2 Eylül 2017 Cumartesi



Sanatçı Sonradan Olunmuyor.
Bir tabloda Kaybolmak!

nazanss.blogspot.com





Yağlı boya tabloları izlemek, uzun uzadıya çok keyif aldığım has zamanlardır.
Ben o tabloların renklerinin ve siluetlerinin arasında erir giderim. Garip duygular yaşarım… O anlar olağan üstü hallerdir!

Kardeşim Ömer Faruk Bilgin iyi bir ressamdır.
O gerçek bir sanatçıdır.
Onun tablolarında da aynı duyguları yaşarım.
Aklımca bende biraz fırça elime alabiliyorum. Kardeşimin yanında hani denilir ya ‘ne haddime’ aynen öyle olur.
Sanat başka bir şey, sanatçı olmak başka bir şey...
Kardeşim sonradan ressam olanlardan değil ki, o doğduğunda ressammış demek ki.
Ben bildim bileli resim yapar.
İlkokula gitmeden kara kalem portreleri yapan biri o.
Sanat böyle bir şey, içinizde, ruhunuzda sizi tümden alan götüren büyüleyen bir olay…
Bana göre tarafsız düşündüğümde iyi ressamların arasında olan biridir Ömer Faruk Bilgin ve ben onunla inanılmaz gururlanırım.

Gelelim size anlatacağım tabloya…

Osmanlı resimleri adı altında bir dergi geçti elime. Bir resme takılıp kaldım.
Bir süre sonra resmin çok içindeydim.
Mutlaka bu tablonun bir ismi vardır, bilmiyorum.
Bunu yapan öpülesi ellere sahip bir üstadı vardır, bilmiyorum.

Bildiğim beni etkilediği alıp o dönemlere götürdüğüdür.

Sizlere onu anlatmaya çalışacağım.
Onu derken tabloyu, tabloda gördüklerimi, hissettiklerimi…

Bir cami, bir minare görülmekte!
Cami heybetli.
Heybetli dedimse öyle altı minareli camilerle karıştırmamak lazım...
Cami zaten kutsal olduğundan büyüğü de, küçüğü de heybetli görülür.
İhtişamlıdır.

Uzun yıllar önce Bulgaristan’dan kara yolu ile geçiyorduk. Uzaklardan bir minare ve cami görmüştük.
Düşünün Bulgaristan’da oldukça mütevazı bir cami bulunduğu yer ve konum nedeni ile bana Selimiye Camisi gibi görkemli gelmişti.
Cami Allah’ın evi daha ne olsun.  

Yanındaki evler ondan boyca da ence de kısa- küçük.
Evin hemen arkasında bir ağaç var.
Aman ne kadar güzel bir ağaç, aman ne kadar büyük bir ağaç… Üst dalları minare ile yarışır halde.
Taze filizler ezan sesleri ile mutlaka coşuyor olmalılar ki hızlı bir büyümeyi ressam resmetmiş.
Nasıl mı belli oluyor?
Oda şöyle; üst dallardaki yapraklar fıstıki yeşil, açık yeşil, yeni yeşil renklerinde belli ki çok körpe, çok filizler.
Sadece bir farkla hadlerini bilmiyorlar.
Onlar kim minare ile boy ölçüşmek Kim?

Caminin önünde görülen şadırvan ne kadar gizemli...
Bize gelenlerden, o dönemlerden kalanlardan da farklı.
Bir değişik, bir gururlu, bir sevapkar çeşmelerin olduğu şadırvan!

Allah’ım bu resmin her bir karesi içimi serinletiyor.
Ne çok hoşuma gitti maşallah…
Şadırvanın yanında iki kişiyi işlemiş üstat da çok seçilir değil. Belli ki abdest alıyorlar.

Caminin görüntüsünü hemen bitirmemek gerekiyormuş!
Daha bir dikkatlice bakınca, cami avlusu beyaz duvarla devam ediyor.
Bitişiğinde turuncu renkli bir ahşam bina var.
Bir ev daha!
Bu ev diğerinden farklı, cami avlusunun içinde…
Bu cami ile birleşik.
Caminin kapısında iki kişi daha var.
Onları da uzaktalar çok net seçemiyorum.

Burada beni etkileyen bir başkadan söz edeceğim.
Bu cami denizin hemen yanında, bitişiğinde…
Nerede ise dalgalar hızlansa caminin avlusuna gelecekler.
O kadar yakın.
O zamanlar adı kayıksa da, bu zamandaki kayıklara benzemeyen bir taşıt var, hemen denizin kara ile yakınında…

Taşıt! Ne kadar tuhaf bir kelime kaldı bu anlatıların yanında.
Su üstünde gezen bir şey...
Bir çeşit yelkenli – desem diyemiyorum.
Bildiğim yelkenli büyük değil miydi?
Biz buna yelkenlinin küçültülmüş şekli diyelim.
Pek farklı, pek nadir, pek güzel bir şey bu...
Kayıkçı ya da tekneci!
Oda var kayığın bir yerinde belli belirsiz.

Deniz kızgın değil ki, doğanın annesi henüz o zamanlar bu zamanki kadar sinirlenmemiş.
Sakin, asude uykusunda...
Dalgalar savurmuyor üstündekileri, gittikleri yerdekileri, kumları tarumar etmiyorlar.
Zarif, sakin bir şekilde güneşe, güneşte dalgaları olan denize gülümsüyor.
Bu muhabbetten olsa gerek iskele tahtadan küçük, minik pek iğreti gibi duruyor.
Merdivene benzer kazıklarla tutturulmuş üstünde tabiî ki ahşap birbirine eşit gibi duran tahtalarla sağlamlaştırılmış halde…
Yine denizle sakin güzel selamlaşmakta...

Sakinlik her yerde…
İskelenin hemen yanında küçük bir kayık...
İşte buna rahatlıkla kayık diyebiliriz.
Kayıkta bir adam…
Elinde sırık benzeri küreği ile denizden destek ayakta durmakta ve iskeledeki bir başka zatı muhtereme belli ki meramını anlatmakta.
Onun hemen arkasında, biri sarı diğeri turuncunun kırmızıya kaçmış hali, başlarında beyaz örtüleri, iki taze arzı endam etmekte ne güzel! 
Sepet var ellerinde tamam şimdi oldu.
Bu tazeler balık almaya gelmişler besbelli.
Balıkçı meramını anlatmakta dediğimde pek de haksız değilim galiba.
Öndeki bey arkadaki tazelerin bir yakını olmalı, balığı almak için pazarlık yapmakta, bunu da anlamış olduk bu vesileyle.

Bayanların hemen ardında-arkasında hani bir evden söz etmiştik hatırladınız mı?
Caminin yanında, evet o evin önünde beyaz gölgeliklerin serinlettiği bir yer gözümüze ilişiyor.
Yerde örtünün üstünde minderler, yaslanmak üzere halı sedir yastıkları…
Ona oturmuş keyfi tam anlamıyla yerinde bir bey…
Biri de ona doğru, belli ki bir şey demek için ya da ikram için eğilmiş.
Oh ya. Güzelliklere bakın.
Resim bitti. Baktım gitti.
Hayır, öyle olmadı.
Resim bitmedi.
Baktım ama gidemedim.
Öylece kaldım.
Resim ne kadar rahattı.

Rahat resim nasıl oluyor?

Şöyle: Herkes sakindi, deniz sakindi, evler sakindi.
Renkler sakindi. İnsanlar birbirlerine saygılıydı. İnsanlar birbirlerine kibar ve naziktiler. İnsanlar doğaya karşı sorumlu ve dikkatliydiler.
Deniz sakindi.
Hırçın, kızgın, kavgacı, ayıp, günah, yasak, kötülük!
Bunların hiç biri yoktu.
Çok sakindi her şey.

İçim açıldı.
İnanın huzur duydum.
Bir tablonun beni bu kadar rahatlatması!

Sanat nelere kadir… 
Kim bilir kimdi bu ressam?
Kim bilir burası neresiydi?
Kim bilir ne kadar zaman önce yaşanmıştı, bu bir ana sığan, birkaç saatin anlatıldığı sahne...



Nazan Şara Şatana
Nazanss.blogspot.com








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder