Ayasofya’da Gece Buluşması
Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com
“Evet sultanım.
Ayasofya’ya yaptıklarını zaten biliyorsunuz. İçini bezemekle kalmadı, etrafına
çeşitli yatırımlar yaptı. İmarethane, medrese yaptırttı.”
“Maşallah.”
“Medresenin rektörlüğüne
de önemli bilim adamı Ali Kuşçu’yu getirtti.”
“Yakışır.”
“Fatih Sultan Mehmet,
Ayasofya ile ilmin buluşmasını sağladı. Ayrıca İstanbul’un fethini müjdeleyen
Hadis-i şerifi de mermer bir levhaya yazdırarak kapının girişine koydurttu.”
“O burayı kendi parası
ile aldı. Tapusu ona aittir. Sonra da vakıf kurdurttu.”
“Öyleymiş sultanım.”
“”Benim muhterem eşimin,
manevi yönü o kadar kuvvetliydi ki! Allah’a irtibatı çok yüksekti. Nasıl
olmazınki? Düşünsene onu yetiştiren hocaları? Ak Şemseddin, Molla Gürani, Molla
Hüsrev, Ahmet Paşa, Molla Ayas. Bunlarla da kalmıyor. Aklıma gelenler daha var.
İbnu Temcid, Çelebizade Abdülkadir, Molla Hasan Samsuni, Sinanüddin Yusuf, Ali
Tusi hazretleri.”
“Bunların birçoğunu
bilmiyordum.”
“Allah affetsin belki de
benimde bilmediğim daha nice hocaları vardı. Onlar yetiştirmişler benim eşimi
ve onun içindir ki keşif ve keramet sahibiydi. Yalnız şunu da unutmamak
gerekli! Benim padişahımın en önemli motive edici gücü Peygamber Efendimizin
hadisleriydi.”
“Öyle sultanım hatta ben
bir kaçını biliyorum.
‘O
şehir feth edilmeden kıyamet koymayacaktır.’
‘Konstantiniyye
bir gün fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır, onu fetheden
asker ne güzel askerdir.’
‘Üç
tarafı denizle çevrili şehir bir gün Müslümanların eline geçecektir.’
Fatih Sultan Mehmet,
olmayanı olur hale getirdi.”
“O yalnız değildi.
Erenler vardı yanında, Evliyalar, yeniçeriler, azaplar, dalgıçlar,
serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, vezirler, paşalar…”
“Öyle tabi sultanım.”
İkisi
de susmuşlardı. Bu zarif hanımefendinin ses tonunda farklı bir ahenk vardı.
Kadife gibi denilen ses benzetmesi onun için ne kadar çok geçerliydi! Gülbahar
Sultan, Huriye’nin gözlerinin içine baktı.
“Sen
birine sevdalı mısın?”
“Şu
anda öyle olduğunu düşünmüyorum.”
“Ben
sevdayı çok büyük yaşadım. Ona çok sevdalandım. O çok yakışıklıydı. İnce uzun
boyluydu. Siyah gür saçları vardı. Gözleri çakmak, çakmak bakar içime işlerdi.
O kadar kararlı biriydi ki sana anlatamam. O muhteşem bir erkekti.”
“Siz
Fatih Sultan Mehmet’ten söz ediyorsunuz.”
“Benim
hayatımda iki büyük sevdam oldu. Biri eşim Muhammet Han’dı diğeri oğlum Beyazıt
Han.”
“Tarihe
altın harflerle adını yazdıran iki Osmanlı Sultanı! Çok şanslısınız.”
“Öyleyim.
Dersen, eşine doyabildin mi? Doyamadım. Bizim yaşadığımız zamanda eşe doymak
mümkün değildi. Sultanların çok eşleri olması mecburiyettendi. Bazı beyliklerin
kızları ile evlenmek zorundaydılar, bazen de çok çocukları olsun diye de
hayatlarında çok kadınları olurdu. Bu adetti. Bu olması gerekendi. Benim eşimin
de çok kadınları oldu. Ben onu ama hep sevdim, hep çok sevdim.”
Güzel
kadının gözlerinden yaşlar süzülmüştü. Huriye güzel kadına bakıyordu onun için
yazılanları hatırlıyordu.
O çok hırslı bir kadındı.
Liderlik vasıflarına sahipti, zeki ve tutkulu biriydi ve Fatih Sultan Mehmet’i
çok sevmişti.
Gözyaşlarını
elinin tersiyle oldukça zarif bir hareketle sildikten sonra,
“Onun
şiir yazdığını biliyor musun? “
“Biliyorum
Sultanım.”
“Onun
bir şiiri var, ben onu çok severdim.
Hiç kimse yok kimsesiz
Herkesin var bir kimsesi
Ben bugün kimsesiz kaldım
Ey kimsesizler kimsesi
Kimse aradığım yollarda
Kimsesizlik kimsem oldu
Dinsin artık hicranın cana
Kimse aradığım yollar
Kimsesiz kimselerle doldu…
Herkesin var bir kimsesi
Ben bugün kimsesiz kaldım
Ey kimsesizler kimsesi
Kimse aradığım yollarda
Kimsesizlik kimsem oldu
Dinsin artık hicranın cana
Kimse aradığım yollar
Kimsesiz kimselerle doldu…
O Avni mahlasını kullanırdı.”
Huriye Yine Fatih Sultan Mehmet’in zorlukla ezberlediği
dörtlüğünün sözleri döküldüğünde Emine Gülbahar Sultan hayranlıkla onu dinledi.
Ağlasa derd-i derûnum çeşm-i giryânım sana
Âşikâr olurdu gâlib râz-ı pinhânım sana
Âşikâr olurdu gâlib râz-ı pinhânım sana
Sultanım bu da onun muhteşem eserlerinden biri.”
“Biliyorum.”
“O büyük sultanın gazelleri de vardı. Siz onlardan
birini biliyor musunuz?”
“Biliyorum.”
Gülbahar Sultan Fatih Sultan Mehmet’in gazelini
okurken Ayasofya çınlıyordu.
Sakiya
mey sun ki bir gün lalezar elden gider
Çün
eser fasl-ı hazan, bağ-ü bahar elden gider
Zülfünün
zincirine bend eyledi şahım beni
Kulluğundan
etmesin azad, Allah’ım beni
Cevr-i
dilber, ta’nı düşman, suz-u firkat, zaf’ı dil
Türlü
türlü dert içinde halk etmiş Allah’ım beni
Bu âşık
kadın, güzeller güzeli kadın Huriye’yi çok etkilemişti. Yüreğindeki büyük aşk
asırlara rağmen bitmemiş, sönmemişti.
“Allah’ım
herkese böyle sevmeyi nasip et.”
Doğru
dua buydu belki de. Seveni oluyordu insanın ama önemli olanı sevmekti.
Sevdiğini özlersin, sevdiğine önem verirsin, kıyamazsın, korursun gözetirsin. O
senin canındır, her şeyindir. Bunun adı Aşk’sa zaten yapacak bir şey yoktur.
Bunun adı sevdaysa eğer tamamdır zaten, acının verdiği mutluluk sadece
sevdalarda yaşanır. Mutluluktan ağlarsın, mutluluktan kalbin delirir, kan
dolaşımın yolunu şaşırır. Seni sevse de ağlarsın, üzse de ağlarsın. Dersin ki
ben ona kıyamazken!
O beni
üzdü. Oysa oda senle aynı sevdalanmışlıktaysa kıyamamıştır ki, sadece seni
yoklamıştır. Bir sınav olsun istemiştir. Bir kontrol yapmak sevgi derecesi
ölçmektir niyeti. Kim sevdiğine hele de aşk ile sevdiğine kıyabilir ki?
Gülbahar Sultanın ömrü eşine hasretle geçmiş. Onu başka kadınlarla düşünmüş
üzülmüş ama sevdasından vaz mı geçmiş? Geçmemiş. Sevdası kendinindi çünkü!
Kendi isteği, kendi duygusu... Kendi ile alışverişi. Sevabı ile günahı ile
kendinin olanı!
“Benim
gitmem gerek artık.”
“Güle
güle sultanım, şerefler verdiniz, Allah sizden razı olsun.”
Huriye
devamlı aynı sözleri tekrarlıyordu.
“Şeref
verdiniz, beni çok mutlu ettiniz.”
Dünya
güzeli bir kadın, bir tüy hafifliğinde ışıklar içine gidiyordu, sonrasında da
ışıklar içinde kaybolmuştu. Huriye öylesine onun arkasından bakıyordu.
‘Büyük
gönüllü olanlara Allah büyük insanlarla olmayı nasip ediyor.’
“Güle
güle sultanım. Sizi tanıdığım için, sizi dinlediğim için çok şanslıyım. Güzeller
güzeli sultanım.”
Işıklar
tamamen söndü. Huriye hala onun kaybolduğu yere bakıyordu. Öylesine hareket
etmeden boşluğa bakıyordu sadece konuşuyordu. Belki hızlı konuşmuyordu ama
Ayasofya uykudaydı. Sessizlik hâkimdi. Ufak bir ses büyük sesler gibi ortalıkta
çınlıyordu. Onun sesini de Sait’in sesi bölmüştü.
“Huriye,
neredesin, seni arıyordum.”
“Buradayım
Sait ‘ciğim.”
Sait,
sadece yanına geldi, hiçbir şey sormadı. Sadece genç kadına sarıldı. Huriye’de
onun boynuna kollarını dolamıştı. Aşk böyle bir şeydi! Bazen uzun zamanlara
ihtiyaç duyulmuyordu âşık olmak için, bazen yaşadıkların seni karşındakine âşık
edebiliyordu. Bazen onun gözleri, teni, kokusu insanın aklını başından almasına
yetiyordu. Sait’e âşık olmuştu. Bunu biliyordu. Eşimi sevdim, ona âşık oldum
diye düşünürdü. Hâlbuki onu bile böyle sevmemişti, ona hiçbir zaman bu kadar
âşık olamamıştı. Bu nasıl bir işti? Onu her yakınında hissettiğinde nefesi
kesiliyordu. Bu büyülü ortamlar, bilinmeyenlere gidip gelmelerde bile ona
sarıldığı zamanki kadar heyecanlanmıyordu. Kalbinin hayatında hiç bu kadar
hızlı çarptığını hatırlamıyordu.
‘Karnında
kelebekler mi uçuyor?’ denilirdi âşık olanlara ve Huriye bir türlü bunun
yaşamdaki yerini bilemezdi. Oysa şimdi onun karnında o kadar çok kelebek
uçuyordu ki! Böyle günlerce kalmaya razıydı. Böyle Sait’e sarılı bir ömür
kalabilirdi. Bunun adı aşktı. Mevlana Celaleddin-i Rumi:
‘Aşkın yüzlerce neşteri, ruhun damarlarına
sokuldu ve oradan gönül adı verilen bir damla aldı.’ demiş.
Nazan Şara Şatana
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder