın gelmedik.”
“Hay Allah… Nur içinde yatsın.”
“Sağ olasın kardeşim. Hele birde şu tarafa gidelim.”
Bir süre yürüdüler. Ali Süavi heyecanlanmıştı.
“Burası tanıdık. Şu ileride büyük bir ev vardı önünden geçerken hep ‘ah anam böyle bir evde otursa’ diye düşünürdüm.
Eğer o evi bulursam buldum demektir.”
“Ali Süavi Bey, ev yıkılmış ta olabilir.”
“Yok tamam. İşte kardeşim ev bak… Anama alacağım ev bu evdi. Bir gün çok param olunca anama bu evi alacağım derdim. Ama ev bu ev o kadar büyük değilmiş.”
“Sen küçüktün de onun için sana büyük geliyormuş demek ki!”
Evin önünden geçerken, Ali Süavi biraz durdu…
Dar sokağa girdiler. Gittikçe daha eski evlere doğru geliyorlardı.
“İşte kardeşim bu ev. Şuradaki…”
Biraz ileride gösterdiği ev, harabe halindeydi. İçinin acıdığını hissetti.
“Burada çocukluğumu bırakmıştım. Buradan bizim için göçmüşlerdi. Sırtımıza yükledikleri yükten haberdar olmadan gittik. Okumak üstelik iyi okumak zorundaydık.”
“Bizim için bu ocak söndürülmüştü. Bilmedikleri yere gidilmişti. Fedakârlığa bakın.”
“Gerçekten öyle olmuş.”
Gözleri yaşarmıştı. Annesi ile babası ile eve girişleri, evden çıkışları kardeşi Ziya’ ile kapının önünde oyun oynadıkları canlandı gözünün önünde.
“Vay zalim yıllar. Bu ev bizden sonra hiç kullanılmamış. Yemin olsun bu perdeler anamın astığı perdeler. İçeri girsek mi?”
“Yok, kardeşim hatta kapının önünde bile çok oyalanmayalım. Yürü kardeşim yürüyüşe çıkmış gibi yürüyelim.”
Ali Süavi gözyaşlarını sildi. Evin önünden geçtiler. İleride küçük köhne bakkal dükkânı duruyordu.
“Hüsrev amca ya ölmüş, ya da burada yok. Bak içeride başkası var.”
“Yıllar geçiyor azizim.”
“Öyle haydi gidelim buradan…”
Hızlandılar. Ali Süavi çok etkilenmişti.
“Anam benim. Gün görmedin anam…”
Hüseyin hiç konuşmadan hızla yürüyen Ali Süavi’ye;
“Bu gece toplanacağız, yeni gelişmeler var.”
“Nerede?”
“Seninle şehre girerken ayrıldığımız yeri hatırladın mı?”
“Evet.”
“Tamam, oraya geleceksin. Saat onda, orada seni ben karşılayacağım.”
“Tamam. Saat onda… Ben biraz hazır çıkmışken alış veriş yapayım.”

Akşam Ali Süavi, lojmanını yerleştiriyordu.
İlk gün geldiği yer değildi burası sanki! Kadınlar birde süslü perdeler dikmişlerdi. Yatağı yeni ve temizdi.
Çarşafları yorganı battaniyesini yeni almıştı.
Yerde halılar vardı ama onların nereden geldiğini bilmiyordu...
Hem yattığı odada hem de oturduğu odada masa vardı.
Yattığı odadaki masasını çalışma masası gibi hazırlamıştı.
Oturma odasındaki masasını da yemek yediği çayını kahvesini içtiği masa olarak hazırlamıştı. Ama soba burada yandığından sıcağı da çok sevdiğinden içeri sadece yatmaya gidiyordu.
“Urfa halkı ne kadar misafirperver, böyle bir şeyi önce ne gördüm, ne duydum. Herkes canla başla çalıştı.”
Lojmanının mutfak eksiklerini de kendi tamamlamıştı.
Yanan sobasının üstündeki çaydanlığından etrafa yayılan mis gibi çay kokusu çok hoşuna gitmişti.
“Yahu ne güzel, ne sıcak bir yer oldu burası, birazda kitaplar sipariş verirsem tamamdır.”
İhtiyacını giderdiği yerin yanına da banyo yapacağı yıkanacağı bir yerde yapmışlardı. Duvarları boyamışlar, çatıyı aktarmışlar, camlarını çerçevelerini yenilemişlerdi.
Çok güzel bir lojman tam anlamı ile bir muallime yakışacak bir yer olmuştu. Yaraları iyileşmişti. Kendini bir hayli iyi hissediyordu...

Dışarısı çok soğuktu. Sert bir rüzgâr nefesini kesiyordu.
Atkı ile başını yüzünü sarmıştı. Birkaç kişi ile karşılaştı ama onlarda soğuktan korunmak için her taraflarını sarmışlardı. Kimsenin kimseye selam verecek, hatta bakacak hali yoktu. Hızlı hızlı yürüdü.
“Bu gece hava önceki gecelere göre herhalde daha soğuk ya da ben iyice ısınmıştım birden soğuğa çıkınca bana çok soğuk geldi.”
Bir süre daha yürüdü.
“Bu kadar uzakta mıydı bu yol ayrımı?”

Soğuk yüzüne vurdukça titriyordu. Gideceği yere gelene kadar bir an bile durmadı. Nefes nefese kalmıştı. Ama hızlı ve uzun yürüyüş onu ısıtmıştı artık titremiyordu.

 

13 Aralık 2016 Salı


HEKİM ALİ SÜAVİ 6 BÖLÜM 

BİZİ TAKİP ETMEYE DEVAM EDİN 

Rüzgâr yüzünü sertçe tokatlarcasına yalayıp geçtiğinde Ali Süavi gülümsedi.
“Biliyorum. Her şey çok güzel olacak. Şimdiden bazı şeyler yoluna girmeye başladı.”
“Korkmuyorum ve başaracağımızı biliyorum.”
Yürürken dar sokaklardan geçerken, yine yan taraftaki evlere ve içinden ancak bir lahza sızmaya çalışan ince titrek ışıklara baktı.
“Urfa… Urfa… Paris’te bir gün buranın sokaklarında dolaşacağımı, böyle yerlerde yaşayacağımı hayal etmiş miydim acaba?”

Uykusunda bir tıkırtı hissetti.
“İçeride biri var.” Kıpırdamadı…
İçeride bir adam vardı. Her tarafa sessizce baktı. Adamın yüzünü seçemiyordu. Adam çantasını, ceplerini karıştırdı. Her şeyine baktıktan sonra, dışarı çıktı.
“Aramadan geçtik. Ne bulacaksa…”
Ali Süavi bir süre uyuyamadı sonra yorgunluktan helak düşmüş olarak derin bir uykuya daldı. Biraz sonra kendine seslenildiğini duydu.
“Ali Süavi Bey, kapıyı açar mısın?”
Yerinden fırladı. Kapıyı açtı. Eşref Efendi karşısındaydı. Çok üzgün görünüyordu.
Ali Süavi şaşırmıştı.
“Hayırdır ne oldu?”
“Senin gelmen lazım, ben gidiyorum sen kapıdan çıkışta sağdan ikinci sokağa gir seni orada bekliyorum. Hekim çantan yanında mıydı?”
“Yok, Eşref Efendi Muallimin yanında ne işi var hekim çantasının.”
“Tamam, ben temin ederim.”
Ali Süavi, Eşref çıkar çıkmaz giyindi. Yavaşça merdivenlerden indi, görevli uyuyordu. Dışarı çıktı. Hızlı adımlarla Eşref’in söylediği yere doğru yürümeye başladı.

İkinci sokağın başına geldiğinde Eşref bekliyordu.
“Gideceğimiz yer çok uzak değil çabuk olalım.”
“Tamam, olur.”
Hızla yürümelerini sürdürdüler. Bir süre gitmişlerdi. Eşref ilerideki bir binayı gösterdi.
“Buraya gideceğiz.”
Eski bir evin kapısını Eşref vurur vurmaz açıldı. Ali Süavi’nin daha önce görmediği biri açmıştı kapıyı.
“Neredeler?”
“İç odada...”
Eşref önde, Ali Süavi arkada hızla ilerlediler. Dip tarafta bir odaya girdiler Yine tanımadığı birkaç kişi vardı. Adamlar çekilince divanda yatan yaralıyı gördü ve şaşırdı.
Yatan Haydar Beydi.
Eşref Haydar beyin yanına giderken anlatıyordu.
“Haydar beylere bu gün aşiretlerle görüşmeye giderken İngilizler pusu kurmuşlar üç kişi daha yaralanmış.”
Ali Süavi Haydar beyin yanına gitti.
Bileğini tutunca Haydar Bey gözlerini açtı.
“Kalleşler pusuya düşürdüler, omzumdan vurdular.”
Ali Süavi, Haydar’ı muayyene etti...
“Kurşunu çıkartmamız lazım. Sen benim ihtiyaçlarımı temin edebilecek misin?”
“Ederim.”
“O zaman çabuk olmamız gerekiyor. Kurşun bir hayli içeride!”
“Tamam, sen muayene ederken ben birini gönderdim. Hekim çantası gelmek üzeredir.”
“Tamam.”
Bundan sonra sıkıntılı saatler başlamıştı.

Ali Süavi’nin istediklerini oradakiler ve başta İzzet Efendi olmak üzere hepsi yerine getirmek için uğraşıyorlardı.
Gelen çantada gerekli tüm malzemeleri fazlası ile vardı.
Artık sıra kurşunu çıkartmaya gelmişti. Kurşun çok derindeydi. Ve bir hayli zor olacaktı. Öylede oldu.
Çok zor oldu ama Ali Süavi iyi bir hekimdi, kurşunu çıkartmıştı. Haydar Bey olağan üstü dayanıklıydı.
Kurşun çıktıktan sonra bir hayli rahatlamış ve derin bir uykuya dalmıştı. Eşref Ali Süavi’yi diğer yaralıların yanına götürdü, içlerinden birinin durumu ağırdı.
Ali Süavi hepsinin tedavisini yaptı, ilaçlarını hazırladı. İğnelerini yaptı. Ve gerekenleri oradakilere anlattı. Tekrar geleceğini söyledikten sonra çıktı. Ali Süavi yorgunluktan bitap düşmüştü. Dışarı çıktığında ortalık ağarıyordu.
“Mutlaka bir iki saatte olsa uyumam gerek yoksa ayakta duracak halim olmayacak.”

Kalacağı yere geldiğinde kendini gören olur ise bu saatte nereden geldiğini nasıl anlatacağını düşünürken, kimsenin olmamasına sevindi. Hemen kaldığı odaya gitti. Üstünü değiştirip yatağa yattığı anda uykuya daldı.
Mektebin bahçesinden içeri girdiğinde çocukların onu beklediklerini gördü.
Biraz geç kalmıştı. Akşam giderken fark etmemişti.
Çocuklar içerideki zaten çok eski olan malzemeleri de gelişigüzel ortalık yerlere atmışlardı. Ortalık karma karışıktı. Çocukların boya yaptıkları sınıfa girdi.
Henüz başlamadıklarını üstelik yerlerin boya içinde kaldığını gördü… Yorgundu, uykusunu alamamıştı. Gördükleri hiç hoşuna gitmemişti.
“Yardıma gelmezlerse halim zor.”
Dışarıdan sesler duyduğunda sevinçle dışarı çıktı. Süfyan önde bir sürü insan arkada, bahçeye girdiler.
“Sabah şerifleriniz hayırlı olsun muallim bey geldik. Buyur ne yapacaksak söyle…”
“Hoş geldiniz. Ayaklarınıza sağlık…”
Mektepte hummalı bir çalışma başlamıştı.
Bir saat sonra Eşref ve arkadaşları geldiler. Başkalarını da getirmişlerdi.
Birkaç at arabası da malzeme gelmişti.
Başmuallim Süleyman Bey gördüklerine inanamıyordu. Sevineceğine hepsine sitem ediyordu.
“İlla bunları yapmanız için İstanbul’dan muallim gelmesi mi gerekiyordu beyler.”
Süfyan Müdüre kızmıştı.
“Süleyman Efendi senin bir gün gelip bir şey istediğini görmedik. Hep şikâyet ettin bir şey yapayım demedin. Bak Muallim geldiği anda okulu bahçeye taşıtmış. Bu ne demektir?”
“Ne demektir?”
“Vallahi bu adam canla başla ilk günden çocuklarımızı düşünüp, okutacak demektir.”
“O zaman da bizde var canımızla, malımızla onun yanında oluruz. İşte buradayız. Kaç zamandır şikâyet etmiyor muyuz? Buranın hali ne Başmuallim deyince ne cevap veriyordun bize?”
“Ne diyordum?”
“Ne yapayım ödenek varda biz mi yapmıyoruz!”
“Doğru yine aynını söylüyorum. Suçum ne ki!”
“Süleyman Efendi... Süleyman Efendi...”
Süleyman Efendi çok bozulmuştu. İçeri giderken söyleniyordu.
“Görürüz. Elin İstanbullusu sizi ne kadar çeker! Üç günde bırakıp kaçmazsa bana da başmuallim Süleyman demesinler.”
Mektebin bahçesi gittikçe kalabalıklaşıyordu. Çarşı mektebinin bu çalışmasına çocuğu olanlar kadar olmayanlarda yardım ediyorlardı.
Çocuğu olan tüm aileleri Süfyan;
“Bizim mektebimiz. Muallim bey İstanbullu gelmiş ayıpladı bizi. Haydi, çok ihmal ettik.”
Onları heyecanlandırıp bir şeyler yapmaya zorladıktan sonra
Herkes gelmişti.
Ayakkabıcı Hüsrev, Gardiyan Şehmuz, Lokantacı İbo, hancı Veysi’de geldiler…
Yanlarında birkaç tamirci getirmiştiler… Bir araya gelip nerelerde ne yapılacağını konuştular. Sonra herkes işinin başına döndü.
—Bütün Mektebin, lojmanın ve helâların boyası yapıldı.
—Kiremitler yenilendi.
—Tamir olunacak ne varsa tamir olundu.
—Yeni sıralar geldi.
—Kara tahtalar boyandı.
—Camlar takıldı.
—Büyük sobalar kuruldu.
—At arabaları ile yakacak odunlar geldi.
—Ali Süavi’nin lojmanına yeni somya yatak, masa dolap geldi…
Süleyman ve Zehra, şaşkın çalışanlara, Ali Süavi’nin bunu nasıl hallettiğine bakıyorlardı.
Ali Süavi’de gelen malzemelere şaşırmıştı. Süfyan’ a;
“Süfyan efendi sen bu kadar malzemeyi nereden buldun?”
“Beyim dedim ya… Beni tanımak Urfa’yı tanımaktır.
Elim kolum uzundur.”
Urfa’nın zenginleri sağ olsun beni kıracak değillerdi ya.”
“Hem bir kısmını da Eşref Efendi, Murat efendi yani oradaki beyler getirdiler. Birde Urfalılar çok şikâyetçiydiler…”
“Buranın pisliğinden bakımsızlığından, birçoğu da çocuğunu hasta olur diye göndermiyordu.”
“Onlarda yardım ettiler. Ha sana bir şey daha diyeyim.
Bizim işimiz bittiğinde kadınlar gelecek el birliği ile buraları temizleyecekler.”
“Deme yahu ben senden korktum.”
“Kork zaten beyim. Benden korkmamak? Hâşâ…”
Güldü.
Ali Süavi akşamki onun hakkında söylenenlere rağmen bu adamı sevmişti… Gülümsedi.
Elini onun omzuna koydu.
“Allah Razı olsun senden. Vallahi çok sevaba girdin.
Burada çocuklar ısınacak, tertemiz ve yeni eşyaların içinde okuyacak bilgi sahibi olacaklar. Az şey mi bu?”
Süfyan çok duygulanmıştı. Aynı zamanda çok ta hoşuna gitmişti.
“Allah sendende razı olsun. Bizim birilerinin öhö demesine ihtiyacımız var. Yol gösterene yani! Ondan sonrası kolay!”
Ali Süavi cevap vermedi. Gülümsedi.
Çalışmalar devam etti. Herkes canla başla çalışıyorlardı.
Bir ara Kudret’le Ali Süavi yalnız kalmışlardı. Ali Süavi;
“Bu Zehra hocayı da tanımak çok zor! Kadın tam bir muamma?”
“Haklısın. Çok değişik biridir. Ama dürüst bir kadındır.
Gözü çok pektir.”
“Pek midir değil midir bilmiyorum. Ama çok şaşırdığım bir şey var burada. Kıyametler kopuyor, her duyan yardıma geliyor. O ortalarda yok. Bu nasıl iştir bir türlü anlamadım?”
“Boş ver. Bence onun başka daha mühim bir işi vardır.”
“Başka işi!”
Akşam olduğunda hala herkes çalışıyordu.
On kişiye yakın kadın gelmiş, ellerinde kovaları temizlik malzemeleri ile her yeri baştan aşağı temizlemeye başlamışlardı.
Geç saate kadar çalışma sürdü.

Akşam Süfyan’ın yerinde yemekteydiler. Süfyan Urfa’nın tarihini iyi biliyor bunu da her fırsatta anlatmak istiyordu. O gecede yine coşmuştu.
“Beyim bu gece size balıklı gölü anlatacağım. Gidip gördünüz mü?”
“Yok, Süfyan Efendi gidemedim. Hiç boş vaktim olmadı.”
“Tamam, ben anlatayım. Sen yine fırsat kolla git gör beyim.
“Şimdi şöyle olmuş derdi rahmetli dedem. Nur içinde yatsın.”
“Âmin...”
O günden sonra bu şekilde bu çalışma sürmüştü.
Akşamları Ali Süavi Haydar Bey ve diğer yaralıların yanına gidiyordu.
Ağır yaralı olanın durumu ilk başlarda ciddiyetini koruyordu. Sabahın ilk ışıkları ve sabah namazından sonra çalışanlar iş başı yapıyorlar herkes canhıraş çalışıyordu.
Mektebin bahçesi de elden geçince bahçe mektep bahçesine benzemişti. Bahçenin yarım metre ile okul çevresini saran duvarların yıkık olanları da yeniden örülmüştü.
Okulun olmayan kapısına da bir kapı ayarlanmıştı.
İhtiyaç yerleri bir adetten kızların ve erkeklerin gireceği birkaç âdete çıkartılmış, muallimler içinde bir tane yapılmıştı.
Bütün ekip üç dört gün aynı hızla çalışmışlardı.
Akşamları Süfyan’ın yerine gitmek artık Ali Süavi’nin vazgeçmediği bir alışkanlık haline gelmişti. Mektepten çıkışlarında ortadan bir süre kaybolmasını kimse fark etmiyordu. Ağır yaralı olan gencin bir gece kalbi durmuş, Ali Süavi ağır masaj yaparak kalbini yeniden çalıştırmıştı.

1 Aralık 2016 Perşembe

 KISA SÜRELİ ARADAN SONRA  YENİDEN  BİRLİKTEYİZ 


HEKİM ALİ SÜAVİ EFENDİ 5. BÖLÜM 


Hepsi bağırdılar.
“Güneş Türk Bayrağı üzerine doğsun!”

Atlılar geri döndüler.
Ali Süavi bir süre yürüdükten sonra dükkânların önünde oturan birkaç kişiye sordu.
“Hükümet konağı ne tarafta efendiler?”
Adamlar yabancı birini hemen bilmişlerdi. Önce cevap vermediler. İyice bir baktılar. Sonra içlerinden biri Ali Süavi’nin yüzüne bakmadan konuştu.
“Düz git, epeyi yürü tam karşına çıkacak.”
“Sağ olun efendiler. Selametle kalın.”
Adamların yanından uzaklaştı. Yine şaşırmıştı.
“Yabancı ile konuşmak istemiyorlar. Tedirginler. Adresi tarif ederken bile rahatsızlar. Hey Allah’ım bizlere gül.”
Adamların dediği gibi düz yürüdü. Bir süre sonra büyük yapıyı gördü. Hükümet konağı karşısındaydı…
Hükümet Konağına yaklaştı…
Kapıda iki görevli duruyorlardı. Ve kendini bakışları ile takip halindeydiler. Ali Süavi birinin yanına yaklaştı.
“Efendiler, Muallim olarak tayinim çıktı. Doğru yere mi geldim acaba!”
“Buyur beyim.”
“Muallim olarak tayinim buraya çıktı… Kiminle görüşeceğim?”
“Yukarıda birinci katta, üçüncü odaya gir. Muallim başı İhsan Efendi oradadır… Onunla görüş beyim.”
“Sağ olun.”
Ali Süavi adamın tarif ettiği odaya gitti…
Kapısında durdu.
“Bismillahirrahmanirrahim. Ey Rabbim başarılı kıl beni yeni vazifemde.”
Kapıya vurdu ve bekledi.
İçeriden ‘gir’ sesini duyduktan sonra, içeri girdi…
Bir sürü dosyaların arkasında ufak tefek bir adam oturuyordu. Başını kaldırdı Ali Süavi’ye baştan ayağa süzerek baktıktan sonra sordu.
“Buyurun ne vardı?”
“Ben Muallim Ali Süavi... Tayinim buraya çıktı. Buyurunuz tayin dosyam.”
Adam başını kaldırdı.
“Muallim isteğimiz bir senedir devam ediyordu…
İstanbul Hükümeti nihayet bir muallim göndermeye karar verdi öyle mi? Peki ver bakalım evrakları.”
Dosyayı alırken Ali Süavi’nin yüzündeki darp izlerini gördü.
“Yüzünüze ne oldu muallim bey?”
“Sormayın efendim. Yolda ufak bir kaza atlattık. Maazallah ölüyorduk amirim. Yüz üstü düşmeyeyim mi?”
“Geçmiş olsun.”
Adam oldukça dikkatli dosyayı inceledi.
“Fransızca bilmeniz nereden mümkün olmuştur?”
“Fransız mektebinde okudum. Çocukken muallim olmaya karar vermiştim. Paşa dedemin muallimlere olan sevgisi validem ve pederimin benim başka meslek sahibi olmamı istemelerine rağmen itiraz etmemelerine sebep olmuştur. Buraya gelirken validem hanımefendi gözyaşları içinde beni uğurlamışlardır. Tabi ki bende çok müteessir oldum. Fransızca bilmemin beni şarkın bu taraflarına atacağını bilseydim yemin olsun ne Fransızca öğrenirdim, ne de muallim olurdum. Nedir bu başıma gelenler? İhsan Beyciğim İstanbul’dan burası çok uzak yollarda Per perişan oldum. Kaldığımız hanları görecektiniz her taraf o kadar pisti ki. İnanın valide hanım olsaydı söylemedik laf bırakmazdı… Kuzum buralar ne biçim yerler?”
Ali Süavi, bunları söylerken kibar, bir o kadar da geveze İstanbul beyefendisi gibi konuşuyordu.

İhsan bey koltuğuna yaslanmış, şaşkın onu dinliyordu.
“Vallahi yemin olsun İhsan Bey, isminizi de kapıda ne konuştuğunu zor anladığım şivesi bozuk bir adam söyledi oradan biliyorum. Ha ne diyordum? Validemden bahsediyordum değil mi?”
Ali Süavi üst üste birkaç sefer hapşırdı.
“Gördünüz mü birde şifayı kaptım, üşütmüş olayımda görün… Gel de valide hanımcığımın nane limonlarını arama. Şimdi benim valide hanım üstünüze afiyet ne zaman birinin karnı ağrısa cırcır olsa ayıptır söylemesi hemen iki limonu sıkar üstüne de bir yemek kaşığı naneyi koydu mu cezveye… Kaynatır da, kaynatır.”
İhsan bey büyümüş gözleriyle içeri giren, hiç susmayan ve ne anlattığını anlamadığı adama hayretle bakıyordu, birden bağırdı.
“Sus efendi! Allah aşkına sus. Bana ne sizin valide hanımınızın kaynattığı iki limon bir ye…”
İhsan bey sustu karşısındakine baktı.
“Ne diyorum ben yahu, tövbe cırcırmış. Yani sen yeni gelen muallim misin?”
“Şimdi şöyle oluyor…”
İhsan bey parmağını dudağına götürüp ‘sus’ işareti yaptı. Kapıya doğru bağırdı.
“Mülayim… Mülayim… Çabuk buraya gel.”
Kapı vuruldu içeriye koşar vaziyette bir adam girdi.
“Buyurun Amirim beni istedin.”
İhsan bey önündeki dosyayı imzaladı.
“Bu efendiyi al, hangi mektepte vazife göreceğini yazdım, oraya götür. Süleyman efendiye de söyle muallim, muallim diye başımın etini yiyordu, al işte muallim.”

Ali Süavi gülümseyerek adama yaklaştı.
“Zatı muhtereminize nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Bir hayli yol yorgunu olduğumu gördünüz. Beni düşündüğünüz için size şükran borçluyum.”
“Tamam, Efendi tamam, neyi düşündüğümü Allah biliyor. Haydi, Mülayim bir an önce gidin.”
“İhsan beyefendi hazretleri sizi pek sevdim, izniniz olursa ziyaretinize gelmek isterim.”  
“Yok, efendi yok. Burada öyle ziyaret falan hoş görülmez. Siz burayı İstanbul’la bir tutmayın, sizin işiniz gücünüz olacak.”

Ali Süavi boynunu büker gibi yaptı.
“Haklısınız İhsan Beycim. Vazife her şeyden önce gelir, katlanacağız artık.”
Bunları söyledikten sonra başıyla selam verdi…

Dışarı çıkarken gizlice gülüyordu. Mülayim önce önden hızlı yürüdü, sonra yavaşladı.
“Beyim gideceğimiz yer çok uzak değil, şuracıkta hemen.”
“Oh, çok iyi... Mektebin çarşı içinde olmasından çok memnun oldum. Alışveriş yaparken zorlanmak hiç işime gelmez doğrusu.”
Adam şaşırmış gibi sordu.
“Ne alışveriş edeceksiniz ki beyim?”
“Ne bileyim, neye ihtiyaç olursa. Kitap falan nerede satılır burada?”
Adam daha da çok şaşırmıştı.
“Kitap mı ne kitabı?”
Ali Süavi sıkılmış gibi eli ile bir hareket yaptı. Adamı susturmak ister gibiydi.
“Neyse, tamam, daha gelmedik mi?”

Adam karşı tarafta bahçe içindeki okulu gösterdi. Çok eski bir binaydı. Bahçe duvarları yıkılmak üzereydi. Duvarların boyaları gitmiş, camları kırık kapısı bile yokmuş gibi görülüyordu.
“İşte şurası.”
Ali Süavi okula uzunca baktı. İçinden;
‘Vah burada okuyan yavrulara... Yıkıldı yıkılacak gibi duruyor. Hay Allah’ım hale bak!”
Okulun bahçesine geldiklerinde teneffüs olmuştu...
Çocuklar bahçede koşuşturuyorlardı. Üstleri başları perişan haldeki çocuklara baktı.
Çoğunun ayakkabıları lastikti içlerinde çorap bile yoktu.
İnce eprimiş el örgüsü kazakları olanların bazılarının o kazaklarda bile birkaç yerlerinde yamalar vardı. Çok üzülmüştü.
Bahçedeki çocuklara baktı. Birden bir şey dikkatini çekti. Yanındakine sordu.
“Ne kadar az kız çocuğu var?”
Adam dudak büktü, hatta biraz da sinirlenmiş gibiydi. Sesini yükselttiğinden belliydi sinirlendiği!
“Ne diyorsun beyim bir tek bu okulda kız çocukları var, onlarda memurların çocukları. Biz kızlarımızı okula göndermeyiz.”
Ali Süavi boş bulundu.
“İyi halt edersiniz.”
“Ne dedin beyim? Anamadım?”
Ali Süavi hala okulun bahçesindeki çocuklara bakıyordu.
“Burası ne kadar yoksul bir okul.”
“Yoksul mu nasıl yani beyim?”
“Boş ver kardeşim. Tamam. Sen bana yolu göster bir zahmet”
“Tamam. Başmuallimin odasına gideceğiz.”
Bahçeden binaya girmek üzere yürüdüklerinde Ali Süavi;
“Haklıymışım. Buranın kapısı yok.”
Karanlık kötü kokular gelen eski yıkılmak üzere olan binanın içi dışından daha facia durumdaydı.
Çok loştu ve çok soğuktu. Çok kirliydi...
Ali Süavi şaşkınlıkla her yere bakıyordu.
“Bende ilkokulu Urfa’da okudum. Böyle değildi. Tertemizdi. Ne olmuş buralara?”
Yanındaki adam Ali Süavi’ye şaşkın bakıyordu.
“Buyur beyim bir şey mi emrettiniz?”
“Yok, hayır sana söylemiyorum.”

Adam etrafına bakındı. Kendinden başka kimse yoktu.
Dudak büktü omuzlarını silkeledi.
Birlikte başmuallimin odasına girdiler.
Yanındaki adam başmuallimin odasının kapısını hızlı hızlı vurdu. Çok ses yapmıştı. İçeriden aynı yükseklikte ses geldi.
“Girin...”
Birlikte içeri girdiler. Orta yaşın üstünde, saçları aklaşmış ve dökülmüş, gözlüklü sert ifadeli bir adam masanın üstündeki evrakları karıştırıyordu.
Yanındaki adam oldukça gayri ciddi konuştu.
“Süleyman Bey, İhsan beyim gönderdi aha yeni mualliminiz.”
“Adın neydi senin?”
Ali Süavi bu kendini bilmez cahil adamın sorusuna kaşının birini havaya kaldırarak cevap verdi.
“Muallim Ali Süavi efendim.”
“Ali... Ne dedin kardeşim.”
Başmuallim bağırdı.
“Tamam, Sen gidebilirsin. İhsan beye selamlarımı söyle.
Ha giderken yan odaya uğra Zehra hocaya söyle buraya gelsin.”
“Tamam.”
Adam elindeki dosyayı hızla adamın masasına koydu, asker selamı gibi selam verdi ve çıktı.
Başmuallim masanın karşısındaki sandalyelerden birini işaret ettikten sonra;
“Buyurun. İsminizi tam anlayamadım?”
“Ali Süavi efendim.”
“Demek yeni Muallimimiz sizsiniz.”
“Evet, efendim.”
“Nihayet gönderdiler.”
Bir sessizlik oldu. Başmuallim belli ki onu inceliyordu.
“Dosyanızı bir inceleyeyim.”
“Hayhay efendim.”
Adam dosyayı incelerken arada bir başını kaldırıyor Ali Süavi’nin yüzüne bakıyordu. Dudak büküp tekrar dosyayı okumaya devam ediyordu.
“Fransızca mı biliyorsun?”
“Evet, ben Fransız mektebinde okudum.”
Karşısındaki adam oldukça sertti.
“Nerde okuduğunu sormadım, sadece sorularıma cevap ver.”
“Peki olur.”
Adam kendi kendine söyleniyordu.
“Burada Fransızca bilmek ne işimize yarayacaksa! Yaşın geçkin ama çokta muallimlik yapmamışsın.”

Ali Süavi üzüntülü bir ifadeyle başını öne eğdi. 
“Paşa Dedem sağken ihtiyacım yoktu… Paşa dedem bana kıyamazdı ama o öldükten sonra mecbur oldum, sebebi odur.”
“Peki, efendi, Refikanız? Burada yazmıyor.”
“İstanbul’dalar efendim. Validemi bırakmaya gönülleri razı gelmedi.”
“Burada İstanbul’da bulduklarınızı bulamazsınız peşin söyleyeyim.”
“Okulun yan tarafında muallimlere yapılmış yatma yeri var.”
“Sizden başka din derslerine giren hoca Zehra Hanım var.
Ama Zehra hoca burada kalmaz.”
“Sizden başka muallimde olmadığı için yalnız kalacaksınız.”
Kapının vurulması ile Başmuallim sustu. Kapıya bakarak;
“Girin.”
Kapı açıldı. İçeriye uzun siyah elbise giymiş, siyah başörtüsü olan,
Karakaşlı, kara gözlü, güzel bir kadın girdi.
Ali Süavi bakışlarını hemen kadından yere indirdi.
Başmuallim sesinin tonunu değiştirmeden konuşmasını sürdürdü.
“Zehra hoca; Efendi beklediğimiz muallimdir. Mektebi gösterin talebelere tanıtın.”
Kadın başıyla ‘olur’ işareti yaptı.
Ali Süavi ayağa kalkarken Zehra hocaya başı ile selam verdi. Başmuallime;
“Sağ olun.” Dedikten sonra başı ile selam verdi, dışarı çıkmak için önden Zehra hanımın yürümesini bekledi.
Zehra Hanım, Ali Süavi’ye bakmadan önden yürüdü. Zehra hocayla birlikte dışarı çıktılar.
Genç kadın bir süre önden yürüdü...
“Size çocukların ders yaptığı sınıfları göstereyim.”
“Kaç sınıf var.”
“İki sınıf var.”
“İki sınıf mı?”
“Evet, iki sınıf var.”
“Koca okulda iki sınıf.”
“Şimdiye kadar hepsini ben okutuyordum. Şimdi böleriz. Buyurun burası da muallim odası.”
Kadının açtığı kapıdan içeri girdiler.
Tepede küçük bir penceresi olan, havasız kırık dökük bir masa ve bir sandalyesi olan kötü bir yerdi. Karanlıktı, havasızdı ve küf kokuyordu.
Duvarlar badanasız masa ve sandalye kırık dökük durumdaydı.
Ali Süavi şaşkınlığını gizlememişti.
“Bunun neresi muallim odası?”
“Burası böyle!”
Birlikte bir sınıfa girdiler.
Ali Süavi kapının yanında kalakalmıştı. Sınıf çok kötüydü.
Duvarlar çok kirli, yerler kirli eksik olan sıralar kırık dökük.
Küçük bir teneke soba paslı ayağının birinin altında sallanmasın diye konan tahta takoz.
Ali Süavi şaşkınlığından ne söyleyeceğini bilmiyordu.
“Siz bunlara sınıf mı diyorsunuz Allah Aşkına!”
“Ne yapalım efendi. Buralar böyle biraz öncede söyledim.”
“Ne yapalım olur mu? Bir şeyler yapmak lazım. “
“Çocuklar nasıl ders alsınlar böyle sınıflarda! Sınıflar çok kötü… Çok kirli, bakımsız! Bana sorarsanız derslere başlamadan önce, okulu adam etmek lazım.”
“Çok zor. Burayı adam etmek için para lazım. Hiç ödenek yok. Parasız da kimse bir şey yapmaz.”
“Ben yaparım. Genç dimağlar burada önce temizliği öğrenmeleri lazım. Buranın ihtiyaç giderilen yerleri neresidir hoca hanım?”
“Gelin benimle. Bahçede…”
Kadın sinirlenmiş gibiydi. Önden hızlı yürüyordu.
Karşı tarafta derme çatma kulübeden bozma, yaklaşırken bile pis kokuları gelen bir yere götürdü.
Ali Süavi’nin kokudan midesi bulandı. Burnunu parmakları ile sıktı. Öğürecek gibi olmuştu. Hışımla bağırdı.
“Bu ne böyle? Aman Allah’ım. Bırakın çocukları siz buraya nasıl giriyorsunuz?”
Kadın sinirlenmişti, oda bağırarak cevap verdi.
“Beyim ne diyorsunuz?”
Ali Süavi oradan hızla uzaklaştı. Okul binasının önüne dek hiç durmadı. Kapının yanında durdu. Yanına gelen kadına;
“Tamam. Benim kalacağım yeri de gösterir misiniz?”
Kadın bahçede ki çocuklardan birine seslendi.
“Abdülkadir buraya gel, Muallim efendinin kalacağı yeri göster.”
Perişan haldeki çocuklardan biri koşarak geldi. Hoca hanımı dinledikten sonra Ali Süavi’ye işaret etti.
“Buyurun beyim götüreyim seni…”
Ali Süavi yine şaşırmıştı. Yüksek ses tonu ile konuştu.
“Ne demek beyim! Zehra Hanım ne diyor bu çocuk?”
Kadın aynı terslikle cevap verdi.
“Ne diyecekti ki!”
“Tamam. Tamam. Ben ne diyeceklerini öğretirim.”
Kadına çok sert baktı.
Eli ile ‘olmaz’ dercesine işaret ettikten sonra çocuğun peşinden yürümeye başladı.
Çocuğun götürdüğü yine okulun bahçesinde küçük bir yerdi.
Kapısı açıktı. İçeri girdikleri anda kokudan genzi yandı. Elini burnuna götürerek yürümeye devam etti.
“İnanamıyorum. Burada bir insan yaşayamaz! Bu nasıl lojman?” Kullanılmadığından harabeye dönmüştü.
Kırık camlar, bozuk kapı, küf ve idrar kokuları içinde, kırık somya eskimiş kirli bir yatak, kırık dökük dolabıyla bir yatma yeri vardı. Birde yine eski bir masa ve eski sandalyesi ile oturma yeri.
Ayrıca; Kapısı olmayan pislikten içeri girilemeyecek kadar kötü olan helâsı… Başı dönüyordu.
“Aman Allah’ım. Ben burada nasıl kalırım?”
Lojmandan çıktı. Hızlı hızlı yürüyordu. Okula girdi.
Aynı hızla, Başmuallimin odasına gitti. Kapıyı birkaç kez biraz sertçe vurdu.
“Girin.”
Başmuallim aynı şekilde oturuyordu. Aynı sertlikle bir şey söylemeden Ali Süavi’ye baktı.
“Başmuallim Bey, tam bir rezalet! Hayvan bağlasanız orada kalmaz.
Bu mektep tam bir çöplük!”
Başmuallim hızla yerinden kalktı,
“Destur efendi ağzını topla.”
“Efendim af buyurunuz ama her yer çok kirli, çok pis… Burada nasıl yaşanır?”
Adam kükrüyordu adeta!
“Ben bilemem. Ödenek yok. Siz bilirsiniz. Yaşarsanız işte burada yaşamazsanız da siz bilirsiniz.”
“Efendim bana yardımcı olmuyorsunuz?”
“Ben ne yardımcı olacağım. Ben yaptıktan sonra sizin ne işiniz vardı burada?”
“Anlamadım. Nasıl yani?”
“Muallim Bey, benden bir şey istemeyin ne isterseniz yapın.”
Ali Süavi kararlı konuştu. Kaşının biri yine havaya kalkmıştı.
Sesi otoriterdi.
“Pek Başmuallim Bey, Ben yaparım. Çocuklar en az bir hafta sonra ders yapacaklar. Bir haftaya kadar okulu adam edeceğim.”
Adam omuzlarını silkti.
“Sanki çok ders yapıyorlardı da!”
Ali Süavi yine şaşırmıştı.
“Nasıl olur efendim. Burası mektep!”
“Dışarıdan öyle görülüyor…”
“Hiçbir ödenek yok. Kitap yok, defter yok. Kışın sobada yakacak odun yok. Mektepmiş. Muallim bey benim daha fazla canımı sıkmayın. Ne isterseniz onu yapın.”
Ali Süavi, selam verdi. Dışarı çıktı. Kapının önünde durdu. Derin derin nefes aldı.
“Ben burayı adam etmezsem bana da Hekim Süavi demesinler.”
Bahçeye çıktı. Çocuklara bağırdı.
“Çocuklar buraya toplanın.”
Çocuklar yerlerinden kıpırdamadılar. Öylece ona bakıyorlardı. Zehra Hoca yanlarındaydı. Hiç biri kıpırdamıyordu.
Ali Süavi öyle bir bağırdı ki!
“Çocuklar acele buraya gelin.”
Başmuallim bile odasından çıktı. Çocuklar koşarak yanına geldiler. Etrafını sardılar. Zehra hoca da gelmişti.
“Ben yeni Mualliminiz Ali Süavi. Sizlere ders vermeye, sizleri okutup öğretmeye geldim.”
“Ama önce burada yapılacak işler var. Şimdi beraber bütün okulun içindekileri dışarı çıkaracağız. Önce mektebimizi boyayacağız.”
Başmuallim hemen söze girdi.
“Para yok.”
“Ben vereceğim.”
Başmuallim Süleyman Bey omuz silkti. İçeri girdi…

Ali Süavi çocuklardan birine para verdi. Çarşıya boya alması için gönderdi. Diğer çocuklarla beraber çalışmaya başladı.
Çocukların içinde iri yarı diğerlerine göre daha büyük çocuklar vardı. Onları taşımacılıkta görevlendirdi.
Bütün okul, lojman, başmuallimin bütün itirazlarına rağmen onun da odası tamamen bahçeye taşındı. Çok malzeme yoktu zaten.
Çok zaman almamıştı tüm okulun boşaltılması.
Onlar boşaltırken bir ekipte buldukları bir iki süpürge benzeri şeyle süpürmeye başladılar.
Ali Süavi bununda yeterli olmadığını görünce bir çocuğu daha çarşıya gönderdi.
O süpürge kürek ve temizlik malzemeleri alacaktı.
Biraz sonra boyalar geldi. Birkaç aklı başında çocuğu boya yapmaları için görevlendirdi. İçlerinden ikisi bu işi iyi biliyorlardı.
Onlar diğerlerine de göstereceklerdi.
İlk Başmuallimin odasından başladılar. Ama hava karardığında, ancak okul dışarı taşınabilmiş, boya yapan çocuklar boyaları birbirine karıştırmış, temizlik yapanlarda yeni süpürmeye başlamışlardı…
Paydos etti.
Çocuklar evlerine gitti. Ali Süavi o zaman bu iş başladığından beri Zehra hocayı görmediğini fark etti.
“Enteresan bir kadın! Nereye kayboldu?”
Başmuallim okuldan çıkarken Ali Süavi’ye;
“Başına iş açtın. Buralar adam olmaz.”
Ali Süavi şaşırmıştı. Sadece gülümsedi.
Başmuallimde gittikten sonra, okulda kimse kalmamıştı.
Bir süre etrafına baktı. Aslında bahçeye konmuş hiçbir şeyin tekrar içeri konmaması gerekirdi. Bir hayli eski ve kirliydiler.
Biraz daha durdu etrafa baktı.
“Buraları çok güzel yapacağım. Elimden ne gelirse yapacağım. Burası mektep gibi olacak.”
Karar vermişti. Buraları onun tabirine göre adam edecekti. Çantasını duvarın dibine koymuştu. Gitti aldı.

Bahçeden çıkarken her şeyin, her yerin açık olduğu yerde bahçe kapısını itina ile kapattı. Yürümeye başladı.
Çarşıya gitti. Birkaç kişiye sordu. Kalabileceği bir yer arıyordu. Sonunda küçük, ama temiz bir yer buldu...
İkinci katta küçük bir odaya yerleşti.
“Tamam, en azından lojmanım benim istediğim hale gelene kadar kalabileceğim bir yer ve temiz.”
Yatağa uzandı. Çok yorgundu. Uyumak istedi ama uyuyamıyordu.
Tavana baktı uzun süre sonra daldı gitti.

Bir İstanbul gecesi...
Soğuk bir geceydi. Çok karanlıktı. Siyah bulutlar akşamdan sarmıştı gökyüzünü. Rüzgâr esiyordu ama zalimce esiyordu. Sessizlik vardı her tarafta sanki birileri ‘sokaklara çıkmayın’ demişçesine yollar boştu.
Kimse yoktu. Karanlık, kuytu izbe bir görüntü vardı her tarafta.

Ali Süavi karanlığın içinde yine bir faytondaydı.
Yüzü kederler içindeydi.
İçi acıyordu. Çok acıyordu. Avurtları çökmüştü.
Gözlerinin altı morarmıştı. Keyifsizdi.
Faytondan yan taraftaki evlere baktı. Titrek ışıklar bile yoktu sanki bu gece. Herkes erkenden mi yatmıştı.
Yoksa İstanbul’un üstünde bu gece bir lanet mi vardı.
Ali Süavi’nin canı çok sıkkındı. Dudakları durmadan hareket ediyordu.
“Allah’ım Sultana şifa ver Yarabbi. Benim yapacağım hiçbir şey kalmadı. Ya Rabbim onu bana bağışla.”
Gözlerinden akan yaşları eli ile sildi. Titrediğini hissetti.
Ellerini dizlerinin arasına koydu.

“Nasıl zalim, karanlık, kasvetli bir gece! İstanbul sana yakışmıyor.”
‘Perişan-halin oldum, sormadın hal-i perişanım…
Gamından derde düştüm kılmadın tedbir-i dermanım…
Ne dersin rüzgârım böylemi geçsin güzel hanımım…
Gözüm, canım efendim, sevdiğim devletli sultanım…’

Evlerinin önünde faytondan indiğinde annesi kapının önündeydi. Ali Süavi çok korktu.
“Anam...”
Huriye hanım oğlunun onu görünce ne düşündüğünü anladığı için!
“Telaş etme oğlum. Ama bu gün hiç iyi değil.
Bütün gün kan kustu ve seni istedi yavrum.”
Ali Süavi koşarak yukarı çıktı.
Odalarının kapısında önünde durdu. Derin bir nefes aldı, içeri girdi.
Sultan yatakta yatıyordu.
O güzel yeşil gözlerinin feri sönmüş, yüzünün pembeliği yerini garip bir sarıya ya da tuhaf bir beje bırakmıştı.
Ali Süavi içeri girdi. Sultan’ın annesi kızının başucunda oturuyordu. Ali Süavi içeri girince kadıncağız ağlayarak dışarı çıktı.
Sultan Ali Süavi’nin içeri girmesini hissetmişti.
Gözlerini açtı. Sultan görünce zorlukla tebessüm etmeye çalıştı.
“Ali Süavi”
“Sultanım.”
“Ali Süavi iyi değilim.”
“İyisin sultanım. Ben hekimim benden iyi bilemezsin değil mi? Geçecek bekleyeceğiz. Maalesef bu hastalığın iyileşmesi uzun sürüyor. Biliyorum çok acın var. Geçecek sultanım. Biraz daha sabırlı ol.”
Sultan kocasının gözlerine bakarken gözlerinin kenarlarından aşağıya gözyaşları süzülüyordu.
“Ali Süavi’m, seni çok sevdim. Benim ardımdan çok üzüldüğünü hissedersem gittiğim yerde rahat edemem...
Beni çok sevdiğini biliyorum. Ama acılarını içine gömme. Beni unut demiyorum. Ama ne olur! Benim yasımı çok tutma. Ne olur acılar içinde kahrolma…
Ben uzun bir ömre yetecek kadar seninle mutlu oldum. Allah senden razı olsun.”
“Senden de sultanım. Seninle bende çok mesut oldum. Ama ne olur böyle konuşma” 
“Benim yüzümden gidemedin yabancı yerlere. Git Ali Süavi’m Git. Sen çok iyi doktorsun. Daha iyi olacağım. Diyordun. Git Ali Süavi’m Buraların sana ihtiyacı olacak.”
“Sultanım.”
Ali Süavi’m eşinin elini öptü. Sultan sessizce;
“Ali Süavi” 
Ve gözlerini kapattı. Ali Süavi gözlerinden akan yaşları hıçkırıklara dönüştüğünde;
“Sultanım seni bir ömre değil, bin ömre yetecek kadar sevdim.”
Hayaller dağıldı.

Yatağın içinde doğruldu. Başına ağrı girmişti...
Ayağa kalktı. Pencereye gitti bir süre karanlığa baktı.
“Yemek yemeliyim.”
Hazırlandı. Aşağı indi. Oradaki görevliye;
“Nerede yemek yiyebilirim. Temiz bir yer arıyorum.”
Dedikten sonra görevlinin tarif ettiği yere gitmek üzere dışarı çıktı. Kaldığı yer sıcaktı.
Bütün gün hep soğukta kalınca üşüdüğünü birazda heyecandan ve kızgınlığından fark etmemişti. Ama dinlenip dışarı çıkınca soğuktan ürperdi.
“Bir an önce bir tas sıcak çorba içmeliyim.”

Görevlinin tarif ettiği yerin kapısını açınca ilk hoşuna gidenin içerisinin sıcak ve temiz olmasıydı. Burası biraz lokanta biraz da meyhane havasında bir yerdi. Ama etlerin bulunduğu tezgâh dikkatini çekmişti, Tertemizdi. Kömür ızgaralarında kızaran etlerin kokuları içeriye mis gibi yanık et kokusu salmıştı.
Etlerin yanında közlenen, patlıcan, biber domatesin görüntüsü zaten çok aç olan Ali Süavi’nin karnının iyice acıkmasına sebep olmuştu.
İçeri kalabalıktı. İlk önce fark etmedi ama sonra tanıdık simaları gördü.
Eşref, Kudret, Murat, Hüseyin’inin bir masada oturuyorlardı.
Onları tanıdığını belli etmedi. Onların olduğu tarafa bakmadı.
Geçti bir masaya oturdu. Onlara arkası dönüktü.

Biraz sonra tipik meyhaneciye benzeyen önünde beyaz önlüğü, omzunda beyaz havlusu ile güleç yüzlü biri geldi.
“Hoş geldin beyim. Ne istersin?”
“Vallahi çok açım. Önce sıcak bir çorba içeyim sonra et yemek isterim, yanında közlenmiş biberle domateste olursa iyi olur.”
“Olur, mercimek çorbası getireyim önden ne dersin beyim.”
“Çok iyi olur. Sağ olasın.”
Meyhaneci çorba ekmek ve soğanla turşu getirdi. Masaya bıraktı gitti. Hemen yine geldi. Elindeki tabağı masaya koydu.
“Sana beyim ciğer getirdim. Urfa’mızın güzel yemeğidir.”
“Benden...”
“Ye afiyet olsun.”
Ali Süavi yıllardır yemediği bir lezzetin önünde durduğunu görünce keyiflendi. Çocukken yerdi.
Annesi ne çok yapardı. Babası da çok severdi. Yıllardır yememişti. Hatta böyle bir lezzeti unutmuştu. Hemen yemeğe başladı.
“Evet. Aynı lezzette...”
“Sağ olun. Çok lezzetli olmuş. Ellerinize sağlık.”
Adam karşısındaki sandalyeye oturdu. Meraklı birine benziyordu.
“Afiyet şeker olsun beyim. Yabancısın herhalde. Ayrıca yüzün gözün!”
“Ya sormayın… Gelirken elim bir kaza geçirdim. Verilmiş sadakam varmış, bu kadarla atlattım.”
“Geçmiş olsun beyim… Yeni mi geldiniz?”
“Yeni geldim. Ben yeni muallimim. Çarşı okuluna geldim.”
“Vay Maşallah. Okumuş adamları burada ağırlamak bizim için şereftir.
Urfa’mız kutsal yerdir beyim. Buraya gelmen iyi olmuş.”
“Kutsal yer mi?”
“Valla öyle beyim... Burası Peygamberler Şehridir bilir misin?”
“Duymuştum.”
“İslam Âlemi için ne kadar önemli ise Hıristiyanlar içinde o kadar önemliymiş...”
“Hıristiyanlar mı?”
“Evet, Dedem anlatırdı. Nur içinde yatsın. Buralarda bir kral yaşarmış, Hıristiyanlığı din olarak ilk o kabul etmiş derdi. Hani bir hikâye vardır beklide bilirsin. Hazreti İsa mendiline yüzünün terini silmiş, bu krala göndermiş mendilde tüm sıfatı resim gibi çıkmış.”
“Vay Maşallah.”
“Tabi beyim burası kutsal şehir. Hazreti İbrahim, Hazreti Eyüp, Hazreti Şuayip, gibi peygamberler Urfa’mızda yaşamış derler. Oooo beyim daha çok Peygamberler varda isimlerini tek tek saymaya kalksak!”
“Ondan Urfa’ya Peygamberler Şehri deniliyor, o zaman!”
“Tabi beyim. İyi etmişsin buraya gelmişsin. Hazreti İbrahim’in hikâyesini bilir misin beyim?”
“Bilmiyorum!”

Ali Süavi adamın konuşmalarından hoşlanmıştı ama can kulağı ile dinleyemediğinden üzülüyordu. Çok açtı karnını doyuruyordu.
“Beyim Nemrut bir rüya görür. Rüyasında Gökyüzünde bir ışık parlamış, Bu ışığın içine güneş, ay yıldızlar girmiş.
Bir başka rüyasında da birinin kendini tahtından kaldırıp yere vurduğunu görmüş. Adam delirmiş. Hemen rüyasını anlatmış bilenler demişler ki; Yeni bir Peygamber gelecek, senin de sonun olacak. Vay siz misiniz bunları söyleyen.”
Ali Süavi burada söze girdi.
“Bu şu hikâyemi! Yeni doğan erkek çocuklarını öldürten...”
“Hah... Babana rahmet. İşte o... Hazreti İbrahim’e de anası gebeymiş. Babası anasını bir mağara götürüp bırakmış. Hazreti İbrahim burada doğmuş.”
“Anası ne yapsın oğlunu bırakmış buraya kimse anlamasın diye evine gitmiş, sonra tekrar geri gelmiş bir de ne görsün! Dişi bir ceylan oğlunu emziriyor. Allah’ın takdiri İlahisi işte!”
“Çok enteresan sonra?”
Süfyan Efendinin çok hoşuna gitmişti. Anlatmaya hevesle devam etti.
“Sonrası; Hazreti İbrahim on yaşına kadar bu mağarada kalmış. Sonra eve getirmişler. Gel zaman git zaman. Putları koruması için buna vazife veriyorlar oda bütün putları kırıyor. İnanmadığını söylüyor. Kendi gibi insanları da topluyor. Nemrut deliriyor. Hazreti İbrahim’i bu günkü kalenin bulunduğu yerden mancınık bilir misin beyim?”
“Bilirim.”
“Hah işte mancınıkla ateşe attırır. O kurban olduğum Allah Nemrut’a izin verir mi? Ateş suya, odunlar balığa dönmüş.”
“Ben bu hikâyeyi duymuştum ama tam bilmiyordum. Sağ olun. Ağzınıza sağlık.”
“Beyim o mağara içindeki suyun şifalı olduğunu da söyleyeyim bitireyim.”
“Ağzınıza sağlık. Sağ olun.”
“Sende sağ olasın. Dur senin etin olmuştur getireyim beyim.”
Biraz sonra güzel kebap tabağı ile geldi. Yine sandalyeye oturdu.
“Benim buraya iyi ki geldin beyim. Bizim burada Urfa’nın ileri gelenleri yemek yer. Hele de bekârlarsa akşamları hep burada olurlar. Bak beyim yalnız kalma. Şu ilerideki masada oturanlar var ya… Onlarda senin gibi okumuş adamlardır. Sen onlarla yarenlik yap.”
“Kimler onlar?”
“Bak şu beyler. Ben onlara söylerim. Senin yeni muallim olduğunu bilirlerse seni zaten yalnız bırakmazlar.”
Ali Süavi hemen itiraz etti.
“Yok, zahmet etmeyin. Ayıp olmasın. Ben yemeğimi burada yer giderim.”
“Aman beyim ne ayıbı olacak?”
Adam bunları söyledi, Eşref’lerin masasına gitti. Onlara bir şeyler söyledi. Eşref adamla geri geldi. Elini uzattı. Birbirini hiç tanımayan iki kişi konuşmaya başladılar.
“Muallim Bey hoş geldiniz. Buyurun yalnız oturmayın.
Bizim masaya gelin.”
Ali Süavi ayağa kalkmıştı. Elini kalbine götürdü.
“Zahmet vermeyeyim? Hem rahatsız olmayın. Ben yemeğimi yerdim burada...”
“Beyim ne zahmeti? Süfyan Efendi dedi. Biz burada Süfyan Efendinin sayesinde dost ediniriz. Onun içine sinmez kimsenin yalnız oturması. Buyurun beyim.”
“Öylemi diyorsunuz. Hay Allah. Vallahi bilmiyorum ki zahmetler vermeseydim. Sohbetlerinizi bölmeyeyim.”
“Beyim birlikte de sohbet ederiz.”
“Peki, madem çok ısrar ediyorsunuz. Geleyim o halde.”
Ali Süavi tabağını almak isteyince; Süfyan itiraz etti.
“Beyim sen zahmet etme. Sen buyur otur. Bizim çocuk ne güne duruyor. O hemen taşır.”
“Peki...”
Üçü öbür masaya gittiler. Süfyan’ da yanlarında gitti.
Süfyan Eşref’ten önce davrandı.
“Beyler bakın geldi. Gelmez diyordunuz.”
Süfyan masadakilerle Ali Süavi’yi tanıştırdı. Oturdular. Süfyan’ da meraklı biriydi. Oda bir sandalye çekti. Yanlarına oturdu. Eşref efendi;
“Hoş gelmişsiniz tekrar. Beyim nereden geldiniz?”
“İstanbul’dan geldim. Üstünüze afiyet yollarda da üşüttüm, pek dayanıklı bir bünyem yoktur.”
“Geçmiş olsun. Birde kaza mı geçirdiniz yüzünüz, dudağınız.”
Ali Süavi sert bir ifade ile baktı.
“Evet. Talihsiz bir kazaydı. Ne yapacaksınız işte. Bazen insan o kadar çaresiz kalıyor ki. Dikkat edemiyor. Başka zaman ne kadar dikkat ediyorsanız bazen de hiç edemiyorsunuz. Gerçekten beni çok acıtan bir kazaydı.”
“Geçmiş olsun.”
Süfyan efendi çok bir şey anlamamıştı. Kaza geçirdiği için söylendiğini düşünmüştü.
“Geçmiş olsun beyim.”
“Sağ olun.”
Süfyan efendi söze girdi.
“Ben Urfa’mızı anlatıyordum. Buranın kutsal şehir olduğunu söylüyordum.”
“Öyledir. 3 Din tarafından kutsal şehir ilan edilmiştir beyim. Hıristiyanlığı ilk kabul ettiğimiz gibi İslami da ilk yıllarında kabul etmişiz.”
“Çok iyi. Buraya gelmeden duymuştum, Memleketinizin methini...”
Süfyan heyecanla sordu.
“Beyim siz nerelisiniz?”
“Ben İstanbul’uyum...”
“İstanbul çok büyükmüş beyim, çok da güzelmiş derler.”
“Öyledir.”
İçlerinden biri merakla sordu.
“Sizin gelir gelmez canınız mı sıkıldı beyim.”
“Valla çok sıkıldı. Mektebe bir geldim. Geçirdiğim kaza bile hiç kaldı gördüğüm manzara karşısında.”
“Ne oldu beyim?”
“Mektep virane, harabe...”
“Yapmayın ya. Demek o kadar kötü.”
“Çok kötü. O vaziyette talim terbiye olmaz, çocuklara bir şey öğretilmez.”
“Hay Allah ne yapsak acaba!”
“Vallahi ben başlattım bile. Dinlenmeden çocuklarla işe giriştik.”
“Ne yaptınız?”
“Boya aldırdım. Çocuklarla bir şeyler yapacağız bu gün başladık.”
“Aman muallim bey bizlerde yardım ederiz. Böyle mübarek bir işe kalkışmışsınız. Yarından tezi yok bizde geliriz.”
Süfyan hemen söze girdi.
“Durun beyler. Ben hallederim.”
Ayağa kalktı. Orada olanlara seslendi.
“Beyler, sabahtan hep beraber çarşı mektebine gideceğiz. El birliği orada çalışacağız. Hepimizin çocukları orada! Boyayalım, temizleyelim.”
Ali Süavi bu fırsattan yararlanmak istiyordu.
“Çok eksiklerimiz var.”
Kudret efendi hemen söze girdi,
“Yahu çok yaşayasın muallim bey, biz yıllardır burada yaşarız, hatta çoğumuz buralı. Yani biz eksiklerinizi tamamlayamayacak durumda isek vay halimize…”
Oradakilerden de sesler çıkmaya başlamıştı.
“Yaparız hepimiz yaparız.”    
Süfyan gülümseyen ifadesi ile Ali Süavi’ye;
“Gördün mü beyim. Daha ilk günden Urfa’yı tanıdın.”
“Sağ olasın. Senin sayende…”
Diğer masalardan Süfyan’ ı çağırdılar. Süfyan kalkınca; Murat efendi,
“İsteseydik böyle bir mizansen hazırlayamazdık. Kardeşim nereden bildin burayı?”
“Allah büyük beyler. Kaldığım yerdeki adama sordum burayı tarif etti.”
“Neler yaptın?”
“Arkadaşlar, hükümetteki başmuallimin odasına girdiğim an aklıma bir oyun geldi, onu yaptım. Çıt kırıldım, bir İstanbul efendisi taklidi yaptım, birde çok konuştum, adam soracağı sorular vardı ise bile sormadı.”
“Biraz sonra ben kalkacağım. Anladığım kadarı ile Süfyan buranın ayaklı gazetesi… Siz benim arkamdan benim çok ‘nane molla’ olduğumu söyleyin.” 
“Bunu halka alıştıralım. Hastalıklı, çok konuşan, korkak evhamlı, hastalık hastası biri…”
“Yahu çok güzel, böyle birinden kimse şüphelenmez.”
“Tamam, bizim ilk toplantımız ne zaman?”
“Hele bir her şey yoluna girsin de… Sen mektep işini daha merak etme, Süfyan girdi mi bu işe, sen o işi olmuş bil. Süfyan her yeni gelene böyle yapar, yakın olmak ister. Ama laf aramızda ‘sarayın adamıdır’ diye söylentiler çok dolaşır kulaklarda… Anlayacağın biraz da bilhassa yapar.”
“Çok iyi… Duyurmak istediklerimizi onun vasıtası ile duyuracağız demektir.”
Ali Süavi yemeğini bitirmek üzereydi. Yemeği bitince üstüne suyunu da içti.
“Beyler ilk günden ben fazla kalmayım. Allah sizi inandırsın perişanım. Gidip yatacağım. Yarına görüşürüz.”
“Tamam. Hayırlı geceler.”
Ali Süavi meyhanecinin yanına gitti.
“Süfyan Efendi, benim hesabı ödeyeyim.”
“Erken kalktın beyim. Ne oldu efendilerden haz etmedin mi?”
“Yok, estağfurullah pek yorgunum, dedim ya kaza da yaptığımızdan inan kemiklerim ağrıyor, yarına da çok iş var.”
“Sen mektebi düşünme beyim. Sabah ezanla bir sürü adamla kapındayım bilmiş ol.”
“Allah razı olsun.”
“Senden de beyim.”

Ali Süavi hesabını ödedi. Dışarı çıktı. Soğuk bir Urfa gecesiydi…