5 Ocak 2017 Perşembe

HEKİM ALİ SÜAVİ/ 8. BÖLÜM 

Denilen yere geldi ama kimse yoktu. Sabit dursa donacağını biliyordu. Durduğu yerde zıplıyor, bir iki adım öne bir iki adım arkaya gidip geliyordu. Bir ses duydu.
“Beklettim. Kusura bakma. Hemen gidelim. Ben yürüyorum sen beni takip et ama biraz geriden gel. Ne olur ne olmaz.”
“Tamam. Çabuk ol çok üşüdüm.”
Çenesi titriyor, sesi zor çıkıyordu…
Bir müddet yürüdüler.

Küçük kulübe gibi bir yere gelince, Hüseyin efendi, kulübenin kapısını vurdu. Kapı açıldı. İçeri girdi. Biraz sonra Ali Süavi’de kapıya yaklaşmıştı. Kapı açıldı. Hüseyin açmıştı.
Köylü kıyafetli bir adamla karısı oradaydılar.
Küçük yer, küçük bir evin içi gibi döşeliydi…
Ali Süavi onlara başı ile selam verdi. Ev çok küçüktü. Şaşırmıştı.
“Hüseyin Efendi bu kadar küçük yerin neresinde kaç kişi…”
Hüseyin başı ile yerdeki kilimi gösterdi, sonra kilimi kaldırdı. Altından çıkan kapağı da tutulacak yerinden kaldırdı.
Ali Süavi’ye kararlı olarak emir verir gibi konuştu.
“Haydi, in aşağı.”
Ali Süavi aşağıya inen merdivenlerden indi…
Hüseyin’de arkasından geliyordu. Merdivenlerden karanlık dar bir yere indiler.
 Ali Süavi Hüseyin Efendiyi bekledi. O aşağı inince yukarı kapak kapatıldı. Tamamen karanlıkta kaldılar.
“Kardeşim çok karanlık hangi tarafa gidilecek?”
Hüseyin kibrit çaktı.
“Beni takip et Hekim Bey.”
Hüseyin Efendi önden, Ali Süavi arkadan yavaşça yürümeye başladılar. Ağır ilerliyorlardı. Kibrit kısa sürede sönüyor, Hüseyin Efendi yenisini yakıyordu. Bir süre daha gittiler.
Karşılarına bir kapı çıktı. Kapıyı Hüseyin Efendi açtı. İçeri gaz lambaları ile aydınlıktı. Ve kalabalıktı.
Ali Süavi ne olduğunu ilk anda anlayamadı. Şaşırmıştı. Gözlerine inanamıyor bu kadar kalabalığı beklemediği için şaşkınlıktan etrafına bakınırken burada yeni olduğunu her hali ile belli ediyordu.
“İnanamıyorum! Ne kadar kalabalık!”
 Burada bir sürü insan vardı. Hüseyin herkese selam verdikten sonra Ali Süavi’yi tanıttı.
“Arkadaşlar, Muallim Ali Süavi Efendi…”
Başlar ona çevrildiğinde heyecanlanmıştı. Kendine bakıp selam verenlere o da başı ile selam veriyordu. Kalabalığın arasında karşı tarafta oturan Haydar beyi gördü. Omzunda sargıyla oturuyordu ama iyi görünüyordu.
Ali Süavi’ye başı ile selam verdi ve hafifçe gülümsedi. 
Ali Süavi Tekrar içeriye bir göz attı.
İçeride; Hüsrev gardiyan Şehmus, lokantacı İbo ve hancı Veysi de vardı. Başıyla onlara da selam verdi.
Hüseyin ve Ali Süavi Haydar Beyin yanına gittiler.
Haydar bey ayağa kalktı ve elini uzattı.
“Ali Süavi Efendi güzel şeyler yapmışsınız, ellerinize sağlık.”
“Sağ olun.”
Ali Süavi ve Hüseyin yanında durdular.
“Arkadaşlar bu gün ekseri çoğunluk sağlanmıştır. İçinde bulunduğumuz durum bilginiz dâhilindedir. Mondros Ateşkes Antlaşması sonucunda Anadolu ve Trakya işgale açık duruma geldi. Malumunuzdur ki; Mondros Ateşkes anlaşması ile hükümetleri galip devletlere bizim vatanımızı ikram etmeye başlamışlardır. Ülke elden gidiyor ama saltanat; İşgalcilere ses çıkarmamıştır. Çekingen ve ürkek davranmıştır. Hiçbir tedbir ya da önlem almamıştır. Saltanatını sürdürerek ileriye ait hayal umutları ile halifeliğin ve hanedanlığın selameti için bekliyor. Oysa bu anlaşmalar çok ağır maddeler getirmiştir. Biliyorsunuz şu anda işgaller başlamış durumdadır.”
Sözlerinin anlaşıldığından emin olmak için bir süre durup etrafını inceledi.
“Osmanlı devletinin organlarının işgalcilerin eline geçmiş olmasından kaynaklanan idare boşlukları vardır. Fransa ile İngiltere 9 Mayıs 1916’da ikili bir antlaşma yaptı. Buna göre; Antep, Maraş, Urfa el değiştirerek Fransa’ya geçti. Fransızlar buraya Suriye ve Mısır’dan getirdikleri Ermenileri teşkilatlandırıyorlar. Bunlar büyük oyunlar içindeler. Arkadaşlar durum gittikçe vahametini artırmaktadır. Bu geceki konuşmalar çok önemlidir. Herkesin can kulağı ile dinlemesini istiyorum. Yakın bir tarihte ben buradaki yerimi Ali Süavi Beye bırakacağım. Bir iki toplantı sonrası sizleri o komuta edecektir. Eşref efendi, benimle konuştuklarınızı arkadaşlarımıza da anlatır mısın?”
“Aldığımız yeni habere göre; Paris’te yapılan ve Suriye itilaf namesi olarak da bilinen Suriye ve Kilikya’da işgal değiştirilmesine ilişkin İngiliz-Fransız anlaşmasına göre;
Urfa ve çevresi Fransızlara devir edildiğini Haydar Bey anlattı. Bizler İngilizlerle nasıl baş edeceğimizi planlamış, onların yerlerini, durumlarını çözmüş tam bir şeyler yapmak isterken, buradan gideceklerini ve Fransızların geleceğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu da demektir ki şimdiye kadar İngiliz’ler için yaptığımız çalışmalar boşa gitmiştir. Fransızlarla ilgili çalışmalarımızın doğrultusu bir dahaki toplantıda olacaktır.”
Haydar bey söze devam etti.
”İşgalciler, yani İngilizler hepinizin de bildiği gibi bölgemizde bir sürü rahatsızlıkları yaratmışlardır. Ciddi bir Ermeni sorununu onlar başlatmıştır. Yüz yıllardır bir arada kardeş olarak yaşadığımız Ermenileri dışarıdan destek ve teşvik ederek bize karşı kışkırtmışlardır. Şimdi buna Fransızlarda yeni Ermeni olaylarını hazırlayarak gelmeleri ile ortalığın bir hayli karışmasını sağlayacaklardır.”
“Evet.”
Sesleri etrafta duyulduktan sonra… Eşref efendi konuşmaya başladı;
“Biliyorsunuz. Mustafa Kemal, Ulukışla’ya geldi. İlk Kuvayi-Milliye hareketini burada örgütledi… İlçenin konumu itibari ile işgalcilerin asıl amaçlarının Toroslardan geçip, İtalyanlarla Konya ovasında birleşerek tüm Anadolu’yu işgal etmek olduğunu anladığı için zaten burada örgütledi…”
Haydar bey tekrar söz aldı.
“Efendiler, içimizde birkaç arkadaşımız İngilizceyi konuşmaktaydı. Ama Fransızca bilenimiz yoktu. Bu bizim için büyük sıkıntı olacaktı. Allah’a ham dolsun Ali Süavi Bey Fransızcayı iyi konuşmaktadır.”
İçlerinden biri birazda yüksek sesle konuştu.
“Fransızcayı nasıl öğrenmiş?”
Ali Süavi sesin geldiği tarafa baktı.
“Paşa dedem sağken beni Fransız mektebine göndermişti.”
Bir kadın sesi erkeklerin sesini bastırdı.
“Fransız mektebinde okuduktan sonra, neden muallim oldunuz ki! İstanbul da ne görevle bulunuyordunuz?”
Ali Süavi sesin geldiği tarafa baktığında Zehra hocayı gördü.
Kadın yine dimdik, vakur ve sert bir ifade ile cevabını bekliyordu.
“Muallim olmak istedim. Ve oldum. Bunun cevabı budur.”
Haydar Bey’e konuşmasına devam etti.
“Biliyorsunuz… İngilizler aşiretlerle yakın olma çabasındalar. Aşiretler de onlardan gelen bazı teklifleri hoş görmüşlerdir. Benim ve benim yanımda birkaç kişinin görevi de bu aşiretleri dolaşmak gerçekleri anlatmaktır. Sizlerle onun içinde uzun zamandır bir araya gelememiştik. Daha önceki görevlerinizin devamı şimdide geçerlidir. Bu geceki toplantı uzun sürmeyecek… En büyük amaç; Muallim Ali Süavi beyi sizlere tanıtmak ve bir iki toplantıdan sonra benim yerime geçeceğini de sizlere bildirmekti. Geceniz ve yarınlarınız hayırlı olsun. Arkadaşlar dağılabilirsiniz.”
Oradakiler ayağa kalkınca Haydar Bey bir şeyi hatırlamıştı.
“Her zamanki gibi dağılacağız dikkati elden bırakmayacağız.
Murat efendi sen bu işle ilgilen.”
“Haydar bey… Hava çok soğuk dışarıda kimsenin olacağını sanmıyorum.”
“Biz yine de ‘su uyur, düşman uyumaz’ diye düşünelim.”
“Tamam efendim…”
Kalabalık azalmaya başlamıştı. Haydar bey, Ali Süavi’ye gülümsedi.
“Arkadaşlar kendinize biçtiğiniz rolü anlattılar. Çok akıllıca geldi bana... Onlar da etrafa sizin mız mız hastalıklı biri olduğunuzu yayacaklar.”
Hoca Zehra’nın sesi yine geldi.
“Ben zaten öyle zannetmiştim. Ali Süavi Bey ya çok iyi bir oyuncu! Ya da gerçekten öyle!”
Ali Süavi Zehra’ya sert bir şekilde birazda sesini yükselterek karşılık verdi.
“Sağ olun. Artık onu da siz zamanla ölçün.”
Ali Süavi’nin bu sözleri havayı biraz germişti. Bu konuşulanların akabinde Ali Süavi hemen Haydar Bey’e döndü.
“Haydar bey, benim İngilizcem de iyidir. Diyorum ki yarın gidip buradaki İngiliz yetkili ile tanışayım mı?”
“Evet. Bu çok iyi olur. Ama İngilizce konuşmayın.
Buradaki yetkili Türkçe biliyor zaten…”
Üstelik mütercimleri de yanlarında. Bizim isteğimiz onların kendi aralarında konuştuklarından sizin haberinizin olmasıdır.
Bizim içimizden onlarla yakınlığı Avukat olması hasebiyle Hüseyin efendidir. Yarın Hüseyin Efendi sizi götürsün…”
“Hay hay…”
Herkes dağılmıştı. Hüseyin Ali Süavi’ye bir ricada bulundu.
“Ali Süavi Bey sizden bir ricam olacaktı...”
“Buyurun. Nasıl yardımcı olabilirim?”
“Zehra hocayı bu gece evine siz teslim edin. Aynı yol üzerindesiniz. Üstelik aynı okulda olduğunuz için dikkati çekmez.”
Ali Süavi hiç itiraz etmedi. Oldukça sakin bir şekilde cevap verdi.
“Olur kardeşim… ”

Zehra ile birlikte gidiyorlardı. Suskunluğu Ali Süavi bozdu.
“Din derslerine giriyorsun! Ve bu tür işin de içindesin?”
“Çok mu değişik geldi size? Bu vatan bizim vatanımız değil mi? Hoca olmam doğru ile yanlışı ayırt etmeme engel mi olduğunu sanıyorsunuz?”
“Zehra Hanım benim varlığımdan rahatsızlığınız mı var? İlk andan itibaren beni pek hoş karşılamadınız.”
Kadın hiç beklemeden cevap verdi. Sesi oldukça kararlı ve bir o kadar netti.
“Size güvenmiyorum.”
Ali Süavi çok şaşırmıştı. Bir anda yürümekten vazgeçti.
Durdu.
“Anlamadım?”
“Size güvenmiyorum. Sizin muallim olduğunuza da inanmıyorum. Sınıfları gördüğünüz an anlamıştım. Eğitimle ilgili bir tek şey sormadan sadece temizlik ile ilgilendiniz.”
“Temiz olması gerekmiyor muydu?”
“Evet gerekiyordu. Ama tedrisatı sormanız gerekirdi. Üstelik çocukları da sormadınız. Mesela; kaç talebe, kaçı erkek, kaçı kız… Ben ne okutuyorum? Siz hiçbir şey sormadan sadece mektebin taşı, toprağı, boyası ile ilgilendiniz.”
“Ne demek bu? O pisliğin içinde eğitim düşünülür mü?”
“Ne düşünülür?”
“Hoca hanım. Siz üstelik kadınsınız. Ve çocukları eğitiyorsunuz. Sizin göreviniz bilginin çeşitliliğini de öğretmektir. Bunun içinde ilk şart temizliktir. İslam’da en önemli hususlarından biri temizlik değimlidir?”
“Temizlikte varlıkla oluyor Ali Süavi Bey...”
“Ama benim yaptıklarımdan sonra bunun çokta varlıkla olduğunu söyleyemezsiniz. Bu birazda ikili ilişkilerle oluyor. Aynı cemiyetten insanlar bana yardım ettikleri gibi eğer isteseydiniz size de yardım ederlerdi. O okullarda okuyacak çocuklar bizim memleketimizi teslim edeceğimiz önemli insanlar olacaklardır.”
“Onun o kadarını bende biliyorum. Ama sizin bilmediğiniz?”
Ali Süavi sertçe cevap verdi.
“Nedir? Söyleyin öyleyse nedir?”
“Bizler beceremedik. Siz büyük bir olayı başardınız... Aynı dava için çalışıyorsak! Her neyse, özet olarak evet size güvenmiyorum…”
“Ben böyle bir mektep ne görmüştüm, ne de bundan sonra göreceğimi sanıyorum.”
“Yine haklısınız size bir şey sormadım. Yine de sormayacağım. Bir mektebi bu kadar ihmal eden bir kadın öğretmenden öğreneceğim de bir şeyler olacağını sanmıyorum. Bu konuda konuşmak istediğim kişi Süleyman Bey oldu. Onu da geldiğimin ikinci günü yaptım. Ve sizin neler yaptığınızı ve yapacağınızı öğrendiğim gibi benim de neleri ne şekilde okutacağımı da bana bildirdiler. Bu gece bütün gece boyunca buraya gelene kadar çalıştım. Yarın Allah’ın izni ile ilk derse başlıyorum.”
“Yani bana asıl güvenmeyen sizsiniz öyle mi?”
“Evet. Ama ben söylemiyorum. Bunu siz söylediniz.”
Aralarındaki gerginlik Zehra’nın daha hızlı yürümesine sebep oldu.
Nerede ise bir adım önden gidiyordu. Ali Süavi yürümesini hızlandırmadı. Aynı şekilde yürümeye devam etti.