27 Mart 2018 Salı







AYASOFYA’DA GECE BULUŞMASI
Bilgiye erişmek o kadar kolay olsaydı, bilimciler niye yıllarını harcadılar ki?

Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com


26 Mart 2018 Pazartesi





ESİR TÜRK KIZLARI 
Geçmişte kendini haklı görüyordun, düşün bunca yıl sonra hala haklı mısın?
Zaman kendini anlamana yetmiş mi?

Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com




HEKİM ALİ SÜAVİ
Haksızlık etme sana yapılacağını düşün o zaman vazgeçersin.

Nazan Şara Şatana





Angkor Wat
DÜNYANIN EN BÜYÜK KATEDRALİ


nazanss.blogspot.com 

Su üzerine inşa edilmiş mühendislik harikası



Ormanların arasına adeta gizlenmiş bir yer Angkor.
Kamboçya'da bulunan bu şehir 9-15 yüzyıllar arasında hüküm sürmüş Kimer imparatorluğundan kalmış…
1992 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine girmiş.

Angkor Medeniyetinin izlerini taşıyan, bu mistik ve esrarengiz tapınaklar 630 yıl hüküm süren Khmer Krallığı döneminde inşa edilmiş ve elliden fazla tapınağın içerisinde en çok bilineniymiş.

Dört asır boyunca terk edilmiş ve orman tarafından sarmalanmış tapınaklar 1858’de Fransız doğa bilimci Henri Mouhot tarafından yeniden keşfedilmiş.

Burası ile ilgili çok güzel bir efsane var onu aynen aktarıyorum.

Kamboçya; denizlerin hâkimi, ulu ejder Naga’nın kızı ile Brahman Hintli genci Kaudinya birlikteliğinden meydana gelir.
Kaudinya bir gün teknesiyle dolaşırken prensesi görür ve âşık olur.
Prensesin babası denizlerin hâkimi Naga, kızına evlilik hediyesi olarak, egemenliği altındaki bölgenin tüm sularını kendisine çekip ortaya çıkan bu toprakları verir ve Kambuja Krallığı böylece kurulur.

Angkor Wat, Hindu tanrısı Vishnu (Vişnu) adına inşa edilmiş.
Ne yazık ki krallık, Tayland’dan gelen saldırılar sonucunda Phnom Penh’e taşınmış.

Angkor Wat, yüze yakın, tapınak, mezar veya antik kalıntının bulunduğu 1000 km karelik bir alanmış.
On ikinci yüzyılda burada 1 milyondan fazla insanın yaşadığı düşünülüyormuş.

Avrupa’daki herhangi bir katedralden daha geniş olan Angkor Wat, dünyadaki en büyük tapınaklardan biri olma unvanını koruyormuş.

On üçüncü yüzyılda Hindu tapınağından Budist tapınağına dönüştürülmüş.


Dünyada ne çok gezilecek, görülecek e öğrenilecek yerler var.



Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com


25 Mart 2018 Pazar



“Kosta Rika Taş Küreleri”


Diquis Deltası bölgesinde toplanmış olan irili ufaklı 300 kadar küre…

nazanss.blogspot.com


United Fruit Company adlı Amerikan şirketinin Kosta Rika’da muz plantasyonları için ekim sahaları için ekim alanları açarken keşfedilen ve çoğunlukla Diquis Deltası bölgesinde toplanmış olan irili ufaklı 300 kadar kürenin kimi orijinal yerlerinde duruyor, kimisi sergilenmek üzere taşınmış, kimisi de tahrip edilmiş.


Taşlar – Kıyamet adındaki kitabımı yazarken taşları incelemiştim.
Taşları inceledim derken çakıl taşlarını kast etmiyorum tabi.
Enteresan taşları,
Bilinmeyenleri, garip olanları, şaşırtanları, düşündürenleri!



Nazan Şara Şatana











Oyunun Adı: Hamlet
Yazan: William Shakespeare
BU SÖZLER DOĞRU DEĞİL Mİ?

nazanss.blogspot.com


Bir film izlemiştim. Filmde SHAKESPEARE adı altında yayınlar yapan yazarın yazdıklarını aslında bir kont yazıyordu. Yayınlayan sadece ondan belirli bir para karşılığı ismini veriyordu. Yine kontun verdiği paralarla bu kitaplar yazılıyordu.
Filmi izledikten sonra:
“Hiç olabilir mi böyle bir şey! Ne kadar saçma” demiş ve üzerinde durmamıştım. Nasıl durabilirsiniz ki!

O İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri.
Sadece İngilizlerin değil Dünyanın en seçkin yazarı olarak kabul görmüş biri.
Onun şiirleri asırlardır dillerle, onun sözleri hepimizin kullandığı muhteşem kelimeler, onun ismi; özellikle biz yazarlar da farklı anılır ve farklı düşünülür.
Bu farklılığın içinde; beğeni vardır, imrenmek vardır, kıskanmak vardır, onun gibi değilse bile (elbette haddim değil) onun gibi olabilmek için uğraşılar vardır.

Nazan Şara Şatana


24 Mart 2018 Cumartesi








Cellât ocağı

Osmanlı’nın Azrailleri, cellatları
Osmanlı Sarayın Korkunç Yüzlü Dilsiz Cellâtları
Cellât ocağı kurulduğunu biliyormuydunuz?
Osmanlı Devleti’nin resmî cellât teşkîlâtı varmış.


nazanss.blogspot.com


Evet, on altıncı yüzyılda bostancı ocağına bağlı olarak kurulmuş.
Yazılanlara göre ilk beş cellât varmış bu kuruluşta sonra yetmişe kadar yükselmiş. Ben cellât kelimesinden ürkerim, korkarım. Filmlerde izleriz cellâtları, insafsız mıdırlar, duygularımı yoktur? Yoksa bu benim vazifem düşüncesi içinde me can alırlar?
Cellât Arapçada kamçı ile vuran, eziyet eden anlamına geliyormuş. Cellâtlar Osmanlı’da Hırvat dönmelerinden ya da çingenelerden seçilirlermiş. Onların hakkında oldukça enteresan bilgiler var.
15 YY’dan itibaren kullanılmaya başlanmışlar, 16 YY’da padişahın özel koruması olmuşlar, dilsiz ve sağırlardan seçilirlermiş, Padişahın en ufak bir işaretinin ne anlama geldiğini bilir anında hareket ederlermiş, özellikle sağır ve dilsiz olmaları seçilmelerini sağlarmış. Mahkûmun çığlıklarını duymaması için sağır ve dilsiz olanlardan seçilirlermiş. Celatçıbaşı liderleri olur ve bostancıbaşına bağlıymış. Önemli şahsiyetlerin infazını cellat başı yaparmış. Bu çok önemli özellikle devlet adamlarının idamlarında Bostancıbaşı da bulunurmuş.
Cellâtlarla ilgili geniş bilgi vermeden önce suçluları ve cezalanma şekillerinden söz etmek istiyorum. Hırsızlar genellikle hırsızlık yaptıkları semtte bazen de girdikleri evin önünde asılırlarmış. Katiller işkence ile öldürülürlermiş.


Nazan Şara Şatana







Mucizeler Peygamberi Hazreti İbrahim

Hazreti İbrahim’i anlatmak istediğim bu seri yazımda, muhakkak ki bildiklerim kadar bilmediklerim olduğundan bilenlerin de yazılarını alıntı olarak sizlere aktaracağım.

nazanss.blogspot.com


Mucizelerin Peygamberi Hazreti İbrahim’i elbette ki biliyoruz fakat onun hayatının tümünü bilmek, bildiklerimize bir iki cümle ile bile olsa katkıda bulunmak benim için iyi olacaktır diye düşündüm.

Hazreti İbrahim ile okuduğum her yazı beni şaşırtmıştır.

Kur’anda birçok ayette ismi geçer. Peygamber olarak kabul edilir ve Allah kendisine samimiyetinden dolayı “Halil” yani dost sıfatını vermiştir.

Nazan Şara Şatana











NUSRET KAYA
Doçent Doktor Nusret Kaya

nazanss.blogspot.com

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Psikiyatri ihtisası yaparak GATA'da psikiyatrist olarak çalıştı. 1978'de ABD'de uyku bozuklukları ve rüya analizleri üzerine iki yıl master yaptı. Bilimsel teşvik ödülü kazandı. Doçent Doktor Nusret Kaya, son 36 yıldır, danışanlarına rüya analizi ağırlıklı tedavi uygulamaktadır.







23 Mart 2018 Cuma








AYASOFYA’DA GECE BULUŞMASI

NAZAN ŞARA ŞATANA


nazanss.blogspot.com


“Büyük yangından Ayasofya kurtulamamış. Daha sonra, Justinianos çok büyük bir yapının hayalini kurmaya başlamış. Çok büyük olmalı ama çok – çok büyük olmalı diyormuş. Bir ikincisi olmayacak kadar büyüklükte ve özellikte! İki önemli mimar; Aydınlı Anthemios ile Miletoslu İsidoros bu işi üstlenmişler. En önemli istekleri ise asla yangından etkilenmeyecek bir yapı yapmalarıymış. Özel malzemeler kullanacaklarmış. Öylede olmuş. Çalışmaya başlamışlar. Bu çalışmayla ilgili bir sürü hikâyeler, efsaneler var. Onları da aklıma geldikçe anlatırım. Derken bu muhteşem yapı; 537 tarihinde tamamlanmış. Kilisenin açılış günü İmparator o kadar çok heyecanlanmış ki, tarihteki bu önemli sözü işte o zaman söylemiş. Ondan sonra Fatih Sultan Mehmet alana kadar Dünyanın en önemli kilisesi olmuş.”
“Kızım Fatih sultan Mehmet’in ne kadar büyük biri olduğunu şundan bile anlayabiliriz. Düşünebiliyor musun? Koskoca bir imparatorluğu yerle bir ediyorsun, dünyanın en büyük tapınağını camiye çeviriyorsun ama ana yapıya dokunmuyorsun. O kadar ki, figürlü mozaiklere ellenilmemiş. Kanuni Sultan Süleyman zamanına kadar hiçbir şey yapılmamış o zaman bunların üstüne badana yapılmış. Fatih Sultan Mehmet zamanında tuğla minare ilave edilmiş. Sonra; Sultan İkinci Bayezid zamanında ince minare ilave edilmiş. Daha sonra da Sultan İkinci Selim zamanında da Mimar Sinan, batıdaki iki kalın minareyi eklemiş.”
“Doğru Ayasofya’nın uzaktan bakıldığında minareleri insanı çok etkiliyor. Hepsi sanat şaheserleri...”
“İstanbul’daki bütün yapılar birer şaheser zaten!”
“Eskiler ama. Ben yeni yapıları sevmiyorum.”
“Mimar Sinan gibi bir ustadan söz ederken insanın aklı karışıyor. Değil mi evladım.”
“Öyle İkram baba, ben bundan sonra Mimar Sinan’ı yazacağım zaten.”
“Çok doğru bir karar kızım. Ayasofya’da yaptığı başka bir şeylerde var.”
“Öyle mi?”
“Mimar Sinan'ın yaptığı dayanaklar ve onarımlar yapının bugüne kadar ulaşabilmesini sağlamış.”
“Ayasofya muhteşem bir eser, dolu dopdolu bir yer.”
“Sinan ustadan söz etmişken onunla ilgili bir şey var onu da ilave edeyim kızım. Derler ki; Mimar Sinan, hayatını Ayasofya’nın teknik başarılarını geçmeye adadığını söylermiş.”
“Vay canına”
“Ayasofya’nın yapımı süresince, imparatorluğun dört bir yanından eserler getirtilmiş.”
“Öyleymiş.”
“İnşasında 100 ustanın emrinde, 10.000 işçi çalışmış.”
“Böyle bir yazı okudum İkram baba.”
“Düşün sen artık nasıl bir yer yaptıklarını.”
 “Bildiğim kadarı ile çevresinde Bizans devrinden kalma vaftizhane ve hazine dairesi var değil mi?”
“Ek yapılar var. Bu ek yapılarda ise; Vaftizhane olan yer sonradan, Osmanlı devrinde Sultan Mustafa ve İbrahim'in türbesi olmuş.”
“Türbesi mi?”
“Tabi burada bir sürü türbeler var.”
“Bunları bilmiyorum.”
“Burada birçok türbe var. Aklıma gelenler; Sultan İkinci Selim, Sultan Üçüncü Murad, Sultan Üçüncü Mehmet. Ayrıca, bir okul binası, Sultan Birinci Mahmut döneminden özellikler taşıyan bir şadırvan ve imaret var.”
Huriye gülümsedi.
“İnanılmaz bir yer burası İkram baba.”
“Öyle evladım. Ayasofya, birçok özelliğiyle uzun yıllar birçok mimarı etkilemiş, çeşitli devirlerde gördüğü ek ve onarımlarla bugünkü şeklini almış bir yapı…”
“Hani bazen bazı olayları anlamakta zorluk çekilir ya, bakarsınız görürsünüz de ama aklınız kabullenmekte zorlanır. Ayasofya bana bunu yapıyor.”
“Kime yapmıyor ki kızım.”
İkram Baba saatine baktı.
“Ben geç kalıyorum Huriye kızım namaza camiye gideceğim. Sen Ayşenur teyzenle otur istersen, ben namazdan sonra gelirim.”
“Benimde gitmem lazım İkram baba, ne kadar çok okunacaklar var bilemezsiniz.”
“Peki kızım.”

Anlatacakları bitmişti.
Sait’in çok hoşuna gitmişti dinledikleri.
“Ne kadar güzel! İnsanın böyle bilgi yüklü, yüreği güzel yakınları olması çok güzel...”
“Güzel gerçekten. Ben onlarda kendimi çocuk gibi hissediyorum. Orada gençleşiyorum, güzelleşiyorum.”
“Sen zaten çok güzelsin ve gençsin.”
“Teşekkürler. Farkında mısın? Hep ben konuşuyorum. Benim hatıralarım, benim anlattıklarım. Sen hiçbir şey anlatmıyorsun?”
“Sen bana benim Ayasofya’m demiştin ya!”
“Evet.”
“Şimdi senin zamanın, elbette sen anlatacaksın. Senin için geldik. Benimde anlatacağım zamanlar olacak buna inan.”
“Ben anlatmayı, konuşmayı seviyorum ama seni sıkıyor muyum diye endişe ediyorum.”
“Sıkılmıyorum sen yanımda dur, istediğin kadar konuş, ben hiç sıkılmam.”
“Ben o kadar uzun kalamam ki.”
“Yine mi gideceksin?”
“Hemen değil.”
Biraz daha durduktan sonra, Huriye’nin içi içine sığmıyordu. Gitmek başka şeyler görmek istiyordu. Sait’te dalmış gibiydi. Gözleri küçülmüştü zaten belki de uyuyordu. Yavaşça kalktı.

Rahibeler
Huriye, geldiği yerden gitmek istiyordu. Büyük salonda bir süre yürüdükten sonra merdivenlerden çıktı, büyük kapıyı açtı.
Kapının önünde uzun bir koridor enlemesine duruyordu. Hangi taraftan geldiklerini hatırlayamadı. Kararsızlığı kısa bir an sürdü.
‘Sanki nereye gideceğimi biliyorum da karar vermekte zorlanıyorum!’
Uzun koridorda yürüyordu. Biraz aralanmış, içeriden ışık sızan bir kapı ile koridor son buluyordu. Kapıyı hafifçe açmak için itelediğinde kapının çok da ağır olmadığını yavaşça açıldığını gördü. Işıklı bir yoldu burası. Ferahlığı huzur veriyordu. Büyük bir avluya gelmişti. Kadın sesleri duydu.
“Kadınlar şarkı mı söylüyorlar?”
Sesler geliyordu ama tam ne söyledikleri anlaşılmıyordu. Seslerde farklı bir huzur vardı.
“Bunlar ilahiye benzer bir şeyler okuyorlar.”
Sesler çok ahenkliydi ve davetkârdı. Huriye seslerin geldiği tarafa doğru yürümeye başladığında büyük bir avluda olduğunu fark etti. Avlunun ilerisinde bir yerden gelen sesleri çok merak ediyordu. Taş ağırlıklı avludan geçti. Seslerin geldiği yerin kapısını açtığında çok şaşırdı.
“Rahibeler!”
Fısıltı gibi söylemişti ama rahibelerden biri onun sesini duymuş onun olduğu tarafa dönmüştü. Onun yanına gelmesini işaret etti. Huriye yanına gitti. İlahi okuyorlar ve dua ediyorlardı. Rahibenin yanından etrafını incelemeye başladı. Siyah giysili kadınlar topluluğu gibiydiler. Başlarında aydınlık gibi duran beyaz örtüleri tertemizdi. Tütsü kokuları yine genzini yaktı. Yanındaki kadın ona sessizce fısıldadı.
“O burada.”
Huriye rahibenin ne dediğini anlamadı.
“Anlamadım” dedi. Rahibe yine aynı fısıltı ile.
“O burada hasta yatıyor.”
Rahibenin kimden söz ettiğini anlayamadı. ‘Kimdi hasta olan, rahibe onu Huriye’ye niye söylüyordu?’ Rahibe dua etmeye devam etti. Biraz sonra duaları bitmiş olmalıydı ki, rahibeler susmuş hatta dağılmaya başlamışlardı. Yanındaki rahibe ona döndü. Huriye tam olarak yüzünü gördüğü rahibeye hayranlığı saygı ile karışıktı. Beyaz duru bir cilt ve yeşil gözleri ile ona sevgi ile bakıyordu.
“Seni bekliyorduk.”
“Beni bekliyor muydunuz?”
“Evet. O senin geleceğini söyledi.”
“O kim?”
“Sait”
Sait’mi? O ne zaman geldi buraya, daha yeni ayrılmıştık?”
“Yeni olamaz ki, o bayağı zamandır hasta ve burada.”
“Ben ayrılırken başını dizlerinin üzerine koymuştu ama ben uyuduğunu sanıyordum.”
“Sizin ne dediğinizi bilmiyorum ama o hasta ve sizi bekliyor.”
“Ben mi bekliyor?”
“Evet.”
“Siz gerçekten Sait’in burada olduğunu ve beni beklediğini söylüyorsunuz öyle mi?”
“Burada, hastalanmıştı. Rahibeler onu bulduklarında bizim manastırın bahçesinde baygın yatıyormuş. Onu aldık tedavi ettik ama hala tam iyi değil. Dün seni tarif etti, senin de buraya geleceğini söyledi.”
“Şimdi o manastırda ve hasta yatıyor öyle mi?”
“Evet, seni onun yanına götüreceğim.”
Huriye hiçbir şey anlamamıştı. Kadın belliydi şaka yapmıyordu. Nede olsa o bir rahibeydi. Dalga geçecek hali yoktu. Üstelik Sait’i nasıl bilsindi. İyi ama o daha yeni ayrılmıştı onun yanından.
‘Zamansızlık!’
Zamansızlık mı vardı? O yanından henüz ayrılıyor ama rahibe de onun bayağı bir zamandır burada olduğunu söylüyordu. Bu nasıl karışık bir durumdu? Bunun içinden çıkılır hali olması mümkün değildi. Sonra düşündü.
‘Saçmalıyorum. Ben neyin mantığını arıyorum ki.’
Rahibe hala ona bakıyordu. Huriye kadına gülümsedi.
“Peki, gidelim.”
Rahibe önden yürümeye başladığında diğer rahibelerin Huriye’ye bakıp gülümsediklerini bazılarının da başları ile selam verdiklerini gördü.
“Rahibeler ne güzel insanlar. Dünyanın tüm nimetlerinden vazgeçiyorlar kendilerini Allaha adıyorlar. Evlenmiyorlar, çocuk sahibi olmuyorlar. İnsanlara yardım ediyorlar. Devamlı olarak dua ve ilahi okuyorlar. Toplu olarak manastırda yaşıyorlar. Değişik bir düşünce ve değişik bir hayat tarzı! Ben hiçbir zaman böyle biri olamazdım, ben hiçbir zaman böyle yaşayamazdım. Fakat enteresan bir şekilde yüzlerinde nurani bir hal var. Bu belki de kendilerini kötü duygulardan arındırdıklarından kaynaklanıyordur. Kim bilir?”


Nazan Şara Şatana








TOPKAPI ŞİFRESİ

NAZAN ŞARA ŞATANA

nazanss.blogspot.com


Rabia Sultan bütün bunları düşünürken büyükhanımı da dinlediğini fark etti. Hem de kelime - kelime dinlemişti.
—Âlim şair ve sanatkârları sık toplar onlarla sohbet ederdi.
—Akşemseddin’in öğrencisiydi.
—Akşemseddin Fatih Sultan Mehmet’in en çok değer verdiği âlimlerden biriydi.
—Çok soğukkanlı ve çok cesurdu.
—Eşsiz bir komutandı.
—Çok iyi bir idareciydi.
—Yapacağı işleri en yakınlarına bile söylemezdi.
—Okumayı çok severdi.
—Farsça ve Arapçaya çevrilmiş felsefi eserleri çok okurdu.
—Bilimsel konularda dinlerinin ne olduğuna önem vermez bilim adamlarına kıymet verir. Onlara eserler yazdırırdı.
—Bilime çok önem verdiği için yabancı ülkelerdeki bilim adamlarını İstanbul’a getirtirdi.
—Nitekim ünlü ressam Belinliyi İstanbul’a getirtmiş ve ünlü tablosunu yaptırtmıştı.
—Şair ve açık görüşlüydü.
—Azim ve irade sahibiydi.
—Temkinliydi verdiği kararları uygulayan bir kişiliği vardı.
—Devlet yönetiminde oldukça sertti.
—Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.”

Rüzgarhan burada ara verdi. Heyecanlanmıştı.
Okudukça okuduklarına inanamıyor gibi bir hali vardı. Sesini kısarak Sultan babaannesine eğildi.
“Boğazım kurudu bir bardak su içebilir miyim?”
“Tabi içebilirsin. İç afiyet olsun.”
Rüzgarhan annesinin uzattığı bardaktan suyu içti. Bardağa annesine verirken annesine gülümsedi. Yine biraz önceki pozisyonuna döndü ve okumaya başladı.
“Yirmi yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan ikinci Mehmet, İstanbul’u fethedip 1100 yıllık doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak Fatih unvanını aldı. Hazreti Muhammed’in (s.a.v) hadisi şerifinde müjdelediği İstanbul’un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Sultan Mehmet, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmişti. Orta çağı kapatıp, yeniçağı açmıştır.”

Sultan babaanne kendinden emin bir tavırla;
“Çağ açan Hükümdar denir ona… Fatih Sultan Mehmet’e Ceasar yani Sezar, Kayzer unvanını vermiş oda almış. Düşünün artık.”
Sustu bir süre suskunluk hepsi için geçerli oldu. Rüzgarhan hala Büyük hanımın arkasında duruyordu. Rüzgarhan elindeki kitapçığı karıştırıyordu. Yine eğilerek konuştu.
“Burada okuduklarımın bilinmesinde fayda vardır diye düşünüyorum. Sultan babaannem bir bakar mısınız?”
“Bakmama gerek yok. Madem sen öyle düşündün. Bir şehzade boşuna düşünmez haydi oku bakalım.”
Rüzgarhan ağabeyi Fatihcanhan’la göz göze gelmişti. Gülümsediler birbirlerine…

Rüzgarhan okumaya devam etti.
“Sultan Murat Han, oğlu Şehzade Mehmet’i yalnız din ve fen ilimlerinde yüksek bir tahsil yaptırmak ve bir takım kültür dillerine sahip olarak yetiştirmekle kalmadı. O bu kudretli ve kabiliyetli Şehzadeye tecrübeli devlet adamlarından ve büyük âlimlerden müteşekkil yüksek bir muhiti, maddi-manevi bakımlardan devrin en üstün ordusunu ve nihayet bütün düşmanlarını ve Haçlı ordularını yere seren rakipsiz ve sağlam bir devleti miras bırakan bir hükümdar olarak yetiştirdi.”

Sultan anne torunu Rüzgarhan’a;
“Rüzgarhan şehzadem ağabeyinin ismini neden Fatih koyduğumu umuyorum ki anlıyorsundur.”
Rüzgarhan önce bir şey anlamadı. Sonra utanır gibi yaptı. Sustu. Kitap elinde beklemeye başladı.
“Sultan Büyük Hanım ayağa kalktı.
“Kimseyi bu dinletilere mecbur kılmayacağım. Vakit geç oldu. Birçoğunuzun uykusunun geldiğini görüyorum. Ben bu gece Fatih Sultan Mehmet’i şehzadelerime anlatmak istiyorum. Bildiklerimi ya da bilmediklerimi kitaplardan öğrenmek istiyorum. Hepimizin öğrenmesini istiyorum. İlk başta uzun bir gece demiştik. İki gece oldu. Gerçi bu gece Bal Hatun’un misafiri var o bize katılmadı. Ama Saat bir hayli geç oldu. Arzu edenler odalarına çekilebilirler. Biz Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u nasıl almış onu anlayacağız. Fatih’in adını taşıyan şehzadem ecdadının neler yaptığını tam öğrenecek. Onunla birlikte diğerlerimizde öğrenecek. Bu gece yarılarına kadar sürer sanıyorum bizim muhabbetimiz. İştirak edenler kalsın. Etmek istemeyenler sessizce odalarına çekilsinler.”
Büyük hanım yerine oturdu hiç kimse yerinden kalkmadı. Bu büyük hanımı memnun etmişti.

Bal Hatun’un eski mahallesinden komşuları ayda bir onu ziyarete gelirlerdi. Bal hatun onları kendi dairesinde ağırlardı. Onlarla eskilerden söz ederlerdi… Efsanelerden konuşurlardı ekseriyetle… Birlikte Kuran okurlar, namaz kılarlar, tespih çekerlerdi. Duaları bittiğinde de derin sohbetlere dalarlardı… Bu akşam yine Bal Hatun’un misafirleri gelmişlerdi. Bal hatun onlarla kendi dairesinde yemek yemişti. Leyla bir tepside onlara yiyeceklerini taşımış, küçük masada bu üç yaşlı kadın yemeklerini yemişlerdi. Çaylarını zaten Bal hatun burada demliyordu. Sultan anne ilk başlarda birkaç kere gelmişti. Onun asaleti, zenginliği, hali vakti durumu gelenleri rahatsız etmişti. Üstelik Sultan hanımda hiç rahat edememişti. Bir iki kez de yarım saat katılmıştı, sonra tamamen çekilmişti. Konak içinde küçük dairelerde yaşayanlar konuklarını kendi yerlerinde ağırlıyorlardı. Bundan kimsenin de bir şikâyeti olmuyordu. Bal Hatun’un can dostlarından Zübeyde onun dar zamanlarında hep yanında olmuştu. Zübeyde çok olmuştu buralara geleli. Bir sebepten kaçmışlardı vatanlarından. Bunca yıl geçmesine rağmen ne Bal hatun sormuştu, nede Zübeyde bir şey anlatmıştı. Necla onun tanıdığıydı. Oda saraydan gelenlerin yanlarında getirdikleri çalışanların soyundan bir bayandı. Hepsinin çoluk çocuğu, evi barkı vardı. Arada sırada bir araya gelmek bu üç kadına çok iyi gelirdi. O akşamda yapılacakları yaptıktan sonra Zübeyde;
“Size bu akşam güzel bir şey anlatacağım.” Demişti. Diğer ikisi her zaman güzel hikâyeler anlatan ve anlatmasını da çok iyi bilen bu kadını sabırsızlıkla dinlemeye başlamışlardı.

‘Zühre yıldızı çıkar çobanların korurmuş
Tayları doğurturmuş, atlar esen dururmuş’

‘Şimdi bunu okuduktan sonra atlatmaya da başlıyorum güzel bir hikâye iyi dinleyin. Hem de öğreneceğimiz şeyler de var içinde, bildiğimiz şeylerde…
Gökte bir yıldızımız vardır. Büyüktür kocamandır biz ona Zühre yıldızı deriz. Bildiniz değil mi?”
Bal Hatun cevap verdi.
“Bildik. Tabi.”
“Tamam, ona yabancılarda Venüs diyorlar. Bizde kutup yıldızından sonra gelir bu biliyorsunuz.”
“Evet.”
“Şimdi bunun hikâyesini dinleyin. Türklere göre bu yıldız bir kızmış. Üstelik çok güzel bir kızmış.”
“Eee”
Yabancılarda da Venüs yıldızının güzelliğin sembolü olduğu bilinir. Birde Zühre yıldızına Kırgız Türkleri Kervan Culduz derlermiş.  Kervan kıran’da denilirmiş. Niye bilir misiniz?
“Niye?”
“Osmanlılarda ilk başlarda Erte Yıldızı denilirmiş. Erte ne zaman bilir misiniz?”
“Ne zaman?”
“Erte, gece ile şafak arasındaki zamanmış. Bakın şimdi Sibirya’da yaşayan Sagay Türkleri bu yıldıza; Erta Solbani yani Erte çolbani derlermiş. Anadolu’da Tan yıldızı, Solban. Şimdi en son diyeceğime bir bakın. Anadolu’da asıl adı Atları koruyan çoban tanrısı’ denilirmiş. Yani Çobanyıldızı. Bakın şimdi nasıl iş kızımla konuştukta oda aynı şeyi diyor.
“Bering boğazından tut bütün Türklerin olduğu yerlerde bu yıldıza nerede ise hep aynı şeyler söylenmiş. Türkler nasıl birbirleri ile iletişim kuruyorlar. Bu ruhini bir durum… Bu hislerle alakalı! Aynı şeyi düşünüyorlar demek ki…”
Bir süre sonra, başka konulara geçmişlerdi.

Nazan Şara Şatana







YOSMA
OSMANLI’DA KALDIRIM SERÇESİ


NAZAN ŞARA ŞATANA


nazanss.blogspot.com



Yaşamımızda dürtülerimiz, ileri sürdüğümüz ve başkaları ile hem fikir olmadığımız olayları izlerken, okurken ne anladığımızla alakalı birçok eylemlerimiz vardır. Elbette temel kökeninde kadın var, kadınla birlikte erkek var, şehvet var, istek var, arzular var.
Olmalı hayatın aslı da bu değil midir? Temel kökenlerde arzu yok mu? Geleneksel yaşamımızda cinsellik yok mu? İnsanoğlunun ilk evvelinde olmazsa olmaza odaklandığımızda ilk gördüğümüz, düşündüğümüz iki kişinin birleşmesi değildir de nedir? Bu birleşmelerde sevgi olmalı, bu yakınlaşmalarda yüreğin kıpırtısı olmalı. Şart mı? Neye göre, kime göre şart veya değil.
Bazen sevişme bir doğmaya sebebiyet verir.
Bazen sevişme bir rahatlama, bazen de ruhların el ele tutuşması… Saplantılarımızı bir kenara bıraktığımızda, hoşgörümüzü de yüreğimize yerleştirdiğimizde geleneklerimizin en ağırından ziyade bize daha gülümseyenini seçtiğimizde, aşkımıza da sonuna kadar sahip çıktığımızda ancak o zaman neyi ne zaman nasıl yaptığımızın farkına varırız.
Bu her zaman aşk adı altında olmaz.
Bazen aşktır, bazen de geçim sebebi.
Bazen paradır, bazen de surata atılmış hızlıca bir tokat.
Bazen mecburiyettir, bazen de talihin oynadığı ağır bir oyunun gülümseyen cilvesidir. Çeşitli akımlar, çeşitli yerler, dinler, diller, zaman ve değişenler! Değişmeyen bedenlerin isteklerinin tek merkez hali olması… Asırlardır, krallar, sultanlar, paşalar, işçiler, ergenliğe adım atmış her canlı nasıl ölümü tadacaksa cinselliği bilecek, tadacak ve bundan zevk alarak kimi bu şekilde hayatını idame ettirecek, kimi de bunun bir geçim kavgası olduğunun bilincinde olarak zevk alıyormuşçasına oynayacak. Bu işin ustaları tecrübelerini sergileyecekler, deneyimlerinin birikintilerinin aktarımını yapacaklar, bazen istenmeyen sonuçlar canlar yakacak, bazen aileler dağılacak, bazen basit bir cinselliğin neticesinde ağır bedeller ödenecek.
Dürüst olmak gerekirse yaşamımızdaki ‘şartların’ birçok ağır faturaları olmuştur, olacaktır. Buna rağmen vazgeçilmemesi devamının ısrarlı süregelmesi bunun önemini daha da vurgulayarak bizlere anlatmakta değil midir? Bu düşüncemizi hangi gücümüzle yâda zaafımızla yargılıyoruz ve neticelendiriyoruz. İki önemli unsuru göz ardı edemeyiz. Kendimiz ve başkaları. Bu iki kelime anlamında oldukça sade… Açılımına geçtiğinizde şaşkınsınız. Çünkü kalabalık olan algılar! Getirileri ve götürülerine razı olma durumu! Yaptıklarımız başkalarının hayatlarına ışık yaktığı gibi yanan ışıklarının kapatılmasına, onların karanlığa gömülmesine de sebebiyet verebilir. Peki, biz bunu bilmiyor muyuz? Biliyoruz ve yapıyoruz. Asl olan budur. Sonrasında çok pişmanım demek meseleyi halletmiyor ki. Sevgi üretiyor muyuz? Yoksa tersini yapıyor ve tüketiyor muyuz? Deneyimlerimiz sevginin önemini öğretmedi ise yapılacak bir şey de kalmamış yâda çok azı bırakılmıştır. Bir şeyler yapılmış olmalı ki, doğru yâda yanlış!
Bir dilbere yürekten deseydi, söyleseydi:

"Ey dilberi rana! Ey tesadüf-ü müstesna! O mahrem suratınızı görünce size lahza-i kalpten sarsıldım... Niyetim âcizane-i taciz etmek değildir. Bilakis efkâr-i umumiye de ufak bir aile bacası tüttürmektir. Sözlerim sizi temin ve tatmin edecekse şayet zevc-i izdivacınıza talibim!"
 O ciddi olsaydı, dilber emin olsaydı hiç der miydi?

“O mahrem suratınıza bir sille-i Osmaniye nakşedersem sekte-i kalpten terk-i hayat edersiniz...”

Tam tersiydi hayat. Onu dikkate bile almamış, hoşça eğlenmek olmuş niyeti. Dilber farkında değil mi ki, öyle cevap verdi. Farkında hep bildi, hep anladı, hep ağladı. Netice yapılmış, aktarılmış, iletilmiş.
Asırlar geçmiş, geçmeyen anlatılar, bitmeyen efsaneler, tükenmeyen hikâyeler. Ne çok yazara ilham olunmuşluklar ne çok şaire dörtlükler yazdıranlar. Aşk hep vardı da cinsellik hep yok muydu? Şimdilerde varda eskilerde mi yoktu? Bir kadın bir erkek, birlikte olmak yenilerde varda eskilerde yok muydu? Mesela Osmanlı döneminde bir fahişe yok muydu? Vardı. Birçoğu vardı. Biz birini biliyoruz. Birini tanıyoruz. Onun gönlünü, ruhunu, sevgisini, sevmemesini, acısını, tatlısını, cinselliğini, vücudunu, dudaklarını, arzularını biliyoruz.
Siz biliyor musunuz?
İzninizle ben sizlere anlatmak istiyorum.

Nazan Şara Şatana