23 Mart 2018 Cuma








AYASOFYA’DA GECE BULUŞMASI

NAZAN ŞARA ŞATANA


nazanss.blogspot.com


“Büyük yangından Ayasofya kurtulamamış. Daha sonra, Justinianos çok büyük bir yapının hayalini kurmaya başlamış. Çok büyük olmalı ama çok – çok büyük olmalı diyormuş. Bir ikincisi olmayacak kadar büyüklükte ve özellikte! İki önemli mimar; Aydınlı Anthemios ile Miletoslu İsidoros bu işi üstlenmişler. En önemli istekleri ise asla yangından etkilenmeyecek bir yapı yapmalarıymış. Özel malzemeler kullanacaklarmış. Öylede olmuş. Çalışmaya başlamışlar. Bu çalışmayla ilgili bir sürü hikâyeler, efsaneler var. Onları da aklıma geldikçe anlatırım. Derken bu muhteşem yapı; 537 tarihinde tamamlanmış. Kilisenin açılış günü İmparator o kadar çok heyecanlanmış ki, tarihteki bu önemli sözü işte o zaman söylemiş. Ondan sonra Fatih Sultan Mehmet alana kadar Dünyanın en önemli kilisesi olmuş.”
“Kızım Fatih sultan Mehmet’in ne kadar büyük biri olduğunu şundan bile anlayabiliriz. Düşünebiliyor musun? Koskoca bir imparatorluğu yerle bir ediyorsun, dünyanın en büyük tapınağını camiye çeviriyorsun ama ana yapıya dokunmuyorsun. O kadar ki, figürlü mozaiklere ellenilmemiş. Kanuni Sultan Süleyman zamanına kadar hiçbir şey yapılmamış o zaman bunların üstüne badana yapılmış. Fatih Sultan Mehmet zamanında tuğla minare ilave edilmiş. Sonra; Sultan İkinci Bayezid zamanında ince minare ilave edilmiş. Daha sonra da Sultan İkinci Selim zamanında da Mimar Sinan, batıdaki iki kalın minareyi eklemiş.”
“Doğru Ayasofya’nın uzaktan bakıldığında minareleri insanı çok etkiliyor. Hepsi sanat şaheserleri...”
“İstanbul’daki bütün yapılar birer şaheser zaten!”
“Eskiler ama. Ben yeni yapıları sevmiyorum.”
“Mimar Sinan gibi bir ustadan söz ederken insanın aklı karışıyor. Değil mi evladım.”
“Öyle İkram baba, ben bundan sonra Mimar Sinan’ı yazacağım zaten.”
“Çok doğru bir karar kızım. Ayasofya’da yaptığı başka bir şeylerde var.”
“Öyle mi?”
“Mimar Sinan'ın yaptığı dayanaklar ve onarımlar yapının bugüne kadar ulaşabilmesini sağlamış.”
“Ayasofya muhteşem bir eser, dolu dopdolu bir yer.”
“Sinan ustadan söz etmişken onunla ilgili bir şey var onu da ilave edeyim kızım. Derler ki; Mimar Sinan, hayatını Ayasofya’nın teknik başarılarını geçmeye adadığını söylermiş.”
“Vay canına”
“Ayasofya’nın yapımı süresince, imparatorluğun dört bir yanından eserler getirtilmiş.”
“Öyleymiş.”
“İnşasında 100 ustanın emrinde, 10.000 işçi çalışmış.”
“Böyle bir yazı okudum İkram baba.”
“Düşün sen artık nasıl bir yer yaptıklarını.”
 “Bildiğim kadarı ile çevresinde Bizans devrinden kalma vaftizhane ve hazine dairesi var değil mi?”
“Ek yapılar var. Bu ek yapılarda ise; Vaftizhane olan yer sonradan, Osmanlı devrinde Sultan Mustafa ve İbrahim'in türbesi olmuş.”
“Türbesi mi?”
“Tabi burada bir sürü türbeler var.”
“Bunları bilmiyorum.”
“Burada birçok türbe var. Aklıma gelenler; Sultan İkinci Selim, Sultan Üçüncü Murad, Sultan Üçüncü Mehmet. Ayrıca, bir okul binası, Sultan Birinci Mahmut döneminden özellikler taşıyan bir şadırvan ve imaret var.”
Huriye gülümsedi.
“İnanılmaz bir yer burası İkram baba.”
“Öyle evladım. Ayasofya, birçok özelliğiyle uzun yıllar birçok mimarı etkilemiş, çeşitli devirlerde gördüğü ek ve onarımlarla bugünkü şeklini almış bir yapı…”
“Hani bazen bazı olayları anlamakta zorluk çekilir ya, bakarsınız görürsünüz de ama aklınız kabullenmekte zorlanır. Ayasofya bana bunu yapıyor.”
“Kime yapmıyor ki kızım.”
İkram Baba saatine baktı.
“Ben geç kalıyorum Huriye kızım namaza camiye gideceğim. Sen Ayşenur teyzenle otur istersen, ben namazdan sonra gelirim.”
“Benimde gitmem lazım İkram baba, ne kadar çok okunacaklar var bilemezsiniz.”
“Peki kızım.”

Anlatacakları bitmişti.
Sait’in çok hoşuna gitmişti dinledikleri.
“Ne kadar güzel! İnsanın böyle bilgi yüklü, yüreği güzel yakınları olması çok güzel...”
“Güzel gerçekten. Ben onlarda kendimi çocuk gibi hissediyorum. Orada gençleşiyorum, güzelleşiyorum.”
“Sen zaten çok güzelsin ve gençsin.”
“Teşekkürler. Farkında mısın? Hep ben konuşuyorum. Benim hatıralarım, benim anlattıklarım. Sen hiçbir şey anlatmıyorsun?”
“Sen bana benim Ayasofya’m demiştin ya!”
“Evet.”
“Şimdi senin zamanın, elbette sen anlatacaksın. Senin için geldik. Benimde anlatacağım zamanlar olacak buna inan.”
“Ben anlatmayı, konuşmayı seviyorum ama seni sıkıyor muyum diye endişe ediyorum.”
“Sıkılmıyorum sen yanımda dur, istediğin kadar konuş, ben hiç sıkılmam.”
“Ben o kadar uzun kalamam ki.”
“Yine mi gideceksin?”
“Hemen değil.”
Biraz daha durduktan sonra, Huriye’nin içi içine sığmıyordu. Gitmek başka şeyler görmek istiyordu. Sait’te dalmış gibiydi. Gözleri küçülmüştü zaten belki de uyuyordu. Yavaşça kalktı.

Rahibeler
Huriye, geldiği yerden gitmek istiyordu. Büyük salonda bir süre yürüdükten sonra merdivenlerden çıktı, büyük kapıyı açtı.
Kapının önünde uzun bir koridor enlemesine duruyordu. Hangi taraftan geldiklerini hatırlayamadı. Kararsızlığı kısa bir an sürdü.
‘Sanki nereye gideceğimi biliyorum da karar vermekte zorlanıyorum!’
Uzun koridorda yürüyordu. Biraz aralanmış, içeriden ışık sızan bir kapı ile koridor son buluyordu. Kapıyı hafifçe açmak için itelediğinde kapının çok da ağır olmadığını yavaşça açıldığını gördü. Işıklı bir yoldu burası. Ferahlığı huzur veriyordu. Büyük bir avluya gelmişti. Kadın sesleri duydu.
“Kadınlar şarkı mı söylüyorlar?”
Sesler geliyordu ama tam ne söyledikleri anlaşılmıyordu. Seslerde farklı bir huzur vardı.
“Bunlar ilahiye benzer bir şeyler okuyorlar.”
Sesler çok ahenkliydi ve davetkârdı. Huriye seslerin geldiği tarafa doğru yürümeye başladığında büyük bir avluda olduğunu fark etti. Avlunun ilerisinde bir yerden gelen sesleri çok merak ediyordu. Taş ağırlıklı avludan geçti. Seslerin geldiği yerin kapısını açtığında çok şaşırdı.
“Rahibeler!”
Fısıltı gibi söylemişti ama rahibelerden biri onun sesini duymuş onun olduğu tarafa dönmüştü. Onun yanına gelmesini işaret etti. Huriye yanına gitti. İlahi okuyorlar ve dua ediyorlardı. Rahibenin yanından etrafını incelemeye başladı. Siyah giysili kadınlar topluluğu gibiydiler. Başlarında aydınlık gibi duran beyaz örtüleri tertemizdi. Tütsü kokuları yine genzini yaktı. Yanındaki kadın ona sessizce fısıldadı.
“O burada.”
Huriye rahibenin ne dediğini anlamadı.
“Anlamadım” dedi. Rahibe yine aynı fısıltı ile.
“O burada hasta yatıyor.”
Rahibenin kimden söz ettiğini anlayamadı. ‘Kimdi hasta olan, rahibe onu Huriye’ye niye söylüyordu?’ Rahibe dua etmeye devam etti. Biraz sonra duaları bitmiş olmalıydı ki, rahibeler susmuş hatta dağılmaya başlamışlardı. Yanındaki rahibe ona döndü. Huriye tam olarak yüzünü gördüğü rahibeye hayranlığı saygı ile karışıktı. Beyaz duru bir cilt ve yeşil gözleri ile ona sevgi ile bakıyordu.
“Seni bekliyorduk.”
“Beni bekliyor muydunuz?”
“Evet. O senin geleceğini söyledi.”
“O kim?”
“Sait”
Sait’mi? O ne zaman geldi buraya, daha yeni ayrılmıştık?”
“Yeni olamaz ki, o bayağı zamandır hasta ve burada.”
“Ben ayrılırken başını dizlerinin üzerine koymuştu ama ben uyuduğunu sanıyordum.”
“Sizin ne dediğinizi bilmiyorum ama o hasta ve sizi bekliyor.”
“Ben mi bekliyor?”
“Evet.”
“Siz gerçekten Sait’in burada olduğunu ve beni beklediğini söylüyorsunuz öyle mi?”
“Burada, hastalanmıştı. Rahibeler onu bulduklarında bizim manastırın bahçesinde baygın yatıyormuş. Onu aldık tedavi ettik ama hala tam iyi değil. Dün seni tarif etti, senin de buraya geleceğini söyledi.”
“Şimdi o manastırda ve hasta yatıyor öyle mi?”
“Evet, seni onun yanına götüreceğim.”
Huriye hiçbir şey anlamamıştı. Kadın belliydi şaka yapmıyordu. Nede olsa o bir rahibeydi. Dalga geçecek hali yoktu. Üstelik Sait’i nasıl bilsindi. İyi ama o daha yeni ayrılmıştı onun yanından.
‘Zamansızlık!’
Zamansızlık mı vardı? O yanından henüz ayrılıyor ama rahibe de onun bayağı bir zamandır burada olduğunu söylüyordu. Bu nasıl karışık bir durumdu? Bunun içinden çıkılır hali olması mümkün değildi. Sonra düşündü.
‘Saçmalıyorum. Ben neyin mantığını arıyorum ki.’
Rahibe hala ona bakıyordu. Huriye kadına gülümsedi.
“Peki, gidelim.”
Rahibe önden yürümeye başladığında diğer rahibelerin Huriye’ye bakıp gülümsediklerini bazılarının da başları ile selam verdiklerini gördü.
“Rahibeler ne güzel insanlar. Dünyanın tüm nimetlerinden vazgeçiyorlar kendilerini Allaha adıyorlar. Evlenmiyorlar, çocuk sahibi olmuyorlar. İnsanlara yardım ediyorlar. Devamlı olarak dua ve ilahi okuyorlar. Toplu olarak manastırda yaşıyorlar. Değişik bir düşünce ve değişik bir hayat tarzı! Ben hiçbir zaman böyle biri olamazdım, ben hiçbir zaman böyle yaşayamazdım. Fakat enteresan bir şekilde yüzlerinde nurani bir hal var. Bu belki de kendilerini kötü duygulardan arındırdıklarından kaynaklanıyordur. Kim bilir?”


Nazan Şara Şatana



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder