30 Eylül 2017 Cumartesi





Amazonlar Kraliçesi

Dede Korkut eserlerinde Amozanlar için Alp kızları demiş.Tarihte bir çok uygarlık ve tarihçiler Amazonlardan söz etmişler.
nazanss.blogspot.com









DÜNYANIN BİRÇOK YERİNDE TÜRKLERİN AYAK İZLERİ VAR
Avrupa medeniyetinin temelini oluşturan Etrüskler Türk’leriymiş.






AYASOFYA’DA GECE BULUŞMASI
nazanss.blogspot.com












Oğuz Kaan Destanı
IŞIĞIN İÇİNDE, ALNINDA KUTUP YILDIZI GİBİ
PARLAYAN BİR BEN, OLAN
KIZ DURUYORMUŞ.


nazanss.blogspot.com








BİR YAZAR BİR GECE AYASOFYA’DA KALDI
nazanss.blogspot.com






BÜYÜK HUN İMPARATORU ATİLLA
nazanss.blogspot.com




Eski Türklerde güneşin batması kıyamet anlamına geliyormuş
nazanss.blogspot.com





YILIN YAZARI ÖDÜLÜNÜ
MEDİA GRUP NAZAN ŞARA ŞATANA’YA VERDİ.

nazanss.blogspot.com






Yıldız Moran
O Bir Fotoğrafçı


nazanss.blogspot.com


24 saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak bir konudur fotoğrafçılık. İnsana, yaşama özgün, bir aşamanın bir yerini kavramsal olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak verebilen kişidir fotoğrafçı




Bir işe gönül vermek gerekli ve başarılı olmak için çok sevmek. Çok uğraşmak, zamansızlığı bilmek, uykuna keder koymak, övünlerini geçiştirmek, dinlenmeyi bilmemek, eğlenceden uzak kalmak, kendine ayırdığın boş zamanında bile işine yönelmektir.
Onunla yatıp onunla kalkmaktır.
Uykuda bile bir gün sonraki heyecanı düşünmek ve geçmeyen karanlığın sabırsızlığı içinde sabahı beklemektir.

Bir fotoğrafçıyı anlatmak istedim sizlere.
Bir kadın fotoğrafçı ve Türkiye’nin akademik eğitim almış ilk kadın fotoğrafçısını, Yıldız Moran’ı…

Başarılı Türk kadınlarından biri bu muhteşem kadın.
İngiltere’de eğitim almış, ünlü fotoğrafçı John Vickers’ın öğrencisi olmuş.

Onun en iyi ustalığının ışıkla dansı olduğu söyleniyormuş.
Işığı beklermiş.
Sabahın en güzel ışığının hangi zaman diliminde ve en çok nerede, ne kadar güzel…
Bu güzelliğe birikimi, sevgisi ve yaptığı işe olan aşkını da ilave edince ortaya şaheserler çıkmış.

Ne kadar güzel bir cümle okudum bir yerde ve diyor ki:

Bir anlamda “retrospektif” niteliğindeki kapsamlı sergi, Moran’ın bu kendine ait iç sesini, Türk ve dünya fotoğraf tarihi içindeki görünürlüğünün izlerini de derinleştiren yeni bir okumayla ortaya koyabilmeyi amaçlıyor. 

24 Temmuz 1932’de İstanbul’da doğmuş 15 Nisan 1995’te vefat etmiş. Bu yaşam süresinde hayatına o kadar güzellikler sığdırmış ki…
Dolu dolu yaşamış hayatını,  Robert Kolej’inden mezun olduğunda isteği resim okumakmış.
Orada hayatının akışını değiştirecek biri ona bir yol haritası önermiş. Öneren dayısı ve oda bir bilirkişi.  Sanat Tarihi profesörü Mazhar Şevket İpşiroğlu…
Fotoğrafa yöneltmiş yeğenini.
İşte o zaman karar vermiş ve fotoğraf eğitimi almak üzere İngiltere’ye gitmiş.

Aslında bu konuyu iki satırla geçiştirmeyelim.
Seyit Ali Ak’la yaptığı bir söyleşide:

“Beni fotoğrafçılığa iten başarısızlığımdı. Kolejde 8. sınıfta hiç beklemeksizin sınıfta kalınca oldu. Nazım’ın eşi Münevver Hanım geliyordu dersime. Çok iyi bir hoca idi ama Moda’da oturduğumdan yola dayanamayıp hiç derse girmedim. Kalmak büyük şok oldu.
Dayım Mazhar Şevket İpşiroğlu,
‘Niçin fotoğraf yapmıyorsun’ dedi.
Resme olan ilgimi biliyordu. Kendi olanaklarımla İngiltere’ye gittim, öğrenci oldum. O zaman İngiliz Ataşesi bile İngiltere’de fotoğraf okulu olduğunu bilmiyordu. Dekorasyon çalışan bir arkadaşımın okuluna yazarak ve apar topar beş gün içinde gittim, ucu ucuna yani…”

Serüven bundan sonra hızla başlamış.

1950 – 1951 yılları arasında Bloomsbury Teknik Koleji’nde ve 1951 – 1952 yılları arasında da Ealing Teknik Koleji’nde fotoğrafçılık eğitimi almış.

Tanınmış fotoğrafçı Barron’ın asistanlarıyla sonra da Olde Vie Tiyatrosu’nun ünlü fotoğrafçısı John Vickers ile çalışmış.

Birikimleri arttıkça çalışmasını da hızlandırmış.
Ardından:
İngiltere’de bulunduğu süre boyunca biri Londra’da, dördü Kembriç’de, ilgi gören beş sergi açmış.

1952 yazında İtalya’ya giden Moran, orada bir fotoğraf kulübüne üye olmuş.
İspanya’yı ve Portekiz’i dolaşmış.

Bu ülkelerdeki çalışmalarından oluşan bir fotoğraf kitabı hazırlamış ve çeşitli sergiler açmış.

Sonrasında Türkiye’ye dönmüş.
İstanbul ve Anadolu’yu dolaşmış, fotoğraflar çekmiş ve tanınmaya başlanmış.

Beyoğlu Kallavi Sokak’ta o yıllarda sanat dünyasının önemli uğrak noktalarından biri olan Maya Galerisi’nin üstünde açtığı stüdyosunda hem çekim yapıyor hem de çektiği fotoğrafları sergiliyormuş.

Şubat 1955’ten Mayıs 1957’ye kadar üçü İstanbul’da biri Ankara’da dört sergi açmış.
Sergiler iç ve dış basında çok ses getirmiş.

Sanat uğraş ister,
Sanat zaman ister,
Sanat para kazandırmaz,
Sanat ömrü tüketmeyi ister,
Zaman beklemeyi öğretir,
Zaman sabrı zorlar.
Bütün bunlara rağmen sanat vazgeçilmezdir.
Tutkudur, aşktır, hayattır…

Nitekim Türkiye’deki sergilerden para kazanamamış.
Tanınma var, beğenilme var, kazanç yok.
Sanata gönül verenlerin ortak hikâyesi…

Her şerde bir hayır var diyen büyükler Yıldız Moran’ın hayatında da yanılmamışlar.
Bu sıkıntılı günlerinde para kazanmak için yılbaşı kartları bastırıp satmaya karar vermiş.

Kartları bastırmak için gittiği matbaada Özdemir Asaf’la tanışmış.

Aktardığım yazıda yine onun sözleriyle:

“Yaşamımı sürdürebilmek için para kazanmam gerekliydi. Yılbaşı kartları yapıp satmak, para kazanmamı sağlayabilir diye düşündüm. Anlaştığım matbaa çok kötü basmıştı kartlarımı. Tam umutsuzluğa düşmüşken, bir arkadaşım Özdemir Asaf’ı önerdi.
‘Hem şairdir, hem de titiz ve güzel baskılar yapar’ dedi.

İş konuşmak için Özdemir Asaf’ın matbaasına gittim. Tarihini de verebilirim tanışmamızın;
4 Kasım 1954, saat 11.00. kelimelerle dile getirmek zor. Duygulu, kibar, hiç görülmemiş ve bir daha göremeyeceğim bir insandı Özdemir Asaf.
Pırıl pırıl bir zekâ, renkli, yepyeni, bambaşka bir dünyaydı o.
Olağanüstü bir insandı kısacası…”

Fotoğraflarına can veren yıldız Moran elbette aşka da yön vermişti.
Bu iki güzel insan 1962 yılında evlenmişler.

Burada bir kayıp var.
Evlendikten sonra fotoğrafçılığı bırakmış.

Sözlük yazarlığı yapmış,
Çevirmenlik yapmış.

Yaptığın işten vazgeçmenin çok zor olduğunu biliyorum.
O günler hakkında Yıldız Moran demiş ki:

 “24 saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak bir konudur fotoğrafçılık. İnsana, yaşama özgün, bir aşamanın bir yerini kavramsal olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak verebilen kişidir fotoğrafçı
Birden 24 saatimi bu konuya mı vereceğim, yoksa daha önemli konular var mı benim için diye düşündüm. Daha önemli şeyler olduğuna karar verdim ve 12 yıl sonra bıraktım bu işi
Dört yıl içinde üç çocuk sahibi oldum ve artık tüm 24 saatlerimi çocuklarıma adadım.”

O bırakmış olsa bile yaptıkları ona başarı belgeleri olarak geri dönüş yapacaklardı. Nitekim:

1982 yılında İDGSA Fotoğraf Enstitüsü tarafından onur üyeliğine layık görülmüş.

Uzun yıllar sonra ismi bir kez daha fotoğrafçı olarak anılmış.

Yıldız Moran’ın sözleri şöyle devam etmiş söyleşide:

“Üç çocuk dünyaya getirip fotoğraftan uzaklaştım.
10 yıl kadar hep yine başlamayı umdum.
Ama arayı açtıktan sonra çok zor, acımasız bir konu.
Çok geniş olanakları var.
Çok güzel bir anlatım yolu.
Düzeyini korumak için büyük çaba gerekli.
Her sanatta olduğu gibi.
Yarım olacak iş değil.
Hiç yapmamak daha iyi.”

Türkiye’nin eğitim almış ilk kadın fotoğrafçısının hayatı yaşam yıllarındaki başarıları böyleydi.

Onun fotoğraflarına:
Zamansız Fotoğraflar
Denilmiş.
Sergilerine bu isim konulmuş.
Elbette zaman olmaz. O fotoğrafların içine ömrünü sığdırmış, yapamayacağı, çekemeyeceği fotoğraflarının da aşkını ilave etmiş.
Ve o fotoğraf sanatı için:

“24 saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak bir konudur fotoğrafçılık. İnsana, yaşama özgün, bir aşamanın bir yerini kavramsal olarak dolu, yoğun, ağırlıklı olarak verebilen kişidir fotoğrafçı”

Bunlar ne kadar güzel başarılı Türk kadınları…

Allah Rahmet Eylesin.

Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com



29 Eylül 2017 Cuma



DÜNYADA ÇİÇEK AŞISINI İLK UYGULAYANLAR OSMANLI’LAR

nazanss.blgspot.com






ZAMAN KAYMASI OLABİLİR Mİ?

İNGİLİZ ÇİFTLER KALDIKLARI MOTELDE 1907’Mİ GİTTİLER?

Bu gün yazacaklarım benim yazdığım romanlardan bir alıntı değil, film senaryolarımdan da değil. Neden böyle yazdığıma gelince fantastik bir olaydan söz edeceğim. Esrarengiz diyeceğim de çok mantıklı gelmiyor. Fantastik demek daha bir akıllıca gibi!





İLK UÇAN – DERECELİ GÖZLÜĞÜ BULAN MÜSLÜMAN BİLİM ADAMI
ABBAS KASIM İBN FİRNAS

Plenatarium yapan güneşi, gezegenlerin hareketini, yıldızları, bulutları ve şimşekleri inceleyen Müslüman bilim adamı.
Abbas Kasım İbn Firnas.





Midas eşek kulaklı mı?
Tuttuğu altın mı oluyordu?
Fakirken nasıl kral olmuştu?
nazanss.blogspot.com








nazanss.blogspot.com







Türkmen Adını BÜYÜK İSKENDER koymuş.

 
“Bunlar Türk’e benziyor” 
“Türk manend”
(Türkçe ‘deki söylenişiyle Türkmen)

http://www.turkhaberler.tv/buyuk-iskender-bunlar-turke-benziyor-makale,204.html







İmam Neden Bayılmış



YEMEKLERİN HİKÂYELERİ

nazanss.blogspot.com



Ben aynı zamanda turizmci olduğum için de mutfağı ve yemekleri bilirim.
Nasıl yapılır, hangi malzemeler kullanılır ve ne kadar sağlıklıdır.
Misafirlerin ülkelerine göre damak zevkleri de farklıdır.
Türk Yemeklerini sevmeyen olmaz.
Bizim yemeklerimiz Dünya Mutfağında yerini almıştır.
Komşularımız bizim yemeklerimizi kendi yemekleri gibi sunarlar sunmasına da bizim kadar lezzetlisini yapamazlar.
Buna bizzat şahidim.
Yunanistan’da bizim yemeklerin birçoğunu yapıyorlar ve kendi mutfaklarından olduğunu iddia ediyorlar ama lezzetleri bizimkiler kadar iyi değil.
Bunu Yunanistan’da yediğim yemeklerden de anladığım gibi yurt dışında birçok Türk Mutfağı bulamadığımız yerlerde bize yakın diye düşündüğümüz Yunan Mutfağında yediğimiz yemeklerden de anlamışımdır.
Her zaman asl olan tercih sebebidir.

İmam Bayıldı yemeğinin ismi her zaman komik gelmiştir bana.
İmam neden bayılmıştır ve yemeğe neden İmam Bayıldı ismi konmuştur?
Hikâyesi nedir?

Araştırdığımda en çok anlatılan yemeğin hikâyesini sizlere aktarmak istiyorum.
Buyurunuz, bakınız imam neden bayılmış.


Bir başka rivayete göre, gene eski bir zamanda bir imam zengin bir zeytinyağı tüccarının kızı ile evlenmiştir.
Eşinin çeyizinde bol miktarda kaliteli zeytinyağı bulunmaktadır.
Kadın ilk günlerde kocasına bu zeytinyağı ile hazırlanmış, içine domates ve soğan eklenmiş patlıcan yemeği hazırlar. On üçüncü günde yemek masasında patlıcan bulunmamaktadır.
Buna şaşıran imam artık zeytinyağının kalmadığını öğrenince üzüntüsünden bayılır.


Bir yemekte zeytinyağı varsa başka söze gerek yoktur.
Zeytinyağı sağlıktır.



Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com





Keşkek Yemeğini İlk Kimler Yapmış?


YEMEKLERİN HİKÂYELERİ

nazanss.blogspot.com




Yemekleri yaparız, tariflerini isteriz, internetten bakarız ona göre pişiririz.
Bazı yemekler daha bir farklıdır.
Farklı olmasının iki ayrı sebebi vardır.
Ya gerçekten pahalı yiyeceklerden yapılandır,
Yâda eziyetlidir pişirilmesi.
Hani denilir ya:
“Paşalara, beylere, sultanlara layık bir yemek.”
Evet, aynen öyle de yemekler vardır.
Dünya mutfakları farklıdır.
Bırakın dünya mutfaklarının farklı olma halini, bizim bölgelerimizin de yemek pişirme kültürü ayrı ayrıdır.
O kadar ki aynı şehrin köylerinde bile ayrı şekillerde aynı yemekler yapılır.
Lehçeler gibidir yemek çeşitlidir.
Özü aynı söyleyişi farklı misali…

Peki, bu yemekleri kim icat etmiş.
Kim böyle yapayım da böyle bir yemek olsun demiş.

Merak iyi bir şey değil ama elden ne gelir.
Meraklıyım.

Kanal 8’de Fatih Ürek’in yaptığı bir programa konuk olmuştum. Sahrap Soysal mutfaktaki harika aşçıydı ve bir başka konuk aşçı vardı. Birlikte Keşkek yapmışlardı.
O zaman çok eziyetli olduğunu görmüştüm.

Peki, ilk kim yapmıştı keşkek yemeğini ve hikâyesi neydi.
Araştırınca buldum.

EXC. CHEF
Ahmet Özdemir yazmış.
Birlikte okuyalım mı?

Tarihte rahmetli Kara Mustafa Paşa bir süreliğine eşi ve ailesiyle koyu Marınca’ ya gelmiştir.
Kızı Fatma Hanım Marınca’da ciddi bir rahatsızlığa yakalanmıştır.
Rahatsızlığının nedeni ise tamamen iştahının kapalı olması ve hiç bir şey yiyip içememesidir.
Bu rahatsızlık 10 günlük sureyi aşınca paşayı çok ciddi bir sıkıntı sarmış, Yakınlardaki doktor ve hekimlere derhal haber edilerek kızının rahatsızlığına çare aranmaya başlanmıştır.
Bir kaç günlük bir süreçte sonuç alınamayınca pasa isi daha da sıkı tutarak aradan şaklabanları çıkarmak amacıyla demiş ki;

“Kim ki kızım Fatma’yı sıhhatine kavuşturursa ciddi şekilde ödüllendireceğim. Ama kim ki aynı niyetle gelir de başaramazsa ciddi şekilde cezalandıracağım.”

Tabi bu fermanla kendisine güvenemeyen ödül peşindeki şaklabanlar aradan çıkmış ve gerçek doktorlar köşke gelerek çalışmaya başlamışlardır.
Hatta konunun duyulmasıyla birlikte İstanbul’da yaşayan Uzakdoğulu saray hekimleri bile Fatma Hanımın sıhhati için buraya gelmişlerdir. Ama sonuç nafiledir ve paşa hiddetlendikçe hiddetlenmektedir.
En son Merzifon’un yayla köylerinde yaşayan karı koca çobanlık yapan yaşlı bir çift,

“Biz Fatma hanıma yemek yediririz”,
Diye köşke gelmişlerdir.
Paşanın çok fazla bir seçeneği kalmadığı için son çare çoban karı kocaya izin vermiştir.
Dibekte dövülerek kabuğu alınmış tane diri buğdayın içine 3 gün aç bırakılan (içinin temizlenmesi acısından) kesilmiş dişi ördeği koyarak fırına vermişlerdir.

Tabi o zaman böyle bir yemek var ama aş olarak biliniyor adı keşkek değil.
Pasa ve ailesi dört gözle yemeğin pişmesini beklerken ikide bir hiddetlenen Paşa,

“Bre bu yemek nasıl yemektir. Saatler olmuş daha pişmedi mi?”

Diye sorgularken sabaha karşı fırından alınan yemek sıcaklığı ile tahta kaşıkla bir süre vurularak eritildikten sonra Fatma hanımın yattığı odanın içinde kömürlü kahve  mangalında tereyağı eritilmiş acı biber salçası ile yemeğin sosu yapılmıştır. Tabi bu esnada odayı tamamen tereyağı kokusu sarmıştır.

Tereyağı ve acı biberli sosu yaşlı çoban Fatma hanımın dudaklarına kaşıkla sürdüğü zaman, Fatma hanım kendine gelerek diliyle dudaklarındaki sosu yalayarak tadına bakar ve
“Rüyam da bir yemek yedim daha önce hiç böyle yemek yememiştim, o yemekten yemek istiyorum”.

Deyince Paşa bir küçük çocuk edasında sevinerek havalara uçmuş.
Yaşlı çobanda hemen buğdayın üzerine sosu dökerek Fatma hanıma yedirmeye başlamıştır.
Tabi paşanın kızı yemeğini yiyip iyileşme belirtileri gösterince pasa ve yanındaki yaverleri sofraya oturmuşlar ve paşa emir buyurmuş;

“Bu yemek nasıl yemektir getirin hele bizde bir tadalım.”

Deyince hemen hizmetli cariyeler tarafından kalan aş sofraya konmuştur.
Tabi dört ya da beş kişiden oluşan gösterince pasa ve yaverleri birer ikişer kaşık alınca aş biter. Paşa,

Getirin hele biraz daha getirin nede güzelmiş bu aş”

Deyince üzülerek başka kalmadığını söylerler. Paşa bu defa “içini çekerek

KEŞKE biraz daha yapsaydınız.” der.
Bu arada paşanın yardımcısı,

“Paşam yemeğin adı bundan sonra KEŞKE mi olsun?” diye sorar.

Paşada;
“Evet, bu yemeğin ismi bundan sonra KEŞKEK olsun” der ve bu konuda fermanımdır diyerek;

Bu yemek bundan sonra KESKEK diye anıla,
isteyen sabah öğlen akşam yiye,
bayramlarda düğünlerde nişanlarda nikâhlarda zengin fakir demeden her hanede KEŞKEK yapıla,
Bu günden itibaren kırk gün konağımda halka KEŞKEK dağıtıla

Diyerek fermanın o tarihten itibaren uygulanmasını ister.

Yemeği yaparak kızını iyileştiren çoban çifte de ödül olarak kendi köylerinde iyi bir ev, iki ayrı ahir ve istedikleri kadar küçükbaş büyük baş hayvan verile.

Diyerek cömertliğini göstermiştir.

Şifa veren bir yemek olduğu da belliydi zaten. Uzun süre pişirilen, dövülen, ilaveleriyle bir hayli lezzetli olan bu yemeği o gün biz konuklarda afiyetle yemiştik.


Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com