31 Ekim 2017 Salı





Güven mi?



nazanss.blogspot.com



Çaresizliğin ne olduğunu bilir misiniz diyeceğim ama inanıyorum ki tüm insanlar hayatları boyunca çaresiz kaldıkları zamanları olmuştur. Ve biliyorlardır. Hani ne yapacağınızı bilemezsiniz. Dünya çok büyüktür siz içinde çok küçüksünüzdür ama dertleriniz çok büyüktür. Sizi dertleriniz ezmektedir.

O kadar büyüktürler ki, içinizi sıkmaktadırlar. Ağırdır kaldıramıyorsunuzdur. Ne yapacağınız bilemiyorsunuzdur.
Şaşkın aptal ve en önemlisi çaresizsinizdir. Çaresizliklerin önemli olanlarından biri de gönül çaresizliğidir. Tercihlerin farklı olmasıdır.

Bir gün yaşamınızdaki değişikliği siz bile anlayamıyorsunuz. Ne oldu?
Bu iki kelime çok önemlidir. Ne oldu?

Olanlar olmuştur aslında. Siz neyi soruyorsunuz kime soruyorsunuz. Sorduğunuz kimse tercihini yaptığına göre o bunu anlayacak durumda değildir ki. Onun isteği tek dileği biran an önce istediğine kavuşmak. Bu istek ne ise o…

Ne gariptir bu dünya. Anlayabilene aşk olsun. Ben hala anlamadım. Bir anlayan bana anlatsa mutlaka yine anlamam. Çünkü anlayanda bu dünyadan gidene kadar anlamayacaktır. Dünya her gün yeniden doğar ne kadar doğru.

Dünü unutur muyuz bilemem ama yarını asla tahmin edemeyiz. Değil yarını beş dakika sonrasını bilemeyiz.
Birilerine güveniyorsunuz. Güven bana göre en önemli duygu. Ben güven duygusunun önemini hayatımda yediğim çok büyük tokattan sonra anladım.

Sevgiden önemliymiş güven. Birine güvenmek. Bu çok güzel bir duygu… Ben herkese bir şey sormak istiyorum. Sizler birilerine güveniyor musunuz?

Mesela eşinize, kardeşinize hatta arkadaşlarınıza… Evet diyorsanız gerçekten ben sizleri kutlarım. Ben güvenin güvenilmeyeceğini anladığımda çok şaşırmıştım.
Bir gün önce çok yakınınız bir gün sonra nasıl bu kadar yabancınız olmuş şaşkınsınız.

Bunu nasıl başarıyor tebrik etmek lazım kimi diyeceksiniz. Ben hayatı diyorum. Bir gün önce ilerisi için aklınızla, ruhunuzla asla karşınızdakinin sizden vazgeçebileceğini bilmediğinizden hatta düşünmediğinizden hatta asla!

Düşünmeyeceğinizden birçok anlamda rahatsınız! Heyhat asla rahat olmamak gerekir. Bunu bilmek gerek.

Asla kimseye güvenmemek ve güven duygusunun verdiği her ne hal ise ona inanarak kendinizi emanet etmemek gerekirmiş. Sizi vuran kendinizi emanet ettiğiniz oluyor. Biran da bırakıyor.

Kucak ve yer arası yarım metreyi almazken siz uçuruma yuvarlanıyorsunuz. Çünkü düşüş bitmiyor. İniyor da iniyorsunuz.

Bu aşağısı ne kadar uzaktaymış. Bilmiyorsunuz. Çünkü haberiniz yok. Nasıl olsun ki.
Sonra birkaç model örnek daha var. İki insan ellerini birleştirdiklerinde kalpleri bile aynı ritmik ahenkle atıyor ki ruhunuz aynı lezzeti sizlere heyecanlanarak geri veriyor.

Birlikte bir süre sonra aynı şeylerden lezzet alıyorsunuz. Hatta lezzetleri paylaşırken ona daha fazlasını veriyorsunuz. Çünkü kıyamıyorsunuz.

Oysa kıymak ne demek sizin başınıza gelen doğrama makinesinin en sert dişlisi oluyor ki kalın ve ağır parçaladıkça parçalanıyor. Kalkabiliyorsanız kalkın altından göreyim sizi.

Hani demiştim ya birlikte keyif aldığınız, hüzünlerinizi hatta gözyaşlarınızı paylaştığınızla bir anda ne oldu da olduğunun neticesinde siz hüzün ve içinizin acısıyla kalırken onun eğlendiğini, yeni uçuşlarda yeni kır çiçeklerini kokladığını biliyorsunuz.

Ne demek lazım burada Heyhat mı uygun düşer sizce? Yazık mı?
Kime yazık bu sonradan tartışılacak bir konu. Onu zaman gösteriyor ama şimdi eskilerdensiniz.

Ama bir bildiğiniz var. Siz küçüldünüz. Dünya büyüdü, sorunlar büyüdü, eziyet büyüdü. Bazı insanların size bakışlarını fark ediyorsunuz.

İçinde acıma olan bakışlar. Vahlar ve sana da ha! Denilenin anlamının ne olduğu? Hala anlayamadığınız iç çekişler. Yakın sandığınız dostların sonra sizinle değil de onlarla olduğunu anlamak da cabası.

Bir süre sonra onun yakınlarının bile onunla olduğunu bilmekte milli piyangodan çıkan amorti gibi. Amorti size kalanı onlar büyük parayı götürmüşler. Ya da öyle sanıyorlar. Amorti ise karşı tarafın yakınlarının sizi hala adam yerine koymaları. Yine ne demek gerekiyor burada. Yazık mı? Heyhat mı? Buna da siz yine karar verin lütfen nereye yakıştırırsanız.

Sonra bölümlerin kaçıncısına giriyorsunuz ki, burada akıl öğretmeler başlıyor. İyide nasıl anlamadın, iyide öyle yapmasaydın, iyide böyle olmasaydı.

İyide sende kardeşim kör müydün, iyide sende kardeşim niye güvendin. Bu kadar cümle içinde tek doğru olan niye güvendin kısmı.

Niye güvendim. Aslına niye sürprizdi ki? Az çok onu anlamıştın. Onu sıkman da onun ahlak damarlarının ne kadar ince olduğundan kaynaklanmıyor muydu?

Onu takibe alman üzerinde durman hep bu sonun bir gün geleceğini düşündüğünden olmuyor muydu? Senin yanında başkaları göz hapsinde ise zaten sana saygısı yoktur.

Bunu hep görüyorsan saygıyla alaka kalmamıştır. Senin yokluğunda zaman dilimleri değerlendiriliyorsa sevgisi de yoktur. Sen neyin derdinde, takibinde en komiği de sevgisindesin.

Kayık küreksiz ve kayıkçısız gider mi. Akıntıya gider. Oda senin içini acıtır. Hani âşık olunca içinde kelebekler olur ya. Kanatlarını rengârenk açarlarda sanki birbirlerine işve yaparlar. Sen onu hissedersin. Oysa son zamanlarda karnında kelebekler yoktur. Binlerce arı hatta bir arı kovanı vardır. Seni sokarlar. Nasıl yanar için nasıl? Ve nasıl anlatılır ki. Zor…

Ben bunları nereden hatırladım da yazdım inanın bilmiyorum. Belki bir güzel arkadaşımın biten güzel evliliği beni etkilemiştir, belki de bir dostun eskiyi hatırlatan sesi. Kim bilir. Belki de artık güven duygusunun olmadığını bilerek yaşadığımdan böyle bir duygunun bir zamanlar bende olduğuna şaşkınlığımdır beni bunlara yazmaya iten. Kim bilir.
Bildiğim bir şey var tabi.

Dünya yeniden doğduğunda inanın bir günde size aydınlık getiriyor.

Bir günde size rahatlık ve ferahlık getiriyor.
Bir bakıyorsunuz sade bir hayatınız oluyor. Bir bakıyor huzurlusunuz.

Bir bakıyorsunuz. Mutlusunuz. Belki içinde artık beslediğiniz insanlara güven, inanç duyguları olmuyor. Belki artık yarını düşünmeden, hatta planlar yapmadan, hatta yokmuş gibi yaşamayı öğreniyorsunuz. Böyle daha rahatmış. Tabi gençlikte gitmiş olduğundan daha aklı başında kararlar verebiliyorsunuz.

Ben sizlere şunları da söylemek istiyorum. Gözlerinizi açın, kimseye hak ettiğinden fazla önem vermeyin, güvenmeyin hiçbir şekilde kendinizi emanet etmeyin.

Siz bir bireysiniz. Siz birinin yanında olan ve onun yakını ismi ne sıfatla anılırsa anılsın. Onun bir şeyi olarak yaşamayın. Sizin bir adınız var.

Sizin verecek bir hesabınız var. Bir gün o birinin hiçbir şeyi olmadığınız zaman ne yapacağınızı da bilmiyorsunuz.

Oysa siz kendiniz olun her zaman ne yapacağınızı da bilin.

Doğru olanı bu çünkü…



Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com





Hazreti İbrahim
Mucizeler Peygamberi

nazanss.blogspot.com


Kur'anda birçok ayette ismi geçer. Peygamber olarak kabul edilir ve Allah kendisine samimiyetinden dolayı "Halil" yani dost sıfatını vermiştir.


Hazreti İbrahim’i anlatmak istediğim bu seri yazımda, muhakkak ki bildiklerim kadar bilmediklerim olduğundan bilenlerin de yazılarını alıntı olarak sizlere aktaracağım.
Mucizelerin Peygamberi Hazreti İbrahim’i elbetteki biliyoruz fakat onun hayatının tümünü bilmek, bildiklerimize bir iki cümle ile bile olsa katkıda bulunmak benim için iyi olacaktır diye düşündüm.

Hazreti İbrahim ile okuduğum her yazı beni şaşırtmıştır.

Kur'anda bir çok ayette ismi geçer. Peygamber olarak kabul edilir ve Allah kendisine samimiyetinden dolayı "Halil" yani dost sıfatını vermiştir.

Her gün dünya üzerinde yaşayan milyonlarca Müslüman, nerede olurlarsa olsunlar, Kâbe’nin bulunduğu yönü hedef alıp, o yöne doğru namaz kılarlar.

Gerçekten onun hayatında mucizeler vardır,
Onun hayatıda olmazlar olmuştur,
Onun dünyaya bıraktıklarının hepsi birbirinden önemli mucizelerdir.
Onun hayatının tümünde bir mukadesiyat vardır.

Onun sevdiklerine sevdasına,
Onun çocuklarına ilgisine,
Onun insanlara bağlılığına,
Paraya tamah etmeyip çok cömert olmasına,
Kadına önem vermesine,
Misâfirperverliği ve cömertliğine,
Misafirsiz sofraya oturmayışına,
Misafir bulmak için uzaklara gitmesine,
Bu vasıflarından dolayı misafir babası denilmesine…


Güzel ahlakına, nurlu yüzüne, dualarına, onun mucizelerine birlikte bakalım…

Düşünün lütfen:
İbrâhim aleyhisselâmdan sonra gelen bütün peygamberler onun neslinden…

Benim gönlüm çok uzun olmayan bu yazıyı takip etmenizden yana.
Bildiklerinizin yanında muhakkak ki bir iki de bilmedikleriniz olacaktır.

Allaha emanet olun.


Hazreti İbrahim; Keldâni memleketi olan Bâbil’in doğu tarafında ve Dicle ile Fırat nehirleri arasındaki bölgede doğmuş. Yüz yetmiş beş yaşındayken Kudüs’te vefât etmiş.

Kuran-ı Kerim’de ‘Tek başına bir ümmet’ olarak tanınan Hazreti İbrahim’den söz etmek istiyorum sizlere…
Hazreti İbrahim ile ilgili o kadar çok bildiklerimiz varki.
Hepsi birbirinden kıymetli, öğrenilmesi, bilinmesi gerekenler…
Tek – tek konu olacak kadar güzellikte…

Her yıl insanların akın ettiği en mukaddes görevlerden birini yerine getirdikleri Hac’daki Kâbe’yi inşa eden Hazreti İbrahim:

MÖ.2. bin yılda yaşamış.
İslam’a göre peygamber,
Musevilere ve Hristiyanlara göre din büyüğü,
İbranilerin Hindistan bağlantısına, İbrahim’in Hint kökenli bir rahip olarak batıya göç etmiş olduğuna ve Brahma dini ve Zerdüştlük ile olan bağlantılarına,
İshak ve İsmail’in babası olduğuna,
Yahudilerin Ishak soyundan geldiğine,
İsmail’in ise Arapların atalarından olduğuna inanılır.

Hazreti İbrahim ve oğlu binlerce yıl önce İnsanların Hacı olmaları için, hacca gidecekleri bir ev yapmışlar. Akın – Akın insanlar gelecekler ve zikredecekler.
Kâbe’yi yapmışlar…

İbrahim, İsmail'le birlikte Evin (Ka'be'nin) sütunlarını yükselttiğinde (ikisi şöyle dua etmişti): "Rabbimiz bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin".
(Bakara Suresi, 127)

Kâbe’nin olduğu yer Mekke’dir…
Hani İbrahim:

"Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır" demişti de
(Allah: "Sadece inananları değil) inkâr edeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o"demişti… (Bakara Suresi, 126)

Hz. İbrahim ve oğlu İsmail dualarında sadece kendi yaşadıkları dönem için değil, kendilerinden sonra gelecek olan kuşaklar için de bazı isteklerde bulunmuşlardır:

Rabbimiz, ikimizi Sana teslim olmuş(Müslümanlar) kıl ve soyumuzdan Sana teslim olmuş(Müslüman) bir ümmet (ver). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin. Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin. (Bakara Suresi, 128–129)(alıntı)

Hz.İbrahim Kuran-ı Kerim’de ismi olan, ülülazm adı verilen altı peygamberden biriymiş. Peygamber Efendimizin de dedelerindenmiş.
Allahü Teâlâ’nın Halilim yani dostum dediği peygamber. Onun için Halilullah ve Halilürrahman denilirmiş.

Keldani Kavminin kralı Nemrut bir rüya görür ve bunu mineccimlere anlatır. Onlarda:
“Bir erkek çocuk doğacak ve o yeni bir din getirecek ve senin saltanatını da yıkacak” demişler.
Buna çok kızan Nemrut bütün hameli kadınları öldürtmüş ve doğan erkek çocuklarından bundan sonra öldürüleceğini söylemiş. Hazreti İbrahimin annesi ona hamileymiş, ikinci eşi olan Hazreti İbrahimin babasını ikna etmiş hamile olduğunu söylemişle. Günü geldiğinde annesi bir mağaraya gitmiş orada doğum yapmış. Oğlunu bir şeylere sarmış kendi evine gelmiş. Kimseye bir şey söylememiş sadece eşine doğumda oğlunun öldüğünü söylemiş. Ertesi günü merakla mağaraya gittiğinde oğlunun parmağını emdiğini ve parmağından süt geldiğini görmüş. Bundan sonra Hz. İbrahim bu mağarada büyümüş, günü gelip çıktığında da aya ve yıldızlara bakmış bir yaratıcı olduğuna inanmış.

Sonra kavmine gitmiş. Putlara tapmanın sapkınlık olduğunu, bunun doğru olmadığını söylemiş. Herkese Allah’a inanmaları gerektiğini anlatmış. Kimse ona inanmamış. Oysa ona on sayfa(forma) kitap indirilmiş. Hz.İbrahim herkesi Allahu Tealaya iman etmeye çağırmış. Birgün kimsenin olmadığı bir zamanda puthaneye gitti. Balta ile bütün putları parçaladı. En büyük putu kırmadı, baltayı onun boynuna astı ve oradan uzaklaştı.

Kaldini Kavmi bayram yerinden gelip putların parçalandığını görünce çok şaşırdılar. Bunu ancak putlara inanmayan İbrahim yapmıştır demişler. İbrahim’i yakalamışlar. Putları sen mi kırdın demişler. Hz.İbrahim bakın büyük putun elinde balta var o kırmış demekki ona sorun demiş. Oradakiler gülmüşler. O nasıl konuşsun, konuşamaz ki hem o nasıl kırabilir ki o kıramazki bunu yapamazki diyince Hz. İbrahim:
“Bu kadar aciz olan konuşamayan, hiçbir şey yapamayan bu putlaramı siz inanıyorsunuz” demiş.
Onun yaptığına ikna olan kavimdekileronu hapsetmişler. Nemrut onun yanına getirilmesini istemiş. Hz.İbrahim’e putlara tapmasını söylemiş. Hz.İbrahim’de onun doğru yolu bulup Allah’a iman etmesini istemiş. Buna çok kızan Nemrut, onu tekrar zindana attırmış ve emir vermiş.
“Çok büyük bir ateş yakın.”
Günlerce yanacak ateşin odunları toplanmış. Nemrut’un isteği üzerine çok büyük bir ateş olacakmış. Ateş yakılmış ve Hz.İbrahim’i mancınıkla ateşe fırlatmışlar.

Burada bir alıntı aktaracağım:

Hz.İbrahim:
”Hasbiyallah ve ni-mel vekil”,yani “Bana Allah’ım yetişir.O ne iyi vekildir,yardımcıdır..” demiş.
Ateşe düşerken Cebrâil aleyhisselâm gelmiş:
”Bir dileğin var mı?” demiş.
”Var, fakat sana değil, Rabbim beni görüyor, biliyor” demiş.
Onun bu hâli Kur’ân-ı kerîm’de övülüyor ve”Sözünün eri olan İbrâhim.” buyruluyor. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’de meâlen ateşe;
“Ey ateş! İbrâhim’e karşı serin ve selâmette ol!”  (Enbiyâ sûresi:69) diye emretti. Ateşin içi yemyeşil bir bahçe kesildi.  Cebrâil aleyhisselâm da kendisine arkadaş oldu. Cennet’ten gömlek ve yaygı getirdi ve onu Cennet nîmetleri ile doyurdu. Ateşte yedi gün kaldığı rivâyet edilir. (alıntı)

Hz.İbrahim ateşten kurtulduktan sonra yine herkesi imana davet etmiş. Putların asılsızlığını anlatmış, yaşadığı mucizeden söz etmiş ama onlar yinede doğru yolu bulmamışlar. Bunun üzerine heryere sivrisinekler dadanmış. Sinekler kavmin kanlarını emmeye başlamış ve onları kuru kemiğe çevirmişler. Nemrut’unda burnundan bir sinek girmiş beynine yerleşmiş. Ona çok ızdırap çektirmiş. O kadar çok azap çekmişki, başına tokmaklar vurdurmuş ve ölmüş.

Hz.İbrahim, babil’den Harran’a (Urfa yakınına) taşınmış. Yanında kardeşinin oğlu Lut ve ailesi de varmış. Hz.İbrahim bir müddet orada kaldıktan sonra Mısır’a gitmek üzere yola çıkmış. Mısır’da firavun Hz.İbrahim’in eşini istedi saraya çağırdı ve ona dokunmak istedi o anda elleri ve ayakları tutmadı. Hz. Sare ona iman etmesini söyledi, Allah’a dua etmesini söylemiş ve onun içinde dua etmiş. Eski haline dönen firavun ona hacer adında bir genç kız hediye etmiş.

Hz. İbrahim Mısır’dan sonra Filistin’e gitmiş. Orada yaşamaya başlamış ve çok zengin olmuş. Bir süre sonra oradan da ayrılmış, kıst adlı yere yerleşmiş. Fakat çocuğu olmuyormuş. Hanımının kabulü ile Hacer’le evlenmiş. Bu evlilikten Hz.İsmail doğmuş. Zamanla Hz.Sare’nin çok üzüldüğünü görünce, Hz.İsmail Hacer’le oğlunu almış onları mekke’ye götürmüş. Mekke o zamanlar ıssız ve susuz bir yermiş. Onları orada bırakmış kendi Şam’a dönmüş.

Burada bu konu ile ilgili bir alıntıyı aktaracağım:

Hz. İbrahim (a.s.), Cenab-ı Hakkın emri üzerine hanımı Hacer validemizi ve henüz süt emmekte olan oğlu Hz. İsmail’i bugünkü Zemzem kuyusunun bulunduğu yere bıraktı. O tarihte Mekke’de hiçbir insan yaşamıyordu. İçecek su da yoktu. Hz. İbrahim, hanımı ve oğlu için biraz hurma ve bir miktar da su bırakarak oradan ayrıldı.
Bir müddet sonra Hz. İbrahim’in bıraktığı su bitti. Hz. İsmail ağlamaya, su istemeye başladı. Annesi ne yapacağını şaşırdı. Hz. İsmail’in ağlamalarına daha fazla dayanamadı.
Safa Tepesine çıktı.
Birini görebilmek ümidiyle sağa sola baktı.
Kimseyi göremeyince de Safa ile Merve arasında koşmaya başladı.
Yedinci defa Merve’ye çıktığında bir ses işitti.
Zemzem Kuyusunun yanında Hz. Cebrail’i gördü.
Cebrail (a.s.) kanadıyla (bir rivayette ayağıyla) yeri kazıyordu.
Nihayet su göründü. Hz. Hacer buna çok sevindi. Suyun aktığını görünce, “Dur, dur” manasında “Zem zem” dedi ve su akmasın diye önünü kesti, havuz gibi yaptı.
Bir taraftan da testisini dolduruyordu.
Suyu aldıkça yerinde kaynıyordu.
Testisi dolduktan sonra sudan içti ve Hz. İsmail’i emzirmeye başladı.
Bu arada Cebrail (a.s.), Hacer’e hitaben:
“Sakın, ‘Helak oluruz, zarara uğrarız’ diye korkmayın. İşte şurası Beytullah’ın (Kâbe’nin) yeridir. O beyti şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki, Cenab-ı Hak o işin ehlini zayi etmez” dedi.(alıntı)

Hz.İbrahim arada mekke’ye geliyor, oğlunu ve Hz.Hacer’i ziyaret ediyordu. Son geldiğinde devamlı aynı rüyayı görüyordu. Zamanında çocuğu olmayan Hz.İbrahim Allahu Teâlâ’ya yalvarmış:
“Bir oğlum olursa Allah yoluna kurban edeceğim” demiş.
Son zamanlarda da bu konu ile ilgili rüyalar sıklaşınca Hz.İsmail’i kurban etmeye karar vermiş.

Bir başka alıntıyı aktarıyorum.

Melekler insan suretinde Hz. İbrahim’e uğradılar. Misafirperverliğiyle ün salmış Hz. İbrahim hemen değişik yemeklerden oluşmuş bir sofra hazırlattı.
Misafirler elini yemeğe uzatmayınca Hz. İbrahim onların melek olduğunu anladı, biraz korkmaya başladı. Melekler onu sakinleştirerek:
“Korkma biz Lut kavmine gönderildik” dediler. Sonra ona
“Sana bir çocuk müjdelemekteyiz” diye müjde verdiler, yaşlı çift şaşırdı. Olacak şey mi! Yıllar boyunca evliydiler lakin çocukları olmuyordu.
Üstelik on dört sene önce Hz Sara, çocuğu olmuyor diye Hz. Hacer’i Hz. İbrahim ile evlendirmiş ve Hz. İsmail dünyaya gelmişti.
İbrahim şaşkınlığını üstünden atarak
“Bana ihtiyarlık gelip çökmüşken mi müjdeliyorsunuz? Beni ne ile müjdelemektesiniz!” Melekler dedi ki:
“Seni gerçekten müjdeledik, ümit kesenlerden olma! Hanımı Hz Sara ayaktaydı, güldü.
“Vay bana, ben kocamış bir kadın iken ve şu kocam da bir ihtiyarken doğuracak mıyım, gerçekten de bu şaşırtıcı bir şey” dedi.
Melekler onlara dediler ki “Allah’ın emrine mi şaşırıyorsunuz. Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizdedir. Ey ev halkı şüphesiz O, övülmeye lâyık olandır” dediler.(alıntı)

Hz. İbrahim oğlunu kurban etmek üzere götürmüş, başını bir taşın üstüne koymuş, eline bıçağını almış, tam oğlunun boynuna vuracakmış ki, melekler bir koç getirmişler.
“Bunu kurban edeceksin” demişler…

Daha sonra yaşlılılığında ikinci oğlu İshak’ı da kucağına alan Hz. İbrahim yine bir ziyaretinde oğlu İsmail ile birlikte Beytullah’ı (Kâbe-i muazzamayı) inşa etmiş.

“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor. (şöyle diyorlardı) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur: Şüphesiz sen işitensin, bilensin”. (Bakara Suresi – Ayet: 127)

Bununla ilgili bir alıntı:

Kabenin yapılışı hakkındaki rivayetlere göre, Hz.Adem ile Havva cennetten çıkarıldıkları vakit yeryüzünde Arafat’ta buluşurlar, beraberce batıya doğru yürürler. Kabenin bulunduğu yere gelirler.
Bu esnada Hz.Adem, bu buluşmaya şükür olmak üzere Rabbine ibadet etmek ister ve cennette iken, etrafında tavaf ederek ibadet ettiği nurdan sütunun tekrar kendisine verilmesini diler. İşte o nurdan sütun orada tecelli eder ve Hz.Adem, onun etrafında tavaf ederek Allah’a ibadet eder. Bu nurdan sütun Hz.Şit zamanında kaybolur, yerine bir taş kalır.

Hz.Şit:
Sit aleyhisselam hakkinda genel bilgiler
Sit aleyhisselam Âdem aleyhisselam’dan sonra gönderilen – ikinci – peygamberdir. Âdem aleyhisselam’in oglu’dur. Babasi vefat edince kendisine peygamberlik ve ayrica 50 suhuf kitap verildi. Sit ismi Ibranice olup Arapca’da Allah’in hibesi (hediyesi) manasindadir. Sit yerine Sis de denilmistir. (başka bir alıntı)

Bunun üzerine Hz.Şit, onun yerine taştan onun gibi dört köşe bir bina yapar ve o siyah taşı binanın bir köşesine yerleştirir. İşte bugün Hacerül Esved diye bilinen siyah taş odur.

Sonra Nuh tufanında bina kumlar altında uzunca bir süre gizli kalır.

Hz.İbrahim Allah’ın emri ile Kâbe’nin bulunduğu yere gider. Oğlu İsmail, annesi ile birlikte orada iskân eder. Sonra İsmail ile beraber Kâbe’nin yerini kazar.

Hz.Şit tarafından yapılan binanın temellerini bulur ve o temellerin üzerine bugün mevcut olan Kâbe’yi inşa eder.

Ayette “Beytullah’ın temellerini yükseltiyor” cümlesi bunu ifade eder.”(alıntı)

Cennet yâkutlarından Hacer-ül-Esved adlı siyah taşı Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesiyle alarak, Kâbe-i muazzamanın duvarına yerleştirilmiş.
Hacca giden bütün hacılar ona dokunmak isterler, onu öpmek isterler. Kalabalıktan hiç yaklaşamadıları zaman selam verirler. O mukaddes bir taş…

Hacerü’l - Esved: Kâbe'nin güney doğu köşesinde yerden bir buçuk metre yüksekliğinde, yumurta biçiminde hafif kırmızı ve san damarcıkları bulunan otuz cm. çapında oldukça parlak siyah bir taş.

Kutsal olarak bilindiğinden; Hz. İbrahim'den sonra geçen yüzyıllar boyunca gelip, geçen bütün kuşaklar bu taşı özenle korudu.

Hacerü'l-Esved'in tarihi Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail (a.s.) tarafından inşa edilen yeryüzünün ilk mâbedi Kâbe'nin tarihiyle paralellik gösterir.

Allah (c.c.) Hz. İbrahim'e insanların ibâdet edecekleri bir mescid yapmasını emrettiğinde Hz. İbrahim ve oğlu İsmail Kâbe'nin temellerini attılar (el-Bakara, 2/127).

Tarihî kaynaklar Hacerü'l-Esved'in de buraya Hz. İbrahim tarafından konduğunu kaydeder. Taşın nereden ve nasıl getirildiği hususunda değişik inançlar ve anlatımlar vardır, ancak kesin bir bilgi yoktur.

Hacerü'l-Esved'i değerli kılan, haccın menâsikinden olması ve Rasûlullah'ın onu öpmesi nedeniyledir. Hac'da tavâfa Hacerü'l-Esved'den başlanır ve yine onunla bitirilir. Tavâf esnasında Hacerü'l-Esved öpülür, bu imkân olmadığı takdirde elle, bu da mümkün olmazsa uzaktan selâmlanır.

Onu öpmek sünnet olduğu için öpülmediği takdirde hac yine yerine gelmiş olur.

Ayrıca Hacerü'l- Esved'in öpülme imkânı bulunmadığı zaman Kâbe'de ikinci bir taş olan Yemame taşına elle dokunmak da onun yerine geçer. Bu taşın bulunduğu yere "Rüknü'l-Yemanî" denir.(başka bir alıntı)

Hz. İbrahim Kâbe duvarını örerken, Makam-ı İbrahim denilen bir taşın üstüne basmış.

Bu taşla ilgili alıntı:

İbn Abbas (r.a)'ın anlattığına göre; Hz. İbrahim (a.s), Mekke'ye geldiğinde Allah'tan Kâbe'yi inşa konusunda emir almıştı.

Daha önceki ziyaretlerinin aksine bu sefer görevli olarak gelmişti. Durumu oğlu İsmail'e anlattı. Ondan kendisine yardım etmesini istedi. Beraberce Beytullah'ın temellerini kazmaya başladılar.

Kur'an-ın ifadesine göre temelleri kazarken şöyle dua ediyorlardı:

"Ey Rabbimiz, senin rızan için yaptığımız bu işimizi sen kabul buyur. Şüphesiz ki, daima işiten ve daima bilen sensin, ancak sen" (el-Bakara, 2/127).

Temelleri kazınca hemen duvarların yapımına başladılar. Hz. İsmail (a.s), taş taşıyor; ihtiyar babası Hz. İbrahim (a.s) da duvar örüyordu. Temel duvarları yükselip Hz. İbrahim için duvarlara yetişmek güçleşince Hz. İsmail babasına merdiven vazifesi görmek üzere uzunca bir taş getirdi. Hz. İbrahim de taş üzerinde durarak Beytullah'ın duvarlarını tamamlamaya çalıştı. İşte bu taş "Makâm-ı İbrahîm"dir. İbn Abbas diyor ki:

"Hz. İbrahim (a.s), bu taş üzerinde durarak yapıya devam ettiği için ona İbrahim'in üzerinde durduğu taş, manasında "Makâm-ı İbrahim" adı verilmiştir. Sonradan bu taş özel bir itina ile koruma altına alınarak günümüze kadar muhafaza edilmiştir.

"Makâm-ı İbrahim'in boyu bir arşındır. Taş dört köşe olup üst tarafının genişliği 14 parmağa 14 parmak, alttan da aynı ölçüdedir.

Hem alt kısmında, hem de üst kısmında altından birer halka vardır. Taşın iki halkası arası altınla kaplı olmayıp açıktır.

Bütün cephesi boyunca uzunluğu 9 parmak, eni ise 10 parmağa 10 parmaktır. Bu ebatlar, Halife Mütevekkil Alellah onu bugün üzerinde bulunan altınla kaplatmadan önceki boyutları idi.

Esasen taşın her taraftan eni 21 parmak olup ortası dört köşe şeklindedir.

Hz. İbrahim (a.s)'ın ayak izleri taşın içine 7 parmak gömülmüş olup biraz meyillidir.

Taş üzerindeki. İki ayak arasında 2 parmak mesafe vardır. Ortası ona el sürülmesinden ötürü aşınmıştır.(alıntı)

Hz. İbrahim Kâbe’yi yapıp oğluyla birlikte bitirdikten sonra Hz.İsmail ve Mekke’ye yerleşmiş olan Cürhümlülerle birlikte hac ibadetini yapmış. Sonra Arafat’a çıkmış Hz.İsmail’e ve evladına dua etmiş. Şam’a dönmüş. Bir yıl sonra hac mevsiminde Hz.Sare ve oğlu İshak ile birlikte Mekke’ye gelmiş. Hac ibadetini yaptıktan sonra da eşi ve oğlu ile dönmüş. Hazreti İsmail’e bir vasiyette bulunmuş:

”Ey oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bütün baba ve dedelerimizin vasiyeti, bu nûru iyi muhâfaza edip, ehline teslim etmektir. Bu mübârek nûru iyi muhâfaza et. Nikâhlı, afîf ve temiz kadınlara teslim eyle. Evlâdına da böyle vasiyette bulun”demiş.(alıntı)

Hazreti İbrahim 175 yaşında her iki eşinden sonra Kudüs’de vefat etmiş. Kudüs civarında bir mağaraya defnedilmiş. O kasaba Halîl (Allahü teâlânın dostu) ismine izâfeten Halîlurrahmân ismiyle meşhur…

İbrâhim aleyhisselâm ülülazm peygamberlerin ikincisi olup, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra bütün peygamberlerden ve resûllerden üstün…

İbrâhim aleyhisselâmdan sonra gelen bütün peygamberler onun neslinden…

Şirke (Allah’a ortak koşma) yol açacak kapıların hepsini kapattı.
Çocukluğundan ölümüne kadar hak din üzere olduğundan ve insanlara dîni bildirdiğinden dolayı, onun milletine işâret için Kur’ân-ı kerîmde
“Hanîfen” (hak din üzere bulunanlar) diye zikredilmiştir.

Hazret-i İbrâhim’in husûsiyetleri Kur’ân-ı kerîmde Nahl sûresi 120,121,122. âyetlerde bildirilmektedir.

Misâfirperverliği ve cömertliği dillerde dolaşırdı. Misâfir olmayınca yemek yemez, bir misâfir bulmak için uzaklara giderdi. Bu vasfından dolayı ona Ebû’d-Düyûf (misâfirler babası) adı verilmişti.

Kıblesi Kâbe idi. Namaza durduğu zaman kalbinin coşması, hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu.(alıntı)

Hazreti İbrahim’in bir sürü mucizelirenden söz ettik birde başka mucizelerine de bakalım:

İbrâhim Aleyhisselâmın Mûcizeleri:

İbrâhim aleyhisselâmın mübârek vücûduna ateş tesir etmedi. Nemrûd onu ateşe attığında Allah-ü teâlâ;
”Ey ateş! İbrâhim üzerine serin ve selâmet ol!” buyurunca ateş onu yakmadı.

Cansız olan, parça parça edilmiş ve parçaları ayrı - ayrı yerlere konmuş olan kuşlar (dört kuş), İbrâhim aleyhisselâmın çağırması üzere yeniden dirilmişlerdir.

İbrâhim aleyhisselâmın mûcizesi ile taşlar kömür gibi yanmıştır.
Rivâyete göre  İbrâhim aleyhisselâm Şam tarafına hicret ettiğinde çayırlık, çimenlik bir yerde konaklamıştı. Orada yakacak hiçbir şey bulamayan, buldukları az bir şeyle ihtiyaçlarını karşılayamayan ahâli, durumlarını  İbrâhim aleyhisselâma anlattı. İbrâhim aleyhisselâm taşları toplattı ve kömür gibi yaktı. Bu mûcizeyi gören pekçok kimse îmân etti.

Bâzan yırtıcı ve yabânî hayvanlar  İbrâhim aleyhisselâmla beraber giderler ve dile gelerek gâyet açık bir şekilde onunla konuşurlardı. Bir defâsında, hanımı hazret-i Hacer ve oğlu İsmâil’le görüşmek ve onları ziyâret etmek için Mekke’ye gitmişti. Şam’a geri dönüşünde birçok yabânî hayvan, İbrâhim aleyhisselâm ile berâber yürüyüp, onunla açıkça konuştular.

İbrâhim aleyhisselâm duvarların ve dağların arkasını da görürdü. Bu mûcizesi Mısır’a gittiğinde zevcesi hazret-i Sâre’ye musallat olmak isteyen zamânın kralı Firavun, hazret-i Sâre’yi sarayına alınca, İbrâhim aleyhisselâm dışardan içeriyi seyretmiştir. Sarayın duvarları ona cam gibi olmuş ve gözünden perde kaldırılmıştır. Böylece hazret-i Sâre’ye el uzatmaya kalkışan Firavun’un ellerinin kuruyup, ayaklarının tutmayarak yere yıkıldığına şait olmuştur.

İbrâhim aleyhisselâmın bastığı taşın üzerinden ağaç bitip yeşermiştir. Bu istek dîne dâvet ettiği bir beldenin ahâlisinden gelmiş, duâsı üzerine mûcizeyi göstermiştir.

İbrâhim aleyhisselâmın oturduğu yerden güzel kokular yayılırdı. Ayrılsa bile, senelerce güzel kokusu oradan çıkmazdı. Hazret-i İsmâil de babasının evine gelip gittiğini, onun kokusundan anlamıştı.

İbrâhim aleyhisselâmın dîni: İbrâhim aleyhisselâmın dîni, Hanîf dînidir.
Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya yönelen mânâsınadır.

İbrâhim aleyhisselâm, Kaldânî kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp, onları aşağılayıp, Allah-ü teâlâya ibâdet ettiği için, Hanîf denilmiştir.

 Ayrıca, kendiside eğrilik bulunmayan dosdoğru olan din mânâsında da Hanîf dîni denilmiştir. Peygamber efendimize peygamberlik bildirilmeden önceki Arablardan birçok kimse Hanîf dînine mensuptu…

İbrâhim aleyhisselâma bildirilen Hanîf dîninin esaslarından bâzıları şunlardır: Kimse kimsenin günâhını yüklenmez.

Kimse başkasının günahından sorumlu olmaz. İnsanlar âhirette ancak ihlâsla işlediği sâlih amellerinin ve niyetlerinin faydasını görürler. Her  insanın hayır ve şerden ibâret olan ameli kıyâmet gününde mizânında görülecektir.

İnsana çalışmasının karşılığı tam olarak verilecektir.(alıntı)

&

İbrahim müslümanlık açısından haniflik, kurban, Kabenin inşa edilmesi, Nemrutla mücadele ve nemrut tarafından atıldığı ateşte yanmama gibi hikâyelerin sembol kişisidir.(alıntı)

Ayrıca, İbrahim Peygamber'in "Hanif" yani Allah'ın birliğine inanan, Allah'a ortak koşmayan biri olduğu özellikle belirtilmiş ve Onu sevenlerin de Allah'ı bir olarak bilmeleri ve Allah'a ortak koşmamaları istenmiştir.

Kur'anda bir çok ayette ismi geçer. Peygamber olarak kabul edilir ve Allah kendisine samimiyetinden dolayı "Halil" yani dost sıfatını vermiştir.

İbrahim'in Kabeyi oğlu İsmail ile birlikte inşa ettiğine ve insanları Hacca çağırdığına inanılır.
İslam'da İbrahim'in gördüğü rüyayı oğlu İsmail'i kurban etmesinin istenmesi şeklinde yorumlayarak O'nu kurban etmek üzere götürdüğüne ve bu teslimiyetin Tanrı tarafından ödüllendirilerek kendisine bir melek eşliğinde gökten bir koç indirildiğine inanılır. Kur'anda çocuğun isimi verilmeden anlatılan bu hikâye Kurban Bayramlarında tekrar anlatılır.

Bu konu Saffat Suresinde şöyle anlatılmaktadır:
" "Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağışla. Biz de ona uysal bir oğul müjdeledik.
Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona,
“Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” dedi.

O da,
"Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi.

Nihayet her ikisi de boyun eğip, İbrahim de onu yüz üstü yere yatırınca ona, şöyle seslendik: "Ey İbrahim!" "Gördüğün rüyayı yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız."

"Şüphesiz bu apaçık bir imtihandır."
Biz, (İbrahim'e) büyük bir kurbanlık vererek O'nu kurtardık. Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık. İbrahim'e selam olsun.(Saffat:100–109)

İbrahim, Kur'ana göre Allah'a teslim olmuş (müslüman) bir haniftir.
İbrahim ne Yahudi idi ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir müslümandı.

Allah’a ortak koşanlardan da değildi. (3, 67)
Kuran'da İbrahim'in, putperestlerle ve kendini ilah sayan Nemrutla yaptığı çetin mücadele anlatılmaktadır. Bu tartışmalarda ona cevap veremeyenler, onu ateşe atarak cezalandırmak istemişler fakat bunda başarılı olamamışlardır.

Ateşin İbrahim için bir gül bahçesine dönüştüğü rivayet edilir.

Kur’an ve bazı Yahudi efsanelerinde İbrahim’in ateşe atılma hikâyesine rastlanır. İbrahim Nemrut'u ve putları ilah edinmeyi asla kabul etmemiş, putları kimse görmeden kırarak baltayı büyük putun boynuna asmış ve Nemrut'u tek tanrılı dini olan İslam'a çağırmıştır.

İbrahim'in çağrısına kulak asmayan Nemrut, büyük bir ateş yaktırıp, İbrahim'i mancınık ile ateşe attırmış, ama ateş Allah'ın emri ile onu yakmamıştır. Rivayete göre İbrahim ateşlerin içindeyken onun Tanrısı ateşi ona bir gül bahçesi haline getirmiştir.
Efsanenin Türkiye versiyonunda olay Urfa’da gerçekleşir, ateş göle (balıklıgöl), odunlar ise gölde yüzen balıklara dönüşür.

“Yakın onu! Bir şey yapacaksanız onu yakın da, Tanrılarınıza yardım etmiş olun!' dediler.

Bizse şöyle dedik: 'Ey ateş! Soğu! Ve esenlik ol İbrahim'e!” (Enbiya suresi; 68–69) (alıntı)
Hazreti İbrahim ile yazılacak sayfalarca yazı yetmezki, kitaplar yazsam, ciltlerle çıkarsam yinede ondan yeterince söz etmiş olamam.
Birçok yerden bilgiler edindim,
Birçok yerden alıntılar yaptım.
Allah herkesten razı olsun…


Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com




Prof. Dr. Stephen Hawking,

nazanss.blogspot.com



Dünyanın en önemli fizik adamının Müslüman olduğu söyleniyormuş.

*
“Yaşayan en mükemmel zihin”
“Einstein’in mirasçısı”,
”yirminci yüzyıl sonlarının en büyük dahisi”,
“Evren Uzmanı”

*
Stephen William Hawking
“Başlangıç tekilliğini” bulan, yani herşeyin başlangıcının bir “tekillik” olduğunu ispatlayarak,
Dünya’da ilk kez Allah’ı tanımlayan bilim adamıdır.
Bununla da kalmamış, “yaratılışı” çözümlemiştir.
Yaratılışın tekil olduğunu (Allah’dan geldiğini); maddenin, mini karadeliklerin “sızıntılarından” türediğini kanıtlamıştır.

*

Hawking, evreni, Arz’dan Arş’a kadar genişleterek, bilimi Allah’a ulaştırmış; tek bir evren yerine,
(Âlemlerin Rabbi uyarınca)
Sayısız parelel evreni bulmuş ve insanlık tarihinde ilk kez, bunu bilimle ispat etmiştir (K75).
Onun bilimiyle, diğer dinlerce öngörülen dünyasallık olgusu, evrenselliğe dönüşmüş ve Kur’an’ın yüce boyutlarına ulaşmıştır.

*
Einstein’in başarısı, sadece kuantum fiziğine olan katkıları ve Relativite Teoremi ile sınırlıdır.
Hawking, mini karadeliklerin ve kara boşlukların astronomisini oluşturmuş ve bu astronomi sayesinde, bilim tarihinde ilk kez, Relativite, Kuantum ve Birleşik Alanlar Teorileri’ni tek bir teoremde biraraya getirerek, evrenin karmaşık yaratılışını çözümlemiş ve bunların tamamını geliştirerek, yaratılışın bir “Tekillik” (Allah) tarafından başlatıldığını ispatlamıştır.

*
Uzay-zaman konusunda herkesin anlayabileceği bir kitap yazmayı kafasına koyan Hawking, bu amacını 1988 yılında yayınladığı,
“The Brief History of Time” (Zamanın Kısa Tarihi) adlı kitabıyla (K73) gerçekleştirir.
Aynı yıl içersinde ülkemizde de yayınlanan bu kitap, en çok satan kitaplar listesinde en uzun süre kalarak
“Guinnes Book of Records” a girmiştir.
Hawking, bu kitabında,
“Yaratıcıya ihtiyacımız olduğunu ve insan aklının en büyük zaferinin, Tanrı’nın ne düşündüğünü bilmek olduğunu” söylemiştir.

*

Dünya’nın gelmiş geçmiş en büyük fizik ve matematik dehası sayılan Hawking, bu hastalığa yakalandığında ümitsizliğe kapılır, depresyona girerek kendini içkiye verir. Ancak, 1963 yılında tanıştığı Jane Wilde onu hayata geri döndürür.
Hawking’in gizemli kişiliği, Wilde’ı çok etkilemiştir.
İki yıl sonra evlenirler.
Hawking artık ölümü düşünmemektedir; kendini bilime verir.
Evlendikten kısa bir süre sonra, ilk tezlerini oluşturmaya başlar.
Evrenin yaratılışı, 1960’lı yılların en çok konuşulan konularından biridir.
Bilim adamları, evrenin düzenli olarak genişlediğini düşünmekte, ancak yaratılışına bir çözüm getirememektedir.
Hawking, o dönemde, evrenin sonsuz yoğunluktaki tek bir noktadan yaratıldığını bulur ve bu fikrini, Londra Üniversitesi’nin tanınmış matematikçi ve fizikçilerinden Roger Penrose’a açar.
Birlikte çalışarak, 1969 yılında, Einstein’in Relativite Teoremi ile bağdaşan teoremlerini ortaya koyarlar.
Einstein’in zamanı ve mekanı, bu tek noktada birleşmektedir.
“Daha başka bir deyişle” der Hawking:
“Zamanın da bir başlangıcı olduğunu gösterdik

*
Hawking, Newton’un kürsüsü olan Lucasion profesörlüğüne layık görülen üçüncü Britanyalı’dır.
Ancak, bilim dünyasının bu dev ismine halen bir Nobel Ödülü verilmemesi dikkat çekicidir.
Nobel Ödülü, bugüne kadar, İslam âleminden sadece Pakistanlı Profesör Abdus Salam’a (S32) verilmiştir.
Buluşları ile Einstein’ı kat be kat geçen Hawking’e, bugüne kadar bir kaç özel Nobel Ödülü verilmesi gerekirken, sadece bazı payelerle geçiştirilmiş olmasının başlıca nedeni, onun gizli de olsa Müslüman olmasından iyice kuşkulanılmasıdır
Gerçekten, Hawking, Müslümanlığını şimdilik açıklamaktan kaçınmakta; ancak Zig-Zag Öğretisi mensuplarına gönderdiği özel mesajlarda, bunun diğer Zig-Zag yazarlarınca açıklanmasını istemektedir.
(Bu istek, Aiberg’in kitaplarında yerine getirilmiştir).

*
Hawking bir röportajda (G14),
“Tanrı kavramını gözardı ederek, evrenin başlangıcından söz etmek zor olur. Evrenin yaratılışı üzerindeki çalışmalarım, bilim ve din arasındaki bir çizgidedir. Fakat ben bu çizginin bilim tarafında kalmaya çalışıyorum” demiştir

*
Stephen Hawking’in ateist olmadığı, Tanrı tekilliğini bizzat ispatlamış olması ile apaçık ortadadır.
Hıristiyan olmadığını ise, Hawking, bir makalesinde şöyke açıklamıştır:
“1981 yılında, Vatikan’da, Papa’nın düzenlediği kozmoloji konulu bir seminere, konferans vermek üzere davet edildim.
Konferansta,
“Evrenin bir başlangıcı olduğunu, bir yaratılış tekilliğinden geldiğini, sınırsız olduğunu ve bunun da ötesinde, evrenin katları olduğunu ispatlı olarak anlattım. Fakat Papa, herhalde benim konferansa pek fazla kulak vermemiş olacak ki, daha sonra davetlilerle yapılan görüşme sırasında beni kutlamakla birlikte, Büyük Patlama’nın oluşumunu ve öncesini “araştırmamamı” benden özel olarak istedi. Çünkü ona göre, yaratılış anı ve öncesi, Tanrı’nın işiydi; Tanrı’nın işine ise hiç karışılmazdı.
Aslında, ben, yaratılışla birlikte, yaratılış öncesinin de sonlu-sonsuz olduğunu, dolayısıyla bir başlangıç olan yaratılış anının hem var, hem de yok olduğunu kastetmiştim.
Tanrı’yı bu kadar dar bir evrenin içine yerleştiren Papa ise, onu evrenden biraz önce yaratılmış bir yaratık yapıvermişti.
Oysa fiziksel yaratılış, kendinden önceki bir dizi yaratılışın devamıydı.
Tanrı, nasıl bu peşpeşe yaratılışlar dizisinin bir halkası olurdu?
Bu nedenle, konferansı izleyenlere,
“Tanrı evreni yaratmadan önce ne yapıyordu? Diye sordum.
Tanrı’yı yermek için değil, kilisenin 300 yıllık hatasını yeniden tekrarlamaması için böyle konuştum.
Benim Tanrı’m, Papa’nın Tanrı’sı değildi.
Papa’nın Tanrı’sı bir yaratıktı.
Ama, benim bilim yoluyla ve içimdeki gizli güçlerle bulduğum gerçek Tanrı, “Mutlak Yaratan”dı. “Tek Yaratan”,
ortağı ve benzeri olmayan, her şeyin üstünde bir “Tekillik” (Singularity).
Benim Tanrı’m, Papa’nın temsil ettiği görüşün (Hıristiyanlığın) beyinlerindeki hayali, sahte Tanrı’yı bile yaratandı.
Bu konferansı verdiğim 1981 yılında, ne tuhaftır ki, bundan 300 yıl önce, aynı kilisenin Papa’sı karşısında uğraş veren Galilei’nin durumuna düşmüştüm.
Papa, cehaletin inatçı, israrcı bir temsilcisi gibiydi.
Benim dinim, bilimin yol gösterdiği, içimdeki gizli gücün diniydi. Papa’nın dini değildi.”

*

“En büyük zaferim”
dediği Karadelikler Teorisi ilgiyle karşılandığında,
“Nihayet kendimi temize çıkardım” demiştir.
1971 yılında, teoremini daha da ileriye götürerek, karadeliklerin, sadece ölü yıldızların bir aşaması olmadığını; evrenin başlangıcında, o süreçte oluşan muazzam güçlere bağlı olarak, mini karadeliklerin de oluştuğunu açıklar.
Hawking’e göre, sadece bizim galaksimizde, en fazla bir proton büyüklüğünde, ancak Everest Dağı kadar da ağır, en az bir milyona yakın karadelik bulunmaktadır.
Stephen Hawking’in 1973 yılında ulaştığı şaşırtıcı sonuçlar, inanılmaz bir teorinin başlangıcını oluşturur:
Karadelikler sürekli olarak bazı parçacıklar göndermektedir
(Buna, daha sonra Hawking Işıması adı verilmiştir).
Bu durum, karadeliklerin, zamanın dışında kalması demektir (K74). Bu teori, o zamana kadar bilinenlere öylesine ters düşmektedir ki, Hawking, hesaplamalarını defalarca kontrol etme gereğini duyar.
1974 yılında,
“Karadelikler Yoluyla Parçacık Oluşumu”
adlı çalışmasını bilim dünyasına açıklar.
Bilim dünyasında bir dönüm noktası olarak nitelenen bu başarısından sonra, aynı yıl içersinde
Cambridge Üniversitesi’nde,
(birincisi Isaac Newton’a (1642-1727),
ikincisi Paul Adrien Maurice Dirac’a (1902-1984) verilen)
“Lucasion Professor of Mathematics”
payesi ve kürsüsü, üçüncü kişi olarak Stephen Hawking’e verilir.

*

“Zamanda yolculuk mümkünse, niçin kimse gelecekten gelip, bize bunun nasıl olduğunu göstermiyor?” sorusuna, Hawking şu cevabı vermiştir:
“İnsanoğlunun doğası gözönüne alındığında, gelecekten bir insanın günümüze gelmeyeceğine ve biz zavallı, geri kalmış atalarına, zamanda yolculuğun sırlarını anlatmayacağına inanmak çok zor.”
Hawking, bu konferansta, Kuantum Teoremi ile ilgili olarak da şöyle bir örnek verir:
“Bir an için, enerjiyi para olarak düşünün. Eğer bankadaki hesabınızda para varsa, bu parayı istediğiniz gibi çekebilirsiniz. Ama klasik yasalara göre, bankadaki hesap mevcudunuzdan fazla para çekemezsiniz.
Ancak, fiziğin en engin ve genişlemeye müsait Kuantum Teoremi’nde bu mümkündür.
Yani, hesabınızdaki mevcudunuzun üzerinde para çekebilirsiniz. Başka bir deyişle, Kuantum Teoremi yardımıyla, mevcut olan enerjinin üzerinde bir enerjiyi kullanabilirsiniz.”

*

 Kraliçe Elizabeth 2 tarafından CBE- Commander of British Empire- ve daha sonra Companion Of Honour (Onur Arkadaşı) yapılmıştır.

*
(Alıntılar)
“Yaşayan en mükemmel zihin”
“Einstein’in mirasçısı”,
”Yirminci yüzyıl sonlarının en büyük dahisi”,
“Evren Uzmanı”

*
Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com