AYASOFYA’DA GECE
BULUŞMASI
NAZAN ŞARA
ŞATANA
nazanss.blogspot.com
“Büyük yangından Ayasofya kurtulamamış. Daha sonra,
Justinianos çok büyük bir yapının hayalini kurmaya başlamış. Çok büyük olmalı
ama çok – çok büyük olmalı diyormuş. Bir ikincisi olmayacak kadar büyüklükte ve
özellikte! İki önemli mimar; Aydınlı Anthemios ile Miletoslu İsidoros bu işi
üstlenmişler. En önemli istekleri ise asla yangından etkilenmeyecek bir yapı
yapmalarıymış. Özel malzemeler kullanacaklarmış. Öylede olmuş. Çalışmaya
başlamışlar. Bu çalışmayla ilgili bir sürü hikâyeler, efsaneler var. Onları da
aklıma geldikçe anlatırım. Derken bu muhteşem yapı; 537 tarihinde tamamlanmış.
Kilisenin açılış günü İmparator o kadar çok heyecanlanmış ki, tarihteki bu
önemli sözü işte o zaman söylemiş. Ondan sonra Fatih Sultan Mehmet alana kadar
Dünyanın en önemli kilisesi olmuş.”
“Kızım Fatih sultan Mehmet’in ne kadar büyük biri
olduğunu şundan bile anlayabiliriz. Düşünebiliyor musun? Koskoca bir
imparatorluğu yerle bir ediyorsun, dünyanın en büyük tapınağını camiye
çeviriyorsun ama ana yapıya dokunmuyorsun. O kadar ki, figürlü mozaiklere
ellenilmemiş. Kanuni Sultan Süleyman zamanına kadar hiçbir şey yapılmamış o
zaman bunların üstüne badana yapılmış. Fatih Sultan Mehmet zamanında tuğla minare
ilave edilmiş. Sonra; Sultan İkinci Bayezid zamanında ince minare ilave
edilmiş. Daha sonra da Sultan İkinci Selim zamanında da Mimar Sinan, batıdaki
iki kalın minareyi eklemiş.”
“Doğru Ayasofya’nın uzaktan bakıldığında minareleri
insanı çok etkiliyor. Hepsi sanat şaheserleri...”
“İstanbul’daki bütün yapılar birer şaheser zaten!”
“Eskiler ama. Ben yeni yapıları sevmiyorum.”
“Mimar Sinan gibi bir ustadan söz ederken insanın
aklı karışıyor. Değil mi evladım.”
“Öyle İkram baba, ben bundan sonra Mimar Sinan’ı
yazacağım zaten.”
“Çok doğru bir karar kızım. Ayasofya’da yaptığı
başka bir şeylerde var.”
“Öyle mi?”
“Mimar Sinan'ın yaptığı dayanaklar ve onarımlar
yapının bugüne kadar ulaşabilmesini sağlamış.”
“Ayasofya muhteşem bir eser, dolu dopdolu bir yer.”
“Sinan ustadan söz etmişken onunla ilgili bir şey
var onu da ilave edeyim kızım. Derler ki; Mimar Sinan, hayatını Ayasofya’nın
teknik başarılarını geçmeye adadığını söylermiş.”
“Vay
canına”
“Ayasofya’nın
yapımı süresince, imparatorluğun dört bir yanından eserler getirtilmiş.”
“Öyleymiş.”
“İnşasında
100 ustanın emrinde, 10.000 işçi çalışmış.”
“Böyle
bir yazı okudum İkram baba.”
“Düşün
sen artık nasıl bir yer yaptıklarını.”
“Bildiğim
kadarı ile çevresinde Bizans devrinden kalma vaftizhane ve hazine dairesi var değil
mi?”
“Ek yapılar var. Bu ek yapılarda ise; Vaftizhane
olan yer sonradan, Osmanlı devrinde Sultan Mustafa ve İbrahim'in türbesi
olmuş.”
“Türbesi mi?”
“Tabi burada bir sürü türbeler var.”
“Bunları bilmiyorum.”
“Burada birçok türbe var. Aklıma gelenler; Sultan
İkinci Selim, Sultan Üçüncü Murad, Sultan Üçüncü Mehmet. Ayrıca, bir okul
binası, Sultan Birinci Mahmut döneminden özellikler taşıyan bir şadırvan ve
imaret var.”
Huriye gülümsedi.
“İnanılmaz bir yer burası İkram baba.”
“Öyle evladım. Ayasofya, birçok özelliğiyle uzun yıllar birçok mimarı etkilemiş, çeşitli
devirlerde gördüğü ek ve onarımlarla bugünkü şeklini almış bir yapı…”
“Hani bazen bazı olayları anlamakta zorluk çekilir
ya, bakarsınız görürsünüz de ama aklınız kabullenmekte zorlanır. Ayasofya bana
bunu yapıyor.”
“Kime yapmıyor ki kızım.”
İkram Baba saatine baktı.
“Ben geç kalıyorum Huriye kızım namaza camiye
gideceğim. Sen Ayşenur teyzenle otur istersen, ben namazdan sonra gelirim.”
“Benimde gitmem lazım İkram baba, ne kadar çok
okunacaklar var bilemezsiniz.”
“Peki kızım.”
Anlatacakları
bitmişti.
Sait’in çok hoşuna gitmişti dinledikleri.
“Ne kadar güzel! İnsanın böyle bilgi yüklü, yüreği güzel
yakınları olması çok güzel...”
“Güzel gerçekten. Ben onlarda kendimi çocuk gibi
hissediyorum. Orada gençleşiyorum, güzelleşiyorum.”
“Sen zaten çok güzelsin ve gençsin.”
“Teşekkürler. Farkında mısın? Hep ben konuşuyorum. Benim
hatıralarım, benim anlattıklarım. Sen hiçbir şey anlatmıyorsun?”
“Sen bana benim Ayasofya’m demiştin ya!”
“Evet.”
“Şimdi senin zamanın, elbette sen anlatacaksın. Senin için
geldik. Benimde anlatacağım zamanlar olacak buna inan.”
“Ben anlatmayı, konuşmayı seviyorum ama seni sıkıyor muyum
diye endişe ediyorum.”
“Sıkılmıyorum sen yanımda dur, istediğin kadar konuş, ben hiç
sıkılmam.”
“Ben o kadar uzun kalamam ki.”
“Yine mi gideceksin?”
“Hemen değil.”
Biraz daha durduktan sonra, Huriye’nin içi içine sığmıyordu.
Gitmek başka şeyler görmek istiyordu. Sait’te dalmış gibiydi. Gözleri
küçülmüştü zaten belki de uyuyordu. Yavaşça kalktı.
Rahibeler
Huriye,
geldiği yerden gitmek istiyordu. Büyük salonda bir süre yürüdükten sonra
merdivenlerden çıktı, büyük kapıyı açtı.
Kapının
önünde uzun bir koridor enlemesine duruyordu. Hangi taraftan geldiklerini
hatırlayamadı. Kararsızlığı kısa bir an sürdü.
‘Sanki
nereye gideceğimi biliyorum da karar vermekte zorlanıyorum!’
Uzun
koridorda yürüyordu. Biraz aralanmış, içeriden ışık sızan bir kapı ile koridor
son buluyordu. Kapıyı hafifçe açmak için itelediğinde kapının çok da ağır
olmadığını yavaşça açıldığını gördü. Işıklı bir yoldu burası. Ferahlığı huzur
veriyordu. Büyük bir avluya gelmişti. Kadın sesleri duydu.
“Kadınlar
şarkı mı söylüyorlar?”
Sesler
geliyordu ama tam ne söyledikleri anlaşılmıyordu. Seslerde farklı bir huzur
vardı.
“Bunlar
ilahiye benzer bir şeyler okuyorlar.”
Sesler
çok ahenkliydi ve davetkârdı. Huriye seslerin geldiği tarafa doğru yürümeye
başladığında büyük bir avluda olduğunu fark etti. Avlunun ilerisinde bir yerden
gelen sesleri çok merak ediyordu. Taş ağırlıklı avludan geçti. Seslerin geldiği
yerin kapısını açtığında çok şaşırdı.
“Rahibeler!”
Fısıltı
gibi söylemişti ama rahibelerden biri onun sesini duymuş onun olduğu tarafa
dönmüştü. Onun yanına gelmesini işaret etti. Huriye yanına gitti. İlahi
okuyorlar ve dua ediyorlardı. Rahibenin yanından etrafını incelemeye başladı.
Siyah giysili kadınlar topluluğu gibiydiler. Başlarında aydınlık gibi duran
beyaz örtüleri tertemizdi. Tütsü kokuları yine genzini yaktı. Yanındaki kadın
ona sessizce fısıldadı.
“O
burada.”
Huriye
rahibenin ne dediğini anlamadı.
“Anlamadım”
dedi. Rahibe yine aynı fısıltı ile.
“O
burada hasta yatıyor.”
Rahibenin
kimden söz ettiğini anlayamadı. ‘Kimdi hasta olan, rahibe onu Huriye’ye niye
söylüyordu?’ Rahibe dua etmeye devam etti. Biraz sonra duaları bitmiş olmalıydı
ki, rahibeler susmuş hatta dağılmaya başlamışlardı. Yanındaki rahibe ona döndü.
Huriye tam olarak yüzünü gördüğü rahibeye hayranlığı saygı ile karışıktı. Beyaz
duru bir cilt ve yeşil gözleri ile ona sevgi ile bakıyordu.
“Seni
bekliyorduk.”
“Beni
bekliyor muydunuz?”
“Evet.
O senin geleceğini söyledi.”
“O
kim?”
“Sait”
Sait’mi?
O ne zaman geldi buraya, daha yeni ayrılmıştık?”
“Yeni
olamaz ki, o bayağı zamandır hasta ve burada.”
“Ben
ayrılırken başını dizlerinin üzerine koymuştu ama ben uyuduğunu sanıyordum.”
“Sizin
ne dediğinizi bilmiyorum ama o hasta ve sizi bekliyor.”
“Ben
mi bekliyor?”
“Evet.”
“Siz
gerçekten Sait’in burada olduğunu ve beni beklediğini söylüyorsunuz öyle mi?”
“Burada,
hastalanmıştı. Rahibeler onu bulduklarında bizim manastırın bahçesinde baygın
yatıyormuş. Onu aldık tedavi ettik ama hala tam iyi değil. Dün seni tarif etti,
senin de buraya geleceğini söyledi.”
“Şimdi
o manastırda ve hasta yatıyor öyle mi?”
“Evet,
seni onun yanına götüreceğim.”
Huriye
hiçbir şey anlamamıştı. Kadın belliydi şaka yapmıyordu. Nede olsa o bir
rahibeydi. Dalga geçecek hali yoktu. Üstelik Sait’i nasıl bilsindi. İyi ama o
daha yeni ayrılmıştı onun yanından.
‘Zamansızlık!’
Zamansızlık
mı vardı? O yanından henüz ayrılıyor ama rahibe de onun bayağı bir zamandır
burada olduğunu söylüyordu. Bu nasıl karışık bir durumdu? Bunun içinden çıkılır
hali olması mümkün değildi. Sonra düşündü.
‘Saçmalıyorum.
Ben neyin mantığını arıyorum ki.’
Rahibe
hala ona bakıyordu. Huriye kadına gülümsedi.
“Peki,
gidelim.”
Rahibe
önden yürümeye başladığında diğer rahibelerin Huriye’ye bakıp gülümsediklerini
bazılarının da başları ile selam verdiklerini gördü.
“Rahibeler
ne güzel insanlar. Dünyanın tüm nimetlerinden vazgeçiyorlar kendilerini Allaha
adıyorlar. Evlenmiyorlar, çocuk sahibi olmuyorlar. İnsanlara yardım ediyorlar.
Devamlı olarak dua ve ilahi okuyorlar. Toplu olarak manastırda yaşıyorlar.
Değişik bir düşünce ve değişik bir hayat tarzı! Ben hiçbir zaman böyle biri
olamazdım, ben hiçbir zaman böyle yaşayamazdım. Fakat enteresan bir şekilde
yüzlerinde nurani bir hal var. Bu belki de kendilerini kötü duygulardan
arındırdıklarından kaynaklanıyordur. Kim bilir?”
Nazan Şara
Şatana