30 Ekim 2017 Pazartesi





Padişahın İşi Ne Hatun?

nazanss.blogspot.com





Bazı yazılar insanın yüzüne kırbaç vurmuş gibi, acıtır… Bu yazı da öyle...
Hepimiz mutlaka bir gün, bir şekilde yanlış düşünmüş, birilerinin hakkında tam emin olmadan konuşmuş, belki dedikodu yapmış, belki haklıyı haksız görmüş, belki de hak etmediği halde onun hakkında iyi olmayan sözler söylemişizdir.
Allah affetsin.
Ben hiç yapmadım demek çok güzel olur ama mutlaka yapmışızdır. Ne kadar ayıklanırsak ayıklanalım bir zamanlar denilen bir ayrıntı varki, ya çok gençlik, ya az düşünmüştük!
Bir yerlerde hatalar biz insanlar için.
Böyle anlatıların beni ençok sarması gereken kısımları hep düşünerek okumam oluyor ki sanıyorum ki okurların çoğu böyle yapıyor.
Ders almak için illa büyük sıkıntıları bizzat yaşamak gerekmiyor ki, bazılarının hayatlarında gördükleri, yaşanmışlıklar anlatıldığında, dinlediğimizde muhakak ki kendimiz için bir pay çıkartabiliriz. Bunlardan ders alabiriz. Dünyanan ne garip bir yer olduğunu düşünebiliriz. Kimin kim olduğunu bilmemiz nasıl mümkün olsun?
Kim iyidir, kim işten pazarlıklıdır, kim gülerken kuyunuzu kazar, kim sizi umursamaz, kim arkanızdan konuşur.
Veya:
Kim siz tahmin etmediğiniz halde sizin için iyi şeyler söyler, kim sizin için, bilmediğiniz fedakârlıklar yapmışır, kim size gelmiş bir şeyin içinde; bilginiz dışında emeği vardır.
Sadece size yapıyan güzellikler olarak da sınırlandırmamak gerekir.
Başkalarına yapılanları da dinlediğinizde karar verirsiniz.
Evet, bu doğru kişiydi.
Bunu anlamak için illa ondan vazgeçmek, onu kaybetmek, onsuz olmak gerekmiyorki. Biraz dikkat birazda iyi olmakla alakalı… Nasıl iyi olunur? Bu ne kadar kolay yapılacak bir şey. Kötü olmadığınız zaman zaten iyi olursunuz.
Kimsenin arkasından dadikodu yapmayın, kimsenin hiçbir şeyine göz koymayın, sizin olmayanın, sizin hakkınız olmayanın peşine düşmeyin, haketmediklerinizi istemeyin! Normal istekleriniz doğrultusunda yaşayın, bu sizi biraz iyi yapar.
Sizi zararlı biri yapmaktan, insanların sizden kaçmasından, rahatsız olmasından; korkmasından engeller.
Bundan başka; birazda etrafa bakar, ne var ne yok diyerek biraz incelerseniz! Muhakkakki bir şeyin ucundan tutmanız, kaldırmanız gerektiğini görürsünüz.
İşte buyurun onu yaptığınızda siz artık iyi birisiniz. Bunu bilenler bilsin bilmeyenler de kendilerinin bileceği olarak kalsın.
Siz ve Allah biliyor.
Gerisi hikâye.
Bu anlatı da olduğu gibi!

Birileri hakkında konuşmadan, iftira, yalan yanlış, duyarsız bir halde, umursamadan birkaç kelime etmeden önce düşünmek, sormak anlamak gerektiğini çok güzel anlatıyor. Kim ne zaman nerede olur, kim isteyerek ya da istemeyerek bir şeyleri yapar, kim iyidir, kimin için kötü derler?
Kimse bilemez. Padişah olsa bile!

Benim hoşuma gitti, sizlerde beğenirsiniz inşallah…

Sultan Murad Han’ın o gün keyfi yerinde değildir.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
“Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?”
“Akşam garip bir rüya gördüm.”
“Hayırdır inşallah?”
“Hayır mı şer mi öğreneceğiz.”
“Nasıl yani?”
“Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.”

İki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
“Kimdir bu?”
Ahali:
“Aman hocam hiç bulaşma, ayyaşın meyhusun biri işte!”
“Nerden biliyorsunuz?”
“Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz…”
 Bir başkası tafsilata girer;
“Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar… Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe - şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.”
Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
“İsterseniz komşulara sorun, sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?”

Hâsılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu:
“Nereye?”
“Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.”
“Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem… Biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.”
“İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.”
“Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.”
“Peki, ne yapmamı emir buyurursunuz?”
“Mollalığa devam… Naaşı kaldırmalıyız en azından.”
“Aman efendim, nasıl kaldırırız?”
“Basbayağı kaldırırız işte.”
“Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini…”
“Merak etme ben beceririm. Önce bir gasilhane bulmalıyız.”
“Şurada bir mahalle mescidi var ama…”
“Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?”
“Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden…”
“Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim…”

Gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa… Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza… Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Namaz vaktine bir hayli vardır daha… Bir ara vezir sıkıntılı- sıkıntılı yaklaşır.
“Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba…”
“Nasıl yani?”
“Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?”
“Doğru, öyle ya, neyse… Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.”

Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
“Hakkını helal et evladım, belli ki çok yorulmuşsun.”
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar… Ağlar mı? Hayır.  Gözleri kısılır, hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından…
“Biliyor musun oğlum? Bizim efendi bir âlemdi, vesselam… Akşamlara kadar nalın yapar… Birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya!”
“Niye?”
“Ümmeti Muhammed içmesin diye…”
“Hayret…”
“Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek… O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara… Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum…”
“Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki…”
“Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli…”
“Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?”
“İşte bu yüzden Nişancı’ya, Sofular’a uzanırdı ya… Bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle - böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada…”
“Doğru, öyle ya?”.
“Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?”
“Peki, o ne dedi?”
“Önce uzun - uzun güldü, sonra;  Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?”(alıntı)

Biraz önce söylemiştim. Kim kimdir, kim neyi ne kadar bilir?
Bilemeyiz…


Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder