TOPKAPI
ŞİFRESİ
NAZAN ŞARA
ŞATANA
nazanss.blogspot.com
Rabia Sultan bütün bunları
düşünürken büyükhanımı da dinlediğini fark etti. Hem de kelime - kelime
dinlemişti.
—Âlim şair ve sanatkârları sık toplar onlarla sohbet ederdi.
—Akşemseddin’in öğrencisiydi.
—Akşemseddin Fatih Sultan Mehmet’in en çok değer verdiği
âlimlerden biriydi.
—Çok soğukkanlı ve çok cesurdu.
—Eşsiz bir komutandı.
—Çok iyi bir idareciydi.
—Yapacağı işleri en yakınlarına bile söylemezdi.
—Okumayı çok severdi.
—Farsça ve Arapçaya çevrilmiş felsefi eserleri çok okurdu.
—Bilimsel konularda dinlerinin ne olduğuna önem vermez bilim
adamlarına kıymet verir. Onlara eserler yazdırırdı.
—Bilime çok önem verdiği için yabancı ülkelerdeki bilim
adamlarını İstanbul’a getirtirdi.
—Nitekim ünlü ressam Belinliyi İstanbul’a getirtmiş ve ünlü
tablosunu yaptırtmıştı.
—Şair ve açık görüşlüydü.
—Azim ve irade sahibiydi.
—Temkinliydi verdiği kararları uygulayan bir kişiliği vardı.
—Devlet yönetiminde oldukça sertti.
—Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri
atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.”
Rüzgarhan burada ara verdi. Heyecanlanmıştı.
Okudukça okuduklarına inanamıyor
gibi bir hali vardı. Sesini kısarak Sultan babaannesine eğildi.
“Boğazım kurudu bir bardak su
içebilir miyim?”
“Tabi içebilirsin. İç afiyet olsun.”
Rüzgarhan annesinin uzattığı
bardaktan suyu içti. Bardağa annesine verirken annesine gülümsedi. Yine biraz
önceki pozisyonuna döndü ve okumaya başladı.
“Yirmi yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan ikinci Mehmet,
İstanbul’u fethedip 1100 yıllık doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak
Fatih unvanını aldı. Hazreti Muhammed’in (s.a.v) hadisi şerifinde müjdelediği
İstanbul’un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Sultan
Mehmet, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul
ettirmişti. Orta çağı kapatıp, yeniçağı açmıştır.”
Sultan babaanne kendinden emin bir
tavırla;
“Çağ açan Hükümdar denir ona… Fatih
Sultan Mehmet’e Ceasar yani Sezar, Kayzer unvanını vermiş oda almış. Düşünün
artık.”
Sustu bir süre suskunluk hepsi için
geçerli oldu. Rüzgarhan hala Büyük hanımın arkasında duruyordu. Rüzgarhan
elindeki kitapçığı karıştırıyordu. Yine eğilerek konuştu.
“Burada okuduklarımın bilinmesinde
fayda vardır diye düşünüyorum. Sultan babaannem bir bakar mısınız?”
“Bakmama gerek yok. Madem sen öyle
düşündün. Bir şehzade boşuna düşünmez haydi oku bakalım.”
Rüzgarhan ağabeyi Fatihcanhan’la göz
göze gelmişti. Gülümsediler birbirlerine…
Rüzgarhan okumaya devam etti.
“Sultan Murat Han, oğlu Şehzade Mehmet’i yalnız din ve fen
ilimlerinde yüksek bir tahsil yaptırmak ve bir takım kültür dillerine sahip
olarak yetiştirmekle kalmadı. O bu kudretli ve kabiliyetli Şehzadeye tecrübeli
devlet adamlarından ve büyük âlimlerden müteşekkil yüksek bir muhiti,
maddi-manevi bakımlardan devrin en üstün ordusunu ve nihayet bütün düşmanlarını
ve Haçlı ordularını yere seren rakipsiz ve sağlam bir devleti miras bırakan bir
hükümdar olarak yetiştirdi.”
Sultan anne torunu Rüzgarhan’a;
“Rüzgarhan şehzadem ağabeyinin
ismini neden Fatih koyduğumu umuyorum ki anlıyorsundur.”
Rüzgarhan önce bir şey anlamadı.
Sonra utanır gibi yaptı. Sustu. Kitap elinde beklemeye başladı.
“Sultan Büyük Hanım ayağa kalktı.
“Kimseyi bu dinletilere mecbur
kılmayacağım. Vakit geç oldu. Birçoğunuzun uykusunun geldiğini görüyorum. Ben
bu gece Fatih Sultan Mehmet’i şehzadelerime anlatmak istiyorum. Bildiklerimi ya
da bilmediklerimi kitaplardan öğrenmek istiyorum. Hepimizin öğrenmesini
istiyorum. İlk başta uzun bir gece demiştik. İki gece oldu. Gerçi bu gece Bal Hatun’un
misafiri var o bize katılmadı. Ama Saat bir hayli geç oldu. Arzu edenler
odalarına çekilebilirler. Biz Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u nasıl almış onu
anlayacağız. Fatih’in adını taşıyan şehzadem ecdadının neler yaptığını tam
öğrenecek. Onunla birlikte diğerlerimizde öğrenecek. Bu gece yarılarına kadar
sürer sanıyorum bizim muhabbetimiz. İştirak edenler kalsın. Etmek istemeyenler
sessizce odalarına çekilsinler.”
Büyük hanım yerine oturdu hiç kimse
yerinden kalkmadı. Bu büyük hanımı memnun etmişti.
Bal Hatun’un eski mahallesinden
komşuları ayda bir onu ziyarete gelirlerdi. Bal hatun onları kendi dairesinde
ağırlardı. Onlarla eskilerden söz ederlerdi… Efsanelerden konuşurlardı
ekseriyetle… Birlikte Kuran okurlar, namaz kılarlar, tespih çekerlerdi. Duaları
bittiğinde de derin sohbetlere dalarlardı… Bu akşam yine Bal Hatun’un
misafirleri gelmişlerdi. Bal hatun onlarla kendi dairesinde yemek yemişti.
Leyla bir tepside onlara yiyeceklerini taşımış, küçük masada bu üç yaşlı kadın
yemeklerini yemişlerdi. Çaylarını zaten Bal hatun burada demliyordu. Sultan
anne ilk başlarda birkaç kere gelmişti. Onun asaleti, zenginliği, hali vakti
durumu gelenleri rahatsız etmişti. Üstelik Sultan hanımda hiç rahat edememişti.
Bir iki kez de yarım saat katılmıştı, sonra tamamen çekilmişti. Konak içinde
küçük dairelerde yaşayanlar konuklarını kendi yerlerinde ağırlıyorlardı. Bundan
kimsenin de bir şikâyeti olmuyordu. Bal Hatun’un can dostlarından Zübeyde onun
dar zamanlarında hep yanında olmuştu. Zübeyde çok olmuştu buralara geleli. Bir
sebepten kaçmışlardı vatanlarından. Bunca yıl geçmesine rağmen ne Bal hatun
sormuştu, nede Zübeyde bir şey anlatmıştı. Necla onun tanıdığıydı. Oda saraydan
gelenlerin yanlarında getirdikleri çalışanların soyundan bir bayandı. Hepsinin
çoluk çocuğu, evi barkı vardı. Arada sırada bir araya gelmek bu üç kadına çok
iyi gelirdi. O akşamda yapılacakları yaptıktan sonra Zübeyde;
“Size bu akşam güzel bir şey
anlatacağım.” Demişti. Diğer ikisi her zaman güzel hikâyeler anlatan ve
anlatmasını da çok iyi bilen bu kadını sabırsızlıkla dinlemeye başlamışlardı.
‘Zühre yıldızı çıkar çobanların korurmuş
Tayları doğurturmuş, atlar esen dururmuş’
‘Şimdi bunu okuduktan sonra
atlatmaya da başlıyorum güzel bir hikâye iyi dinleyin. Hem de öğreneceğimiz
şeyler de var içinde, bildiğimiz şeylerde…
Gökte bir yıldızımız vardır.
Büyüktür kocamandır biz ona Zühre yıldızı deriz. Bildiniz değil mi?”
Bal Hatun cevap verdi.
“Bildik. Tabi.”
“Tamam, ona yabancılarda Venüs
diyorlar. Bizde kutup yıldızından sonra gelir bu biliyorsunuz.”
“Evet.”
“Şimdi bunun hikâyesini dinleyin.
Türklere göre bu yıldız bir kızmış. Üstelik çok güzel bir kızmış.”
“Eee”
Yabancılarda da Venüs yıldızının
güzelliğin sembolü olduğu bilinir. Birde Zühre yıldızına Kırgız Türkleri Kervan
Culduz derlermiş. Kervan kıran’da
denilirmiş. Niye bilir misiniz?
“Niye?”
“Osmanlılarda ilk başlarda Erte
Yıldızı denilirmiş. Erte ne zaman bilir misiniz?”
“Ne zaman?”
“Erte, gece ile şafak arasındaki zamanmış. Bakın şimdi Sibirya’da yaşayan Sagay Türkleri bu yıldıza; Erta Solbani yani Erte çolbani derlermiş. Anadolu’da Tan yıldızı, Solban. Şimdi en son diyeceğime bir bakın. Anadolu’da asıl adı Atları koruyan çoban tanrısı’ denilirmiş. Yani Çobanyıldızı. Bakın şimdi nasıl iş kızımla konuştukta oda aynı şeyi diyor.
“Erte, gece ile şafak arasındaki zamanmış. Bakın şimdi Sibirya’da yaşayan Sagay Türkleri bu yıldıza; Erta Solbani yani Erte çolbani derlermiş. Anadolu’da Tan yıldızı, Solban. Şimdi en son diyeceğime bir bakın. Anadolu’da asıl adı Atları koruyan çoban tanrısı’ denilirmiş. Yani Çobanyıldızı. Bakın şimdi nasıl iş kızımla konuştukta oda aynı şeyi diyor.
“Bering boğazından tut bütün
Türklerin olduğu yerlerde bu yıldıza nerede ise hep aynı şeyler söylenmiş.
Türkler nasıl birbirleri ile iletişim kuruyorlar. Bu ruhini bir durum… Bu
hislerle alakalı! Aynı şeyi düşünüyorlar demek ki…”
Bir süre sonra, başka konulara geçmişlerdi.
Nazan Şara Şatana
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder