Sultan’ın Son Günleri
nazanss.blogspot.com
Abdülhamit Han’ın son
günlerini de bilmek isteriz.
Bu büyük hakan’ın ne
yazık ki çileli yaşamı hayatı boyunca devam etmiş.
Sultan Abdülhamit Han’ın son
zamanları anlatan bu yazıyı sizlere aktarmak istedim.
Biraz daha günlük hayatından söz
edildiği için bana değişik geldi.
Sizlerde bilin istedim.
Hastalandığında yaşadıkları, eşi
ve doktoru ile sonrasında da çocukları ile olan son demlerini!
Bilin istedim.
Tam
33 yıl (1876–1909) Devlet-i Âliye'yi idare ettikten sonra 31 Mart Vak'ası ile
tahttan indirilen ve İttihatçılar tarafından Selanik'e sürülen 2. Abdülhamid,
Balkan Harbi'nin patlak vermesi üzerine İstanbul'a geri getirildi.
·
Hâkân-ı
Sâbık, beş yıl boyunca Beylerbeyi Sarayı'nda sıkı gözetim altında yaşadı.
Cihan
Harbi'nde (1914–1918) cephelerden gelen acı haberler karşısında çok üzülen
yaşlı hünkâr, her yanı tarih kokan ama merkezî ısıtma sistemine ve diğer
saraylardaki gibi ihtişamlı şöminelere sahip olmayan Beylerbeyi Sarayı'nda,
mangal ateşiyle ısıtılan bir odada ölümü karşılamak zorunda bırakılmıştı…
Hastalığı ve vefatı…
Onun gidişine ağlayan
İstanbul’lular ve görkemli olarak cenazesinin taşınması ve defnedilmesi.
Ben onun türbesini ziyaret
ettiğimde, dualar okuduğumda ne yazık ki! Hakkında şimdiki kadar bilgi sahibi
değildim. Her gün onu biraz daha yakından tanıyorum.
O büyük bir sultan, büyük bir
devlet adamı…
Savaşlardan sonra ortada kalan
binlerce dul, yetim ve kimsesiz insanlar İstanbul’a geliyorlar.
Korumasız ve sokaktalar. Aç ve
perişanlar.
Sultan Abdülnamit Han’ın
yaptıklarını okuyunca inanın gözlerim yaşardı.
Yetkililer böyle bir yeri
yapacak güçleri olmadığını söylediğinde, kendi parasını ortaya koyuyor.
Yetmiyor yakınlarından para alıyor onları koyuyor. Yine yetmeyince kendince çok
ama çok önemli olan şahsi eşyalarını müzayedelerde sattırıyor.
İnşaatı başlatıyor. O
kimsesizlerin kimsesiz olmadığını söylüyor; ben varım diyor.
Ne yazık ki onun yaptıkları
yıllar sonra bilinir olmaya başlamış.
O büyük bir Osmanlı Sultanı.
Onu sizlere anlatmaya devam
edeceğim.
Anlatıların yazılarını alıntı
yapacağım.
Dileğim haksızlığa uğramış,
yanlış tanıtılmış Abdülhamit Hanı biraz daha tanımak ve onu birçok tarihçinin
de söylediği gibi:
Anlamak!
Nazan Şara Şatana
·
5
Şubat 1918'de şiddetli soğuk algınlığı sebebiyle rahatsızlanan 2. Abdülhamid,
saray doktoru Hüseyin Âtıf Bey'in verdiği ilâçları kullanınca akşama doğru
iyileşir gibi oldu; hattâ giyindi ve biraz dolaştı.
Akşam
yemeğinde âdeti olduğu üzere ailesiyle birlikte sofraya oturdu.
İştahsızlıktan
söz ederek bir köfte, bir iki kaşık kabak, bir adet de pirinç unu tatlısı yiyen
2. Abdülhamid, yemekten sonra göğsünde bir sancı hissetmeye başlayınca Müşfika
Hanım derhal doktor getirtmek istedi; ama Âtıf Bey o sabah müsaade alarak evine
gitmişti.
Kardeşi
Vahdettin Efendi'nin hususî doktoru Aleksiyadis Efendi Beylerbeyi'nde
oturuyordu. Hemen Muhafız Kumandanı Rasim Bey ona haber gönderdi. Abdülhamid'i
muayene eden doktorun teşhisi "zatürree" başlangıcıydı.
Hâkân-ı
Sâbık'ın üşüme nöbetlerinin ardı arkası kesilmiyordu. Bu arada Sultan Reşad ve
Enver Paşa'ya vaziyet bildirildi. Sonunda Âtıf Bey saraya geldi.
O
da muayene neticesinde aynı kanaate varınca Abdülhamid, bir de meşhur
doktorlardan Neşet Ömer Bey'e kontrol ettirildi.
Durumu
iyi değildi, sabaha kadar sarayda kimsenin gözüne uyku girmedi.
Doktorların
tavsiye ettiği ilâçları kullanmasına rağmen, Abdülhamid'in
hastalığı ağırlaşıyor ve bir iyileşme belirtisi görülmüyordu.
Sabahları banyo yapmaması tavsiye
edilen Abdülhamid, ihtimal vefat edeceğini hissetmiş olmalı ki,
"Banyo benim medar-ı
hayatımdır, beni kimse bundan men edemez, beni banyodan mahrum ederseniz
hakkımı helâl etmem." diyerek bu tavsiyeyi dinlemedi. Vefat ettiği günün
sabahında da banyosunu yaptı.
Hayatının
son yirmi yılında dâima yanında bulunan Müşfika Hanım, banyodan sonra
çamaşırlarını giydirdi yaşlı çınarın. Fakat bir şey dikkatini çekti.
Abdülhamid'in sırtı fevkalâde terliyordu. Müşfika Hanım endişe içerisinde,
"Aman
efendiciğim çok terliyorsunuz." deyince Abdülhamid'in dudaklarından,
"Kadın, bu ecel teridir." sözleri döküldü.
Bu
ifadeler karşısında Müşfika Hanım irkildi.
Daha
sonra Abdülhamid oturduğu yerde sabah namazını edâ etti ve sütünü istedi. Âdeti
üzere yarım bardak maden suyuna karıştırılmış sütünü içtikten sonra,
"Hamdolsun Yarabbi! Daha iyiyim." deyip Müşfika Hanım'ın yardımıyla
yatak odasına girdi ve yavaşça yatağına uzandı.
O
dakikalarda Sultan Reşad'ın, Selâm-ı Şâhâne ile Dolmabahçe'den gönderdiği
doktorlar geldi.
Muayene
esnasında Şehzade Âbid Efendi'nin mahzun bir hâlde karşısında durduğunu gören
Abdülhamid, "Ağlama oğlum. İyiyim, üzülme." diyerek onu teskin etti.
Biraz rahat nefes alabilmek için doktorlardan kan almalarını istedi.
Doktorların, rahat etmesi için morfin yapma tekliflerini ise reddetti.
Heyet
odadan çıktıktan sonra içeride kalan Rasim Bey, Abdülhamid'in yanına gelerek
elini öptü ve "Hâkânım hakkını helâl et!"
dedi. Abdülhamid, Selanik sürgününden bu yana yanında bulunan muhafız
kumandanının yüzüne hayretle baktı, bir cevap vermedi. Sonradan içeriye giren
Saliha Hanım'a gülümseyerek, "Rasim Bey bizden ümidi
kesmiş olacak ki, elimi öptü, benden helâllik istedi."
dedi. Gözleri dolmuş bir hâlde ah çekerek, "Bütün hizmetime bir kara
çarşaf çektiler. Benim kimseden talep edecek hakkım yok." diye ilâve etti.
Müşfika
Hanım bu sırada, "Efendiciğim! Bundan büyük
hastalıklar geçirdiniz. İnşallah yine iyi olursunuz. Hakkınızı da elbet Allah
alır." cevabını verdi.
Doktorlardan
durumun ciddiyetini haber alan Sultan Reşad, ağabeyinin en büyük oğlu Şehzade Selim
Efendi'ye haber yollayarak, kardeşleriyle birlikte hemen Beylerbeyi'ne
gitmesini istedi.
Öğleye
doğru Selim Efendi ve Ahmed Efendi saraya geldi. Haberi getiren Dilberyâl
Kalfa'ya, şehzadelerin biraz beklemesini söyleyen Abdülhamid, sulu bir kahve
istedi.
Müşfika Hanım'ın koluna dayanarak
oturan Abdülhamid, Şöhreddin Ağa'nın getirdiği kahveyi eline aldı ve bu sırada
gözlerini odada bulunanların üzerinde gezdirerek âdeta onlarla vedalaştı. Vefakâr eşi Müşfika
Hanım'ın avucunu öperek, "Allah senden razı olsun." dedi.
Sonra
Saliha Hanım'ın elini tutarak,
"Hakkını
helâl et." deyip onunla da vedalaştı.
Kahveden
bir yudum içti; ama ikinci yudumu içemeden kahve Müşfika Hanım'ın avucuna
döküldü ve yüksek sesle "Allah!" diyen
Abdülhamid'in başı Müşfika Hanım'ın koluna düştü.
Odadan yükselen "Efendimiz bayıldı,
doktor yetişsin!" sesleri üzerine Âtıf Bey koşarak geldi.
Bu sırada Şehzade Âbid Efendi de
doktorla birlikte içeriye girdi.
Sultan
Abdülhamid'in râhmet-i Rahmân'a kavuştuğunu anlayan Âtıf Bey, bu acı hakikati
odadakilere söylemedi. Kolları arasında Abdülhamid'i tutan Müşfika Hanım bir
türlü kendisini bırakmak istemiyordu.
Âtıf
Bey, "Bana bırakınız. Baygındır. Lâzım gelen tedaviyi yapacağım. Siz hemen
çıkınız." deyip Müşfika Hanım ile Şehzade Âbid Efendi'yi odadan çıkardı.
Onlar
dışarı çıktıktan sonra, hâlâ odada bulunan Dilberyâl Kalfa'ya,
"Ne
duruyorsunuz? Bir tülbent getiriniz de çenesini bağlayalım." deyince,
kapıda bir şey anlamadan duran sadık bendegân Kahvecibaşı Şöhreddin Ağa'nın
feryadıyla Abdülhamid'in ölüm haberi sarayda yankılanmaya başladı.
Şehzade
Âbid Efendi, "İnanmam. Babam şimdi yatağında oturuyordu." diyerek
ağlıyordu.
Diğer
şehzadelerin de gözlerinden yaşlar akıyordu.
Ölüm
haberi alan muhafız zabitler, içeri girerek son ta'zim vazifelerini yaptılar ve
kadınları dışarı çıkararak ikişer ikişer nöbet tutmaya başladılar.
Zâbitlerden
Zekeriya Efendi de cenazenin başında Kur'ân okumaya başladı.
Efsane
Sultan'ın ölümü duyulunca Beylerbeyi Sarayı taziyeye gelenlerle dolmaya
başladı. Hânedândan çokları geceyi sarayda geçirdi ve sabaha kadar
Abdülhamid'in ruhu için dualar edildi, Kur'ân-ı Kerîm okundu.
Zatürreeye yakalandıktan sonra
vefat eden Osmanlı padişahlarından üçünün, yani Sultan 2. Mahmud, Sultan
Abdülmecid ve Sultan Abdülhamid'in "baba, oğul ve torun" olmaları
mânidâr bir tevafuktu...
Sultan
Reşad, ağabeyinin Sultan 2. Mahmud Türbesi'ne defnedilmesi ve bilfiil makam-ı
saltanatta bulunan padişahların cenazelerinde yapılan merasimin aynen
yapılmasını irâde etti.
Padişahın
bu emri, icabedenlere tebliğ edildi.
Aile
içinden bazı kimseler, Abdülhamid'in, Fatih Sultan Mehmed'in türbesine defni
için ısrar ettilerse de Enver Paşa,
"Fatih'in
türbesine hiç kimsenin defni câiz olamayacağından bahisle" muvafakat
göstermedi.
76
yaşında hayata gözlerini kapayan Sultan Abdülhamid'in cenazesi, 11 Şubat 1918
Pazartesi günü Beylerbeyi Sarayı'ndan Topkapı Sarayı'na getirilmeden evvel,
ailesi ve yakınları tekrar odasına girip son hürmeti ve vedâı yaptılar.
Cenaze zâbitler tarafından
taşınırken, askerler de sarayın bahçesinde selâma durdular. Cenazenin
çıkarılmasının ardından muhafız komutanı tarafından oda mühürlendi.
Bir
Osmanlı padişahı Vefât edince, âdet olduğu üzere cenazesi, dört asır devletin
idare edildiği Topkapı Sarayı'na getiriliyordu. Sarayın en mahrem bölgesi kabul
edilen üçüncü avludaki Mukaddes Emanetler Dairesi'nde, altın bir sandıkta atlas
örtüler içinde Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) mübarek hırkası
muhafaza ediliyordu.
Allah
Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Asr-ı Saadet'ten mübarek hatıralar
taşıyan bu daire, hayatın ötelere endekslendiği mübarek bir mekândı. Hemen
arkasında yer alan çeşme ise, tarihimizin ayrı bir ibret vesikasıydı. Vefât
eden padişahlar, "hayat-ölüm çeşmesi" denen bu
çeşmenin başında gaslediliyorlardı.
Sultan
Abdülhamid'in cenazesi muhafızlar, Enderûn-ı Hümâyûn ağaları ve saray erkânı
nezaretinde Hırka-i Saadet'in yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi. Kapı
kapandıktan sonra daire erkânından başkası içeriye giremedi ve Enderûn ağaları
nezaretinde cenaze burada yıkandı. Sultanın vücudunda uzun bir hastalığın
zaafı, teninin renginde ölüm sarılığı yoktu. Saçı ve sakalı ağarmış; gözleri
kapanmış, çukura batmıştı.
Yıkandıktan
sonra sarı ipek işlemeli havlularla kurulanan naaş, kefenlenip hürmetle tabuta
konuldu. Abdülhamid, hayatının son dakikalarına kadar şuurunu kaybetmemişti. O
ânlardaki vasiyeti de harfiyen yerine getirildi. Göğsüne ahidnâme duası, yüzüne
Hırka-î Saâdet destimali, tabutun üzerine de siyah Kâbe örtüsü örtüldü.
İçeride bunlar olurken Hırka-i
Saâdet'in önündeki kalabalık, her geçen dakika artıyordu. Veliahd Vahdettin
Efendi, şehzâdeler ve ulemâ, Enderun avlusunda yerlerini almışlardı.
Yabancı elçiler, bu muazzam
daireyi merak içinde seyrediyorlardı. Kış mevsimi olmasına rağmen hava
güneşliydi. Şubat güneşi altında nişan ve sırma üniforma parıltısından başka
bir şey görünmüyordu.
Sonra
birdenbire Hırka-i Saâdet'in kapısı açıldı ve Enderûn avlusunda bütün nazarlar
oraya çevrildi. Herkes heyecan içinde cenazeyi görmek istiyordu. Nihayet,
elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, kırmızı atlaslarla tezyin edilen
tabut, parmaklar üzerinde dışarı çıkarıldı ve dairenin hemen önünde bulunan
"kaide" üzerine konuldu.
Yıldız
Camiî'nin vaizi etrafına bakıp, "Merhumu nasıl
bilirdiniz?" diye sorunca, avludaki servilerin arasına
dağılmış kalabalıktan hazin bir ses tonuyla "İyi biliriz..." cevabı
yükseldi.
Fatiha
okunmasıyla bu merasim de son buldu ve tabut bir defa daha omuzlara alındı.
Şâzelî Dergâhı şeyhlerinin okudukları Kelime-i Tevhidler, tekbirler ve na'tlar
arasında Bâb-üs Saâde önüne getirildi.
Cenaze
namazı burada Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi'nin imameti ile kalabalık bir
cemaatle edâ edildi. Bilâhare, padişahlara mahsus büyük bir askerî merasimle
Topkapı Sarayı'nın ana giriş kapısı Bâb-ı Hümâyûn'dan çıkarılan cenaze,
Divanyolu'ndaki türbeye doğru götürülmeye başlandı.
Ayasofya önünden türbeye kadar
cadde üzerinde iki sıra asker dizilmişti. Fevkalâde ihtişamlı bir surette
yapılan merasimde şehzâdeler, damatlar, yabancı elçiler, askerî ataşeler, dinî,
idarî ve askerî erkân, üniformalarıyla tabutun arkasında ilerliyorlardı.
Abdülhamid'in oğulları, muazzam
kalabalıkta metanetlerini korumaya çalışıyordu.
Halktan
da on binlerce insan cenazeye iştirak etti. Koca Sultan, son istirahatgâhına
doğru uğurlanırken derin bir teessür içinde bulunan İstanbullular sokaklara
döküldü.
O
gün Osmanlı payitahtı, tarihinin en heyecanlı ve en hareketli günlerinden
birini yaşadı. Pencerelerden sarkan kadınlar, "Bizi doyuran padişahım,
bizi bırakıp nereye gidiyorsun?" diye ağlıyorlardı.
Tahtan
indirilişinin üzerinden geçen zamana rağmen halk, Abdülhamid'i unutmamış, hak
ettiği vefayı esirgememiş; Divanyolu Caddesi'ne çıkan sokaklar dua eden ve
hüsn-ü şehâdette bulunan insanlarla dolmuştu.
Sonunda Sultan Abdülhamid'in
cenazesi dualar, tekbirler eşliğinde dedesi Sultan 2. Mahmud için inşâ edilen
ve amcası Sultan Abdülaziz'in de medfun bulunduğu türbeye "Allah!
Allah!" nidalarıyla getirildi ve hürmetle kabre indirilip defnedildi.
Böylece Osmanlı tarihinin en
muhteşem padişahlarından birisi daha fâni âlemden bâkî âleme göç etmişti.
Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder