Sanatçı Sonradan Olunmuyor.
Bir tabloda Kaybolmak!
nazanss.blogspot.com
Yağlı
boya tabloları izlemek, uzun uzadıya çok keyif aldığım has zamanlardır.
Ben
o tabloların renklerinin ve siluetlerinin arasında erir giderim. Garip duygular
yaşarım… O anlar olağan üstü hallerdir!
Kardeşim Ömer Faruk Bilgin iyi bir ressamdır.
O gerçek bir sanatçıdır.
Onun
tablolarında da aynı duyguları yaşarım.
Aklımca
bende biraz fırça elime alabiliyorum. Kardeşimin yanında hani denilir ya ‘ne
haddime’ aynen öyle olur.
Sanat
başka bir şey, sanatçı olmak başka bir şey...
Kardeşim
sonradan ressam olanlardan değil ki, o doğduğunda ressammış demek ki.
Ben
bildim bileli resim yapar.
İlkokula
gitmeden kara kalem portreleri yapan biri o.
Sanat
böyle bir şey, içinizde, ruhunuzda sizi tümden alan götüren büyüleyen bir olay…
Bana
göre tarafsız düşündüğümde iyi ressamların arasında olan biridir Ömer Faruk
Bilgin ve ben onunla inanılmaz gururlanırım.
Gelelim
size anlatacağım tabloya…
Osmanlı
resimleri adı altında bir dergi geçti elime. Bir resme takılıp kaldım.
Bir
süre sonra resmin çok içindeydim.
Mutlaka
bu tablonun bir ismi vardır, bilmiyorum.
Bunu
yapan öpülesi ellere sahip bir üstadı vardır, bilmiyorum.
Bildiğim
beni etkilediği alıp o dönemlere götürdüğüdür.
Sizlere
onu anlatmaya çalışacağım.
Onu
derken tabloyu, tabloda gördüklerimi, hissettiklerimi…
Bir cami, bir minare görülmekte!
Cami heybetli.
Heybetli dedimse öyle altı minareli camilerle karıştırmamak
lazım...
Cami zaten kutsal olduğundan büyüğü de, küçüğü de
heybetli görülür.
İhtişamlıdır.
Uzun yıllar önce Bulgaristan’dan kara yolu ile
geçiyorduk. Uzaklardan bir minare ve cami görmüştük.
Düşünün Bulgaristan’da oldukça mütevazı bir cami
bulunduğu yer ve konum nedeni ile bana Selimiye Camisi gibi görkemli gelmişti.
Cami Allah’ın evi daha ne olsun.
Yanındaki evler ondan boyca da ence de kısa- küçük.
Evin hemen arkasında bir ağaç var.
Aman ne kadar güzel bir ağaç, aman ne kadar büyük
bir ağaç… Üst dalları minare ile yarışır halde.
Taze filizler ezan sesleri ile mutlaka coşuyor
olmalılar ki hızlı bir büyümeyi ressam resmetmiş.
Nasıl mı belli oluyor?
Oda şöyle; üst dallardaki yapraklar fıstıki yeşil,
açık yeşil, yeni yeşil renklerinde belli ki çok körpe, çok filizler.
Sadece bir farkla hadlerini bilmiyorlar.
Onlar kim minare ile boy ölçüşmek Kim?
Caminin önünde görülen şadırvan ne kadar gizemli...
Bize gelenlerden, o dönemlerden kalanlardan da farklı.
Bir değişik, bir gururlu, bir sevapkar çeşmelerin
olduğu şadırvan!
Allah’ım bu resmin her bir karesi içimi
serinletiyor.
Ne çok hoşuma gitti maşallah…
Şadırvanın yanında iki kişiyi işlemiş üstat da çok
seçilir değil. Belli ki abdest alıyorlar.
Caminin görüntüsünü hemen bitirmemek gerekiyormuş!
Daha bir dikkatlice bakınca, cami avlusu beyaz
duvarla devam ediyor.
Bitişiğinde turuncu renkli bir ahşam bina var.
Bir ev daha!
Bu ev diğerinden farklı, cami avlusunun içinde…
Bu cami ile birleşik.
Caminin kapısında iki kişi daha var.
Onları da uzaktalar çok net seçemiyorum.
Burada beni etkileyen bir başkadan söz edeceğim.
Bu cami denizin hemen yanında, bitişiğinde…
Nerede ise dalgalar hızlansa caminin avlusuna
gelecekler.
O kadar yakın.
O zamanlar adı kayıksa da, bu zamandaki kayıklara
benzemeyen bir taşıt var, hemen denizin kara ile yakınında…
Taşıt! Ne kadar tuhaf bir
kelime kaldı bu anlatıların yanında.
Su üstünde gezen bir şey...
Bir çeşit yelkenli – desem diyemiyorum.
Bildiğim yelkenli büyük değil miydi?
Biz buna yelkenlinin küçültülmüş şekli diyelim.
Pek farklı, pek nadir, pek güzel bir şey bu...
Kayıkçı ya da tekneci!
Oda var kayığın bir yerinde belli belirsiz.
Deniz kızgın değil ki, doğanın annesi henüz o
zamanlar bu zamanki kadar sinirlenmemiş.
Sakin, asude uykusunda...
Dalgalar savurmuyor üstündekileri, gittikleri
yerdekileri, kumları tarumar etmiyorlar.
Zarif, sakin bir şekilde güneşe, güneşte dalgaları
olan denize gülümsüyor.
Bu muhabbetten olsa gerek iskele tahtadan küçük,
minik pek iğreti gibi duruyor.
Merdivene benzer kazıklarla tutturulmuş üstünde
tabiî ki ahşap birbirine eşit gibi duran tahtalarla sağlamlaştırılmış halde…
Yine denizle sakin güzel selamlaşmakta...
Sakinlik her yerde…
İskelenin hemen yanında küçük bir kayık...
İşte buna rahatlıkla kayık diyebiliriz.
Kayıkta bir adam…
Elinde sırık benzeri küreği ile denizden destek
ayakta durmakta ve iskeledeki bir başka zatı muhtereme belli ki meramını
anlatmakta.
Onun hemen arkasında, biri sarı diğeri turuncunun
kırmızıya kaçmış
hali, başlarında beyaz örtüleri, iki taze arzı endam etmekte ne
güzel!
Sepet var ellerinde tamam şimdi oldu.
Bu tazeler balık almaya gelmişler besbelli.
Balıkçı meramını anlatmakta dediğimde pek de
haksız değilim galiba.
Öndeki bey arkadaki tazelerin bir yakını olmalı,
balığı almak için pazarlık yapmakta, bunu da anlamış olduk bu vesileyle.
Bayanların hemen ardında-arkasında hani bir evden
söz etmiştik hatırladınız mı?
Caminin yanında, evet o evin önünde beyaz
gölgeliklerin serinlettiği bir yer gözümüze ilişiyor.
Yerde örtünün üstünde minderler, yaslanmak üzere
halı sedir yastıkları…
Ona oturmuş keyfi tam anlamıyla yerinde bir bey…
Biri de ona doğru, belli ki bir şey demek için ya
da ikram için eğilmiş.
Oh ya. Güzelliklere bakın.
Resim bitti. Baktım gitti.
Hayır, öyle olmadı.
Resim bitmedi.
Baktım ama gidemedim.
Öylece kaldım.
Resim ne kadar rahattı.
Rahat resim nasıl oluyor?
Şöyle: Herkes sakindi, deniz sakindi, evler sakindi.
Renkler sakindi. İnsanlar birbirlerine saygılıydı.
İnsanlar birbirlerine kibar ve naziktiler. İnsanlar doğaya karşı sorumlu ve
dikkatliydiler.
Deniz sakindi.
Hırçın, kızgın, kavgacı, ayıp, günah, yasak,
kötülük!
Bunların hiç biri yoktu.
Çok sakindi her şey.
İçim açıldı.
İnanın huzur duydum.
Bir tablonun beni bu kadar rahatlatması!
Sanat nelere kadir…
Kim bilir kimdi bu ressam?
Kim bilir burası neresiydi?
Kim bilir ne kadar zaman önce yaşanmıştı, bu bir
ana sığan, birkaç saatin anlatıldığı sahne...
Nazan Şara
Şatana
Nazanss.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder