22 Ekim 2017 Pazar




Mavi Kuşu Unutmak!


nazanss.blogspot.com




O gündü gitme günü.
Veda etme zamanı.
İçi istemese de, ayakları kıpırdamaktan dahi sakınsa da gitmeliydi.
Kalmak için bir sebep mi vardı?

“Nasıl yani” dedi kendi kendine,
“Nasıl kalırım ki burada, neyi var buranın?”
Sonra bir daha düşündü. Aniden karar verdi dışarı çıktı. Önce yavaş adımları ardından hızlandı. Oysa biraz önce yerinden kalmak isteğinde değildi bacakları. Yılmadı, koştu bilmeden, gittikçe uzaklaştığını bile fark etmeden. Sonra durdu.
“Tamam, bundan sonra göreceğim.”

Döndü, şimdi yavaştaydı sıra. Hızlı gelişte, sükût gidişteydi.
Ağır adımlarına gözleri ışık saçıyordu. Üstelik her bir zerreyi inceleyerek, ilk defa görüyormuşçasına heyecanlanarak, neyi ne için feda edeceğini anlayacakken.
O zaman gördü, aklının kırıntılarında kalanları,
O zaman anladı feda edileceklerin kıymetlerini.

İlk çarpan gözlerinden ruhuna renklerdi.
“Bu renklerin güzelliği bu gün mü çıktı, görünür olmaya?”

Hâlbuki uzun zamandır yabancısı değildi onların.
Onlar renkleriyle ona esinler vermişlerdi, onlar ışıkların altındaki aydınlanmış halleri ile tuvalindeki renklere yol göstermişlerdi. Derin bir iç çekişten sonra hafif karışmaya başlamış aklıyla yoluna devam etti. Yine evvellere gitti.

O kadar eskilerdeydi ki zaman dilimi, belki de o daha küçük numaralarda iskarpinler giyerken, küçük bedenlerdeki kısa pantolona hevesliyken
“Anlamak için gitmek mi gerekirmiş?”

Düşünmekten kaçınırken, alıcı göz olmayı yeğledi.
Yeşiller, bu kadar çeşidi ne zamandan beri barındırmıştı dünyasında da o farkında değildi…
Suyun mavisinden de habersizdi, gökyüzünün suya vuran aksinden de.
Su muydu rengi göğe veren, semalar mı renklendirmişti akan ufacık şelalenin getirdiği orta büyüklükteki derenin endamını?

“Taşlar” dedi sesini dahi kendi tanımadan,
“Taşlar’ı hep sevmişimdir” doğru sevmişti.

Her zamanda severdi. Çocukken beş taş oyununu da bilirdi, tarlada ekinleri yemesin diye kargalara attığı taşları da.
Yorulduğunda oturduğu taşı, suyun üzerinde zıplatmayı zevk edinen halini de.

“Ya ağaçlara ne demeli?”
Bu kadar çok ağaç var mıydı bizim buralarda.
Daha neyi olduğu bilmeden terki diyar mı edecekti, dünyadan haberi yokken!
Gözleri mi doldu rüzgâr mı ıslattı yanan gözkapaklarının kapanıştaki acıyla akan gözyaşlarını.
Belki de sonbahardı bu kadar renk cümbüşünü ona gösteren.

“Öyle ya” dedi.
“Aldanma elbette sonbahar da yapraklar dökülür, her kopan yaprak yeşiliyle süzülemez ki aşağılara…
Yeşil kuvvetse açılması gerekir, hatta kızarması belki de yok oluşta ki sararması.”

Sonra titredi. Garip bir duygu sardı bedenini. Bir yaprak yere düşmek için yeşil iken kızarır, sonra da sararırsa bu kendi haline mi benziyordu.
Ağaç eviyse kendi yaprak.
Yine titredi.
Evine baktı uzunca.
Babası yapmıştı birçok adamla, annesini görür gibi oldu üstelik sesleniyordu.

“Haydi gelin yoruldunuz, yemek hazır.”
Yemek mi hazır?

Bu ses uzun zamandır yoktu. Annesinden sonra Necla’da seslenirdi zaman zaman o bahçede resim yaparken,
“Yunus’um yemek hazır.”

Yunus yemeğe giderken, yaptığı tabloya bakarken burada olduğundan keyiflenirdi. Şükür ederdi bir daha bir daha…
Şimdi yaprak misali terki diyarın aslı neydi.
Aslı yalnızlık mıydı?
Sevdikleri gitmişlerdi.
Bu ağaçlar, bu akan telaşlı su, bu ışıklarını geceden açık bıraktığı zaman zamanda kapatmayı unuttuğu kahvenin tonlarındaki ev.
Etrafını sarmış ağaçlara baktı evinin.

“Bunlar yapışmışlar birbirine kim ayırabilir?”
Sonra yine titredi.
“Bir zalim gerekli onları ayırsın, koparsın, parçalasın.”
Bu defaki titreme biraz daha artmıştı.
“Bu ben miyim?”
Öyle ya gittiğinde ev bakımsız, ağaç zavallı olmayacak mıydı?
Sonra her sene bacasına ailesi ile göçen göçmen kuşlarını düşündü.
“Bu defa ben yokum”

Yokluğunu onlara nasıl yapabilecekti. Öyle ya kendine yaptığı gitmekti. Kendine yaptığı ıssızlığı terk etmekti.
Büyük şehir heyecanı sarmıştı aldığı bir mektupta.
“Resimleriniz beğenildi, galerimize bekliyoruz. Uzun süre burada kalmalısınız. Belki de küçük bir daire tutarız size.”

Ne de çok sevinmişti. Bu haberi uzun yıllardır bekliyordu. Seneler birbirini kovalarken emekli olan Postacı Rahmi Efendiden sonra gelen genç Postacı Cengiz’den de devamlı sual etmesi de bu haber yüzündendi. Ne çok tablolar yapmış, ne çoklarına göndermişti. Ne gelen, ne arayan, ne soran olmuştu. Şimdi tam şimdi ona müjde gelmişti.

“Gelin diyorlardı gelin.” Gelin de…
“İyi de nasıl olacaktı?”

Düşünmeden mi terk edecekti buradakileri…
Aldırmadan en ufak bir acı duymadan, sevincin tazeliğinde kaybolurken.
Ya tavukları onlara ne olacaktı?
O taze yumurtayı sevdiğinden mi tavuk besliyordu yok hayır o yumurta sevmezdi ki çoban Ali için biriktirirdi, o seviyordu… Üstelik onun resimlerini de çoban Ali eleştiriyordu.

“Bu olmamış, hele hele bu renk buraya gitmemiş, acayip bir şey yapmışsın sil bunu beğenmedim”
“Vay paşam vay”
İçi yandı.
“Ya paşam.”

Büyük şehirde çoban Ali olmayacaktı ki, kolleksiyonerler tablolarını alırken çoban Ali’nin saf tertemiz gözleriyle mi bakacaklardı eserlerine yoksa ‘ne kadar kar ederim, ya da satarım yıllar sonra’ düşüncesi içinde gözleriyle kirletecekler miydi?
Bu defa titremesini bir başka duygu da sardı. Yanıyordu.

“Bu nasıl bir şey dedi. Üşüyorum ve yanıyorum.”

Sonra gözlerini kıstı etrafına bir daha baktı.
“Seviyorum ve onları terk ediyorum.”

İçine daha büyük ateş düştü.
Uzaklardan araba seslerini duydu, kornalar, insanların büyük sesleri, kızgınlıklar, bağrışmalar ve negatif olan her şey
Titreme azaldıkça yanma artıyordu ki, mavi kuş geldi.
“Seni” dedi
“Seni tümden unutmuştum.”

Mavi kuşu unutmak!
Nasıl olurdu. Onun ne çok seveni vardı bu yalnızlıktaki kocaman kalabalığında.
Onun ona ihtiyacı olanları vardı, onun halsiz dahi olsa halinde…
Yok” dedi “böyle olmaz.”
“Ben gidemem.”
Yaprak sararmıştı, yere dökülmüştü, sonra da toprağa karışmıştı. “Bir farkla” dedi “Kendi toprağına!
“Kendi toprağına mı?” sesi bu defa yüksek çıkmıştı.

Kendi toprağı vardı.
Bu ne büyük saadetti.
Birde “küçük daire tutarız size”

Umursuzca vaat büyük söylenmiş gibi aslında tutarsız ve küçücük.
Kime ne dairesi onun kocaman sorgusuz sualsiz evi vardı.
Arada da olsa gelen köylüleri vardı, arada da gittiği köy bakkalı, köy kahvesi vardı.
“Ben ne yapıyorum” dediğinde.
Ne yapacağına çoktan karar vermişti.
Yeni bir tablo yapacaktı ama kapalı bir atölyede değil.
Yeni bir tablo yapacaktı ama kendi evinin, kendi köyünün, kendi ağaçlarının, kuşlarının, sincaplarının, kedi ve köpeklerinin yanında.

O hiçbir zaman yalnız olmamıştı. Şehirdeki büyük kalabalıktaki devasa yalnızlıkları düşündü.
Kapı kapanır sesler dışarıda kalır.
Evin içinde ölüm sessizliği olur.
Burada kapı kapanmaz ki, burada düşman olmaz ki, burada dostlar var, onlar akşamları içeri girerler.
Yanına kadar, hatta yatağının ayakucuna kadar gelirler. Üstelik görevlenmişçesine üstatlarını beklerler.
Güldü. Hatta çok güldü. Hatta kahkaha attı. Tam o sırada.
Uzaktan ona bakan mahcup ceylanı gördü.
Özür dilemesi gerektiğini anladı.

“Hepinizden özür diliyorum, sizler beni senelerdir terk etmediniz.
Beni benden ziyade düşündünüz.
Beni benden daha çok kolladınız üstelik karşılıksız insanların yapmayacağı bir şekilde.
Dostlarım sizsizin ve ben sizinle nasıl yalnız olurum ki?
Benim ne haddime kendime bu zulmü yapmaya… Sizler beni böylesine karşılıksız seviyorken.
Ben kendimi sevmiyor muyum?
Evimi, ağaçlarımı, buradaki bu muhteşem dünyamı en çok da benim olanı sevmiyor muyum?”

Seviyordu. Evini, bahçesini, deresini. En çok da onunla olan büyük can dostlarını…

Gülerek eve doğru yürüdüğünde, hafif bir meltem etrafı sardı, kuşlar şarkılarına başladığında o ağlıyordu, bu defa sevinçten…

 
Nazan Şara Şatana


nazanss.blogspot.com


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder