27 Ocak 2018 Cumartesi






Ayasofya’da Gece Buluşması

Nazan Şara Şatana


nazanss.blogspot.com


“Evet sultanım. Ayasofya’ya yaptıklarını zaten biliyorsunuz. İçini bezemekle kalmadı, etrafına çeşitli yatırımlar yaptı. İmarethane, medrese yaptırttı.”
“Maşallah.”
“Medresenin rektörlüğüne de önemli bilim adamı Ali Kuşçu’yu getirtti.”
“Yakışır.”
“Fatih Sultan Mehmet, Ayasofya ile ilmin buluşmasını sağladı. Ayrıca İstanbul’un fethini müjdeleyen Hadis-i şerifi de mermer bir levhaya yazdırarak kapının girişine koydurttu.”
“O burayı kendi parası ile aldı. Tapusu ona aittir. Sonra da vakıf kurdurttu.”
“Öyleymiş sultanım.”
“”Benim muhterem eşimin, manevi yönü o kadar kuvvetliydi ki! Allah’a irtibatı çok yüksekti. Nasıl olmazınki? Düşünsene onu yetiştiren hocaları? Ak Şemseddin, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Ahmet Paşa, Molla Ayas. Bunlarla da kalmıyor. Aklıma gelenler daha var. İbnu Temcid, Çelebizade Abdülkadir, Molla Hasan Samsuni, Sinanüddin Yusuf, Ali Tusi hazretleri.”
“Bunların birçoğunu bilmiyordum.”
“Allah affetsin belki de benimde bilmediğim daha nice hocaları vardı. Onlar yetiştirmişler benim eşimi ve onun içindir ki keşif ve keramet sahibiydi. Yalnız şunu da unutmamak gerekli! Benim padişahımın en önemli motive edici gücü Peygamber Efendimizin hadisleriydi.”
“Öyle sultanım hatta ben bir kaçını biliyorum.
‘O şehir feth edilmeden kıyamet koymayacaktır.’
‘Konstantiniyye bir gün fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır, onu fetheden asker ne güzel askerdir.’
‘Üç tarafı denizle çevrili şehir bir gün Müslümanların eline geçecektir.’

Fatih Sultan Mehmet, olmayanı olur hale getirdi.”
“O yalnız değildi. Erenler vardı yanında, Evliyalar, yeniçeriler, azaplar, dalgıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, vezirler, paşalar…”
“Öyle tabi sultanım.”
İkisi de susmuşlardı. Bu zarif hanımefendinin ses tonunda farklı bir ahenk vardı. Kadife gibi denilen ses benzetmesi onun için ne kadar çok geçerliydi! Gülbahar Sultan, Huriye’nin gözlerinin içine baktı.
“Sen birine sevdalı mısın?”
“Şu anda öyle olduğunu düşünmüyorum.”
“Ben sevdayı çok büyük yaşadım. Ona çok sevdalandım. O çok yakışıklıydı. İnce uzun boyluydu. Siyah gür saçları vardı. Gözleri çakmak, çakmak bakar içime işlerdi. O kadar kararlı biriydi ki sana anlatamam. O muhteşem bir erkekti.”
“Siz Fatih Sultan Mehmet’ten söz ediyorsunuz.”
“Benim hayatımda iki büyük sevdam oldu. Biri eşim Muhammet Han’dı diğeri oğlum Beyazıt Han.”
“Tarihe altın harflerle adını yazdıran iki Osmanlı Sultanı! Çok şanslısınız.”
“Öyleyim. Dersen, eşine doyabildin mi? Doyamadım. Bizim yaşadığımız zamanda eşe doymak mümkün değildi. Sultanların çok eşleri olması mecburiyettendi. Bazı beyliklerin kızları ile evlenmek zorundaydılar, bazen de çok çocukları olsun diye de hayatlarında çok kadınları olurdu. Bu adetti. Bu olması gerekendi. Benim eşimin de çok kadınları oldu. Ben onu ama hep sevdim, hep çok sevdim.”
Güzel kadının gözlerinden yaşlar süzülmüştü. Huriye güzel kadına bakıyordu onun için yazılanları hatırlıyordu.
O çok hırslı bir kadındı. Liderlik vasıflarına sahipti, zeki ve tutkulu biriydi ve Fatih Sultan Mehmet’i çok sevmişti.

Gözyaşlarını elinin tersiyle oldukça zarif bir hareketle sildikten sonra,
“Onun şiir yazdığını biliyor musun? “
“Biliyorum Sultanım.”
“Onun bir şiiri var, ben onu çok severdim.

Hiç kimse yok kimsesiz
Herkesin var bir kimsesi
Ben bugün kimsesiz kaldım
Ey kimsesizler kimsesi

Kimse aradığım yollarda
Kimsesizlik kimsem oldu
Dinsin artık hicranın cana
Kimse aradığım yollar
Kimsesiz kimselerle doldu…

O Avni mahlasını kullanırdı.”
Huriye Yine Fatih Sultan Mehmet’in zorlukla ezberlediği dörtlüğünün sözleri döküldüğünde Emine Gülbahar Sultan hayranlıkla onu dinledi.

Ağlasa derd-i derûnum çeşm-i giryânım sana
Âşikâr olurdu gâlib râz-ı pinhânım sana

Sultanım bu da onun muhteşem eserlerinden biri.”
“Biliyorum.”
“O büyük sultanın gazelleri de vardı. Siz onlardan birini biliyor musunuz?”
“Biliyorum.”
Gülbahar Sultan Fatih Sultan Mehmet’in gazelini okurken Ayasofya çınlıyordu.

Sakiya mey sun ki bir gün lalezar elden gider
Çün eser fasl-ı hazan, bağ-ü bahar elden gider
Zülfünün zincirine bend eyledi şahım beni
Kulluğundan etmesin azad, Allah’ım beni
Cevr-i dilber, ta’nı düşman, suz-u firkat, zaf’ı dil
Türlü türlü dert içinde halk etmiş Allah’ım beni

Bu âşık kadın, güzeller güzeli kadın Huriye’yi çok etkilemişti. Yüreğindeki büyük aşk asırlara rağmen bitmemiş, sönmemişti.
“Allah’ım herkese böyle sevmeyi nasip et.”
Doğru dua buydu belki de. Seveni oluyordu insanın ama önemli olanı sevmekti. Sevdiğini özlersin, sevdiğine önem verirsin, kıyamazsın, korursun gözetirsin. O senin canındır, her şeyindir. Bunun adı Aşk’sa zaten yapacak bir şey yoktur. Bunun adı sevdaysa eğer tamamdır zaten, acının verdiği mutluluk sadece sevdalarda yaşanır. Mutluluktan ağlarsın, mutluluktan kalbin delirir, kan dolaşımın yolunu şaşırır. Seni sevse de ağlarsın, üzse de ağlarsın. Dersin ki ben ona kıyamazken!
O beni üzdü. Oysa oda senle aynı sevdalanmışlıktaysa kıyamamıştır ki, sadece seni yoklamıştır. Bir sınav olsun istemiştir. Bir kontrol yapmak sevgi derecesi ölçmektir niyeti. Kim sevdiğine hele de aşk ile sevdiğine kıyabilir ki? Gülbahar Sultanın ömrü eşine hasretle geçmiş. Onu başka kadınlarla düşünmüş üzülmüş ama sevdasından vaz mı geçmiş? Geçmemiş. Sevdası kendinindi çünkü! Kendi isteği, kendi duygusu... Kendi ile alışverişi. Sevabı ile günahı ile kendinin olanı!
“Benim gitmem gerek artık.”
“Güle güle sultanım, şerefler verdiniz, Allah sizden razı olsun.”
Huriye devamlı aynı sözleri tekrarlıyordu.
“Şeref verdiniz, beni çok mutlu ettiniz.”
Dünya güzeli bir kadın, bir tüy hafifliğinde ışıklar içine gidiyordu, sonrasında da ışıklar içinde kaybolmuştu. Huriye öylesine onun arkasından bakıyordu.
‘Büyük gönüllü olanlara Allah büyük insanlarla olmayı nasip ediyor.’
“Güle güle sultanım. Sizi tanıdığım için, sizi dinlediğim için çok şanslıyım. Güzeller güzeli sultanım.”
Işıklar tamamen söndü. Huriye hala onun kaybolduğu yere bakıyordu. Öylesine hareket etmeden boşluğa bakıyordu sadece konuşuyordu. Belki hızlı konuşmuyordu ama Ayasofya uykudaydı. Sessizlik hâkimdi. Ufak bir ses büyük sesler gibi ortalıkta çınlıyordu. Onun sesini de Sait’in sesi bölmüştü.
“Huriye, neredesin, seni arıyordum.”
“Buradayım Sait ‘ciğim.”
Sait, sadece yanına geldi, hiçbir şey sormadı. Sadece genç kadına sarıldı. Huriye’de onun boynuna kollarını dolamıştı. Aşk böyle bir şeydi! Bazen uzun zamanlara ihtiyaç duyulmuyordu âşık olmak için, bazen yaşadıkların seni karşındakine âşık edebiliyordu. Bazen onun gözleri, teni, kokusu insanın aklını başından almasına yetiyordu. Sait’e âşık olmuştu. Bunu biliyordu. Eşimi sevdim, ona âşık oldum diye düşünürdü. Hâlbuki onu bile böyle sevmemişti, ona hiçbir zaman bu kadar âşık olamamıştı. Bu nasıl bir işti? Onu her yakınında hissettiğinde nefesi kesiliyordu. Bu büyülü ortamlar, bilinmeyenlere gidip gelmelerde bile ona sarıldığı zamanki kadar heyecanlanmıyordu. Kalbinin hayatında hiç bu kadar hızlı çarptığını hatırlamıyordu.
‘Karnında kelebekler mi uçuyor?’ denilirdi âşık olanlara ve Huriye bir türlü bunun yaşamdaki yerini bilemezdi. Oysa şimdi onun karnında o kadar çok kelebek uçuyordu ki! Böyle günlerce kalmaya razıydı. Böyle Sait’e sarılı bir ömür kalabilirdi. Bunun adı aşktı. Mevlana Celaleddin-i Rumi:
‘Aşkın yüzlerce neşteri, ruhun damarlarına sokuldu ve oradan gönül adı verilen bir damla aldı.’ demiş.

Nazan Şara Şatana



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder