1 Aralık 2017 Cuma



YOSMA
Osmanlı'da Kaldırım Serçesi

nazanss.blogspot.com



Bizim hikâyemiz İstanbul’da geçer.
Nedim, ne demiştir bir kasidesinde?

Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır 
Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında 
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır

Yaşamımızda dürtülerimiz, ileri sürdüğümüz ve başkaları ile hem fikir olmadığımız olayları izlerken, okurken ne anladığımızla alakalı birçok eylemlerimiz vardır.
Elbette temel kökeninde kadın var, kadınla birlikte erkek var, şehvet var, istek var, arzular var.
Olmalı hayatın aslı da bu değil midir?
Temel kökenlerde arzu yok mu?
Geleneksel yaşamımızda cinsellik yok mu?
İnsanoğlunun ilk evvelinde olmazsa olmaza odaklandığımızda ilk gördüğümüz, düşündüğümüz iki kişinin birleşmesi değildir de nedir? Bu birleşmelerde sevgi olmalı, bu yakınlaşmalarda yüreğin kıpırtısı olmalı. Şart mı?
Neye göre, kime göre şart veya değil.
Bazen sevişme bir doğmaya sebebiyet verir.
Bazen sevişme bir rahatlama, bazen de ruhların el ele tutuşması… Saplantılarımızı bir kenara bıraktığımızda, hoşgörümüzü de yüreğimize yerleştirdiğimizde geleneklerimizin en ağırından ziyade bize daha gülümseyenini seçtiğimizde, aşkımıza da sonuna kadar sahip çıktığımızda ancak o zaman neyi ne zaman nasıl yaptığımızın farkına varırız.
AŞK
Şeyhülislam Yahya demiş ki:

“Cihanda ''âşık-ı mehcur'' sanma rahat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur”
 (Dünyada ''asktan uzak kalan'' sanma rahat olur neler çeker bu gönül söylesem ŞİKÂYET olur)

Bu her zaman aşk adı altında olmaz.
Bazen aşktır, bazen de geçim sebebi.
Bazen paradır, bazen de surata atılmış hızlıca bir tokat.
Bazen mecburiyettir, bazen de talihin oynadığı ağır bir oyunun gülümseyen cilvesidir.
Çeşitli akımlar, çeşitli yerler, dinler, diller, zaman ve değişenler!
Değişmeyen bedenlerin isteklerinin tek merkez hali olması…
Asırlardır, krallar, sultanlar, paşalar, işçiler, ergenliğe adım atmış her canlı nasıl ölümü tadacaksa cinselliği bilecek, tadacak ve bundan zevk alarak kimi bu şekilde hayatını idame ettirecek, kimi de bunun bir geçim kavgası olduğunun bilincinde olarak zevk alıyormuşçasına oynayacak.
Bu işin ustaları tecrübelerini sergileyecekler, deneyimlerinin birikintilerinin aktarımını yapacaklar, bazen istenmeyen sonuçlar canlar yakacak, bazen aileler dağılacak, bazen basit bir cinselliğin neticesinde ağır bedeller ödenecek.
Dürüst olmak gerekirse yaşamımızdaki ‘şartların’ birçok ağır faturaları olmuştur, olacaktır.
Buna rağmen vazgeçilmemesi devamının ısrarlı süregelmesi bunun önemini daha da vurgulayarak bizlere anlatmakta değil midir?
Bu düşüncemizi hangi gücümüzle yâda zaafımızla yargılıyoruz ve neticelendiriyoruz.
İki önemli unsuru göz ardı edemeyiz.
Kendimiz ve başkaları.
Bu iki kelime anlamında oldukça sade…
Açılımına geçtiğinizde şaşkınsınız.
Çünkü kalabalık olan algılar!
Getirileri ve götürülerine razı olma durumu!
Yaptıklarımız başkalarının hayatlarına ışık yaktığı gibi yanan ışıklarının kapatılmasına, onların karanlığa gömülmesine de sebebiyet verebilir. Peki, biz bunu bilmiyor muyuz?
Biliyoruz ve yapıyoruz.
Asl olan budur.
Sonrasında çok pişmanım demek meseleyi halletmiyor ki.
Sevgi üretiyor muyuz?
Yoksa tersini yapıyor ve tüketiyor muyuz?
Deneyimlerimiz sevginin önemini öğretmedi ise yapılacak bir şey de kalmamış yâda çok azı bırakılmıştır.
Bir şeyler yapılmış olmalı ki, doğru yâda yanlış!
Bir dilbere yürekten deseydi, söyleseydi:

"Ey dilberi rana! Ey tesadüf-ü müstesna! O mahrem suratınızı görünce size lahza-i kalpten sarsıldım... Niyetim âcizane-i taciz etmek değildir. Bilakis efkâr-i umumiye de ufak bir aile bacası tüttürmektir. Sözlerim sizi temin ve tatmin edecekse şayet zevc-i izdivacınıza talibim!"
 O ciddi olsaydı, dilber emin olsaydı hiç der miydi?

“O mahrem suratınıza bir sille-i Osmaniye nakşedersem sekte-i kalpten terk-i hayat edersiniz...”

Tam tersiydi hayat. Onu dikkate bile almamış, hoşça eğlenmek olmuş niyeti. Dilber farkında değil mi ki, öyle cevap verdi. Farkında hep bildi, hep anladı, hep ağladı.
Netice yapılmış, aktarılmış, iletilmiş.
Asırlar geçmiş, geçmeyen anlatılar, bitmeyen efsaneler, tükenmeyen hikâyeler.
Ne çok yazara ilham olunmuşluklar, ne çok şaire dörtlükler yazdıranlar.
Aşk hep vardı da,
Cinsellik hep yok muydu?
Şimdilerde varda eskilerde mi yoktu?
Bir kadın bir erkek, birlikte olmak yenilerde varda eskilerde yok muydu?
Mesela Osmanlı döneminde bir fahişe yok muydu? Vardı.
Birçoğu vardı.
Biz birini biliyoruz. Birini tanıyoruz.
Onun gönlünü, ruhunu, sevgisini, sevmemesini, acısını, tatlısını, cinselliğini, vücudunu, dudaklarını, arzularını biliyoruz.
Siz biliyor musunuz?
İzninizle ben sizlere anlatmak istiyorum.

Nazan Şara Şatana

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder