25 Kasım 2017 Cumartesi



Ashoka Sütunu- Aklın Almadığı


nazanss.blogspot.com




Ashoka sütunu nedir biliyor musunuz?
Bilmiyorsanız şimdi benimle birlikte sizde öğrenmiş olacaksınız.
Yazının başında Antik bir metalürji deyince ilk önce onun ne olduğunu bilmek gerek diye düşündüm. Metalürji:

Metalurji (Metal bilimi), metal ve alaşımların, cevher veya metal içeren hammaddelerden, kullanım sürecine uygun kalitede üretilmesini, saflaştırılmasını, alaşımlandırılmasını, şekillendirilmesini, korunmasını ve “üretim – kullanım” ömrü içindeki çevresel kaygı ve sorumlulukları da dikkate alarak, insanların ihtiyaçlarına cevap verecek özellikte ve biçimde hazırlanmasını hedef alan bilim ve teknoloji dalı.

Şimdi gelelim Ashoka sütununa…

Bir sütun düşünün 1500 yıldan beri hiç bozulmamış, aynen duruyormuş. Enteresan değil mi? Kimileri bu sütunun M.S 413’te ölen Kral II. Chandra Grupta’nın mezar taşı olduğunu söylüyormuş.
Sütun hakkında biraz daha bilgi edinelim. Hindistan’da Delhi’de olduğunu öğrendik.

Boyu: 23 m.
Çapı: 40 cm.
Ağırlığı: 6 ton…
İşlenmiş demir şaft.
Kaynakla birleştirilmiş disklerden yapılmış.
Yüzeyi yumuşak, pirinçle kaplıymış.

Şimdi asıl ilginç olaya gelelim.
Burası Hindistan… Hindistan denilince aklımıza:
Hint yağmur ormanları,
Muson Rüzgârları ve karma karışık iklimi,
Bütün bunların sebebi ile oluşan olağan üstü nem ve nemli ısı gelmiyor mu?

O zaman düşünüyorsunuz.
Demiri yok eden pas! Tamda bu iklimde ortaya çıkması gerekir ve demiri çürütür. Oysa Ashoka sütunu çürümemiş, öylesine duruyor.

Demir yapımının paslanmaya karşı koruma tekniklerinin 5.yüzyıldan sonra geliştiği, ama bu sütün 1500 yıl önce yapıldığına göre bu teknikler onda uygulanmadığı da biliniyormuş.

Bu garip sütunu yapan gizemli metalürjisiler kimler?

Bakın bir yerde de Ashoka Fermanlarından söz ediliyor. Ben onu sizlere aynen aktaracağım.

Ashoka Fermanları Ashoka üstünde olduğu kadar, kayalar ve mağara duvarları üstünde yer alan ve Mauryan Hanedanlığından olup M.Ö. 272 ile 231 yılları arasında hüküm süren İmparator Büyük Ashoka tarafından yazdırılmış olan 33 kitabelik bir koleksiyondur.
Bu kitabeler günümüz Pakistan ve kuzey Hindistan‘ına dağılmıştır ve Budizm’in ilk anlamlı varlığını temsil etmektedir.
Bu fermanlar Budizm’in Hindistan tarihinin en güçlü krallarından birinin desteğinde ilk geniş yayılımını en ufak ayrıntısına kadar tanımlamaktadır.(alıntı)

Benim gibi bu konulara meraklıysanız yandınız demektir. Her geçen gün yeni bir bilinmeyen ve bendeki merak bilinmeyeni bilmek!
Ben yenileri öğrendikçe yazacağım.
Sizler bilmek isterseniz okuyunuz lütfen…

Başka bir bilinmeyende buluşuncaya kadar esenlikle kalınız…



Nazan Şara Şatana


nazanss.blogspot.com



Kıskanç Yunan Tanrıçaları

nazanss.blogspot.com




Dünya sadece bu günlerde mi kötü sanıyorsunuz, dünya kuruldu kurulalı insanlar birbirine kötülük yapmışlar. Aşağılamışlar.

Antik dönemde tanrı bile olsalar bu kuralları bozmamışlar. Kötülükler yapmışlar. Hem de öyle böyle kötülükler değil. İçleri kıskançlıkla dolu olan bu tanrıların en büyük dertleri; kendilerinin ilk olma halleriymiş. En iyi, en doğru, en güzelinin kendilerinin yaptıkları olduğuna inanmışlar. Başkalarının kendileri gibi yâda kendilerine yakın becerilere sahip olabileceklerine inanmamışlar.

Şimdi anlatacağım bu hikâyenin birçok başlığı var.
İçinde birçok hikâyeyi saklıyor.

M.Ö.4000 yıllarında geçiyor konumuz. Tanrıça Athena Menderes Çayı kaynağında yetişen uzun sazlardan birine delikler açmış, ilk flütü yapmış. Her zaman tanrılar arasında bir yarışma olurmuş.

Ben daha iyisini yaparım, en iyisi benim!

Athena zamanla çok iyi de çalmayı başardığından kendini göstermek istemiş. Tanrıların katıldığı bir ziyafete gitmiş.  
Orada da flütü çalmış.
Çok güzel çalıyormuş fakat çalarken yüzü garip bir hal alıyormuş.
Komik bir şekle dönüştüğünden Aphrodite ve Hera gülmüşler hatta bununla da kalmamış alay etmişler. Athena çok sinirlenmiş.

Toplantıyı terk etmiş. Nasıl görüldüğünü de merak ettiğinden İda dağlarının eteğinden akan bir suda aksini görmek istemiş. Flütünü çalarken yüzünün aldığı şekilden kendi de hiç hoşlanmamış. Flütü lanetlemiş ve fırlatmış atmış. Flütü kim kullanırsa büyük cezalara çarptırılmasını dilemiş.

Marsias diye bir çoban varmış.
Haliyle kırlarda bayırlarda dolaşıyormuş.
Bir gün bu flütü bulmuş. Üfleyip ses çıktığını da fark edince çok hoşuna gitmiş. Bir şeyler çalmaya başlamış.

Flüt sihirli olduğundan hem güzel sesler çıkartıyormuş, hem de çalan çok çabuk çalmasını öğreniyormuş.

Garip çoban o günden sonra devamlı dolaştığı yerlerde flütü çalıyormuş. Her geçen gün daha iyi çalmayı da başarmış. Onu dinleyenler hayran oluyorlar, daha çok çalmasını daha uzun süreler onu dinlemek istediklerini söylüyorlarmış.

Çobanın şöhreti kulaktan kulağa dolaşarak güzel sanatların ve müziğin tanrısı Apollon’a kadar gitmiş. Apollon lir çalmakta ünlü, müzik onun için çok önemli! Apollon onu duyulan hayranlığı kıskanmaya başlamış.
Marsias’ı her kesin önü de yarışmaya davet etmiş. Yenen yenilene istediği cezayı verebilecekmiş. Yarışma, Tanrı Timolos’un dağı olan Bozdağ’ın eteklerinde yapılacakmış. Frigya Kralı Midas başkanlığında üç kişilik birde jüri olacakmış.

Yarışma başlamış. İlk çalan Apollon ’muş ve inanılmaz güzel çalıyormuş. Ona su perileri koro halinde eşlik ediyorlarmış.

Sıra Marsias’a gelmiş. O da ne? Genç çoban fevkalade güzel çalıyormuş!

Periler ona da eşlik ediyorlarmış. Halk Marsias’ı alkışlayıp tempo tutunca Apollon çok kızmış. Sıra değerlendirmeye geldiğinde; jüri Apollon’dan korktuğu için onun daha iyi olduğunu söylemiş… Kral Midas’ın iki puan hakkı varmış, o puanlarını daha iyi çaldığını düşündüğü Midias’a vermiş.

Yazımın başında demiştim ya; bu anlatının içinde detay çok, gerçekten öyle. Hatta neticesi için bir değil birçok sonuç var. Sırayla değinirsek:
Değerlendirmelerin sonunda eşit puan aldıklarından berabere kalmış olmaları çobanı hiç rahatsız etmemiş, tam tersi çok mutlu olmuş.

Apollon hiç hoşlanmamış hatta çok hiddetlenmiş.
Bunun üzerine ortaya yeni bir fikir atmış.

Beraberlik olmaz demiş, başka şeyleri deneyeceğiz. Bunlardan biri herkes aletini ters çevirip çalacak. Tabi kendi liri ters çevirip çalabilmiş, çoban başaramamış. Marsias yenilmiş.

Bir başkasında:
Apollon çalarken şarkı söyleyen kazansın demiş, haliyle Marsia bunu da yapamamış.

Yenilmiş. Apollon kinci bir tanrı olduğu için Midas’ın oyunu Marsias’tan yana kullandığı için onu da cezalandırmış.
Midas’ın kulaklarını uzatıp eşekkulakları yapmış.
Zavallı çobana çok büyük bir ceza vermiş. Kayalıkta bir zeytin ağacına astırıp diri diri derisini yüzdürmüş. Yani işkence yaptırarak öldürtmüş.

Efsane burada da bitmiyor, bu olaya kayalar o kadar üzülmüşler ki ağlamaya başlamışlar. Onun içindir ki o kayalara Su çıkan kayalıkları denilmiş.

Efsane hale devam ediyor. Bazı söylenceye göre de; su perileri yani müzalar bu olaya çok üzülmüşler ve çok ağlamışlar. Gözyaşlarından bir ırmak oluşmuş, o ırmağa da Marsias ırmağı denilmiş.

Efsane hala da bitmedi. Bir başka anlatıda derki:
Apollon yaptığına pişman oldu. Lirini bir daha çalmamaya karar verdi ve onu kırdı. Marsias’ı da bir ırmak haline getirdi.

Demiştim ya acıklı bir hikâye!
İnsanlar gibi antik dönem tanrıları da egoları yüzünden hem kendilerine hem de çevrelerine büyük zararlar vermişler.



Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com






Olympos
Tarihi Sevenlerin Buluşma Yeri


nazanss.blogspot.com







Olympos Beydağları Millî Parkı, olarak geçen yerin güzelliğini anlatmak nasıl mümkün olacak bilemiyorum. Birçok kez gittim. Bir ara Asar şamil ve Rus Terzi kitabımı yazarken nerede ise iki hafta ara ile Olympos’a gidiyorduk.

Sanki aklım, ruhum orada tazeleniyordu. Kendimi iyi hissediyordum… Kumluca’ya giderken, Kemer’den sonra gelir… Plajını anlatmak mümkün değil. Muhteşem- Muhteşem…

Tarih, doğa birbirinin içinde, güzellikle sizi karşılar… Oradan ayrılmak istemezsiniz. Tatil süreniz çok çabuk geçer. Sizi büyüler orası… Zamanın durduğunu sanırsınız bittiğinde çabuk geçtiği için üzülürsünüz… Ormanda gözünüz kalır, denizde gözünüz kalır. Cennet gibi yerlerden ayrılmak tabiki zor gelir…

Olympos harabelerinde çok sayıda mezar görürsünüz. Birde tapınak vardır. Bir tiyatro ve hamam kompleksi ve sarnıcı vardır. Olympos eskiden bakımsızmış, şimdi temizlenmiş, düzenlenmiş bir hayli bakımlı bir yer haline getirilmiş.

Tarihi sevenlerin özellikle antik tarihten keyif alanların sıkça geldikleri bir yerdir Olympos… Burası tarih boyunca en önemli liman kentlerden biriymiş.

Zaten bu ismi mitolojide duymak ve sıkça okumak olası… Burası ile ilgili korsan hikâyeleri de bir hayli fazladır.
Burası çok özel bir yer… 3200 k’lik sahili olan, bir yer.

Birde burada ağaç evler var.

Yabancılar kadar Türklerinde hoşlandığı bir tatil şekli. Bir hayli de ünlü bu ağaç evler.

Dünyanın çeşitli yerlerinde ağaç evlerde kalmak için özellikle gelenler var. Biz hiç ağaç evde kalmadık ama kalanları çok gördük.

Orada gerçekten küçük ama güzel oteller ve pansiyonlar var. Ayrıca çok güzel balıklar pişirilen restoranlar… Buranın çok önemli bir özelliği daha var…

Caretta carettaleri… Buranın tamamı arkeolojik ve doğal sit alanı olarak koruma altına alınmış. Burayı şöylede özetleyebilirim.

Akçay deresinin aktığı bir vadi içine kurulmuş. Su kanalları, surlar, lahit mezarlar gibi kente ait pek çok kalıntı olan bir yer. Antik çağlarda nehir kenarlarına yapılan duvarlarla kanal haline getirilen nehirden gemiler de geçebilmekteymiş.

Ören yeri girişinden antik kentin kalıntıları arasında yaklaşık 1,5 km yürüyerek Olympos sahiline ulaşılıyor.
Bir turizmci olarak ve tarih sevdalısı bir yazar olarak beni dinlerseniz eğer, oraları okumakla değil görerek keyif alırsınız…

Bence gidin ve görün…
Mutlu olacaksınız…




nazanss.blogspot.com







Hangi Padişah Öldükten Sonra 41 Gün Askerleri Selamlamış.


nazanss.blogspot.com



Osmanlı’da yaşanmışlıklarla ilgili konular her zaman dikkatimi çeker. Zaten eskiye ait ne olursa olsun benim merakım içindedir ki!
Her zaman diyorum, gerçekten aklın almayacağı birçok şey yaşanmış Osmanlı’da.

Yaşadığımız zamanla o zamanlar insanların düşünceleri elbette çok farklı.

Hayata bakışları, yaşam tarzları bizlerin aklı almayacak halde!

Yapılanlara baktığınızda da şaşırıyorsunuz, yapılmayanları incelediğinizde!

Hangi akıl diyorsunuz; hangi akıl böyle düşünmüş? Mecburiyetler öyle yapılmaması gerekenleri yaptırmış ki!
Yeni bir şey okudum, bana ağır geldi. Ağır gelmek ne derseniz? Başka bir ifade ediş şekli bulamadığım için ağır geldi dedim. Zor hayatlar yaşamışlar. Saltanatta olmak da çok zormuş, olabilmek için verilen savaşlarda!

Yıldırım Beyazıt vefat edince oğlu Çelebi Mehmet Amasya’da hükümdarlığını ilan etmiş.
Tabi padişahlık öyle kolayca alınan yâda hükümdarlığı ilan edilen kolay bir mevki değil.
Kardeşler birbirine düşüyor bu taht yüzünden. Şehzadeler konusu benim üzüldüğüm bir konudur.

Mutlaka biri padişah olacaktır ve mutlaka diğer kardeşlerin sonu olacaktır. Bu nasıl bir adalettir? Bilinmez!
Burada da kardeşleri İsa Çelebi ve Musa Çelebi’nin akıbetleri de aynı olmuş, idam edilmişler. Ondan sonra da olması gereken olmuş. Çelebi Mehmet Osmanlı Devleti’nin yeni hükümdarı olmuş, Edirne’ye gitmiş ve saltanat kurmuş.

Bu ünlü şehzade kavgaları böylelikle sona ermiş. Hatta on bir yıl süren bu kavgalara tarihte Fetret Devri denilirmiş.

Bir noktada bir devir kapanmış, yeni bir devir açılmış. Çelebi Mehmet’in yapacağı çok şey varmış. Osmanlı Devletini toparlaması gerekiyormuş.

Bir gün garip bir şey olmuş!

Bütün padişahların avlandığı gibi oda avlanmaya çıkmış. Bir domuza mızrak attığı sırada attan düşmüş. Nedeni o anda felç olmasıymış! Tabi padişahı hemen saraya getirmişler, yatağına yatırmışlar. Padişah bitkin, harap olmuş vaziyette vezirlerine:

“Oğlum Murat’a haber verin hemen gelsin. Ben kurtulamam ölürüm. Eğer o gelmeden ölürsem duyulmasın. Yoksa memleket birbirine girer.”

Şehzade Mehmet’e hemen haber gitmiş. O zamanlar on yedi yaşında olan Şehzade Mehmet’e haber gittiğinde Padişah çoktan vefat etmiş.

Bundan sonra olan olaylar bir hayli enteresan. Tam 41 gün öldüğü herkesten saklanmış. Birkaç kişi biliyormuş. Padişahın iç organları çıkartılmış.

Cenazesi ilaçlanmış. Yine elbiseleri giydirilmiş.

Pencerenin önüne oturtulmuş, tabi çok aydınlık olmayan bir yere! Arkasında da bir adam görevlendirilmiş.

Geçen askerleri sanki padişah selamlıyormuş gibi, arkasındaki adam padişahın kollarını hareket ettiriyormuş.

Kimse anlamamış. Padişahların ölmüş olduğundan şüphelenmemişler bile…

Düşünebiliyor musunuz? Ölmüş birinin 41 gün yaşıyor gibi bekletilmesini!




Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com




MOĞOL
Soyundan Gelen Amerikalı Aktör
Yul Brynner


nazanss.bloğspot.com



 Kral ve Ben
İzlediğim en güzel filmlerden biridir. Aklımın bir köşesinde hep kalmıştır. Hangimiz o filmi izledik de benim gibi düşünmedik ki…

Yul Brynner Siyam kralını oynuyordu. Deborah Kerr, kralın çocuklarının öğretmenini.

Eşini kaybetmiş olan öğretmen, Siyam’a oğlu ile birlikte gelir. Kralın birçok eşi ve düzinelerce çocuğu vardır.
Üstelik kral çok sert bir kraldır, acımasızdır.
İngiliz bir kadına ters gelen olaylar ve zaman içinde kralın bu güzel öğretmenin etkisi altında kaması,
Başlarda atışmaları,
Zamanla kralın değişimi ve yaptığı hoşlukları anlatan bir filmdi.
Çok güzeldi.
Beş dalda Oscar kazanan bir filmdi…

Bu filmi onlarca kez izlemişimdir.
Hala da fırsat buldukça izlerim. Bu filmde sadece ben değil filmi izleyen herkes Siyam Kralı rolünü başarı ile canlandıran Yul Brynner’e hayran olmuştur…

O değişik bir aktör!
O çok yakışıklı bir adam.

Yakışıklı denildiğinde akla gelen güzel, gür ve parlak saçlar onda yoktu. O saçlarını kazıtıyordu. Dazlaktı.
Üstelik öyle bir dazlaktı ki, onu izleyen erkeklerin böylede çok yakışıklı oluna biliniyor-u anlamışlar hatta saçları olanlar bile saçlarını kazıtmışlardı.
Hala devam eden bir moda şekli değil midir dazlaklık?

Onun Rus olduğunu da bilen yoktur.
Amerikalı sanıyordu. Oysa onun hayatı birçoklarına göre farklıydı.
Annesi Rus, babası Moğol’du ve Rus ’ya da dünyaya gelmişti.
Üstelik babası Moğol hanedanlarının soyundandı.
Yani o bir haneden soyundan gelenlerdendi.

Çocukluk yılları da değişik ülkelerde geçmişti. Rusya’dan sonra Çin ardından Fransa’da yaşamıştı. O çocukluğundan itibaren sanata büyük ilgisi olan biriydi.
Yirmili yaşlarda modelliğe başladıktan kısa bir süre ünlü bir fotoğrafçıya çıplak poz vermiş ve şansı ondan sonra dönmüştü…

Oynadığı filmler hep akılda ve gönülde kalan filmler olmuştur.
On Emir filminde de II. Ramses’i oynamıştı.
Filmdeki rolü ile de ciddi olarak beğeni toplamış bir oyuncu olmuştu.

İnsanlar boşuna mükâfatlandırılmıyorlar. Yul Brynner’de Oscar’ı elbette hak ettiği için almıştı.

Oynadığı bütün filmlerin dünya çapında olmasını sağlamış bir aktör.
Hala dünyanın en cazibeli erkeklerinden biri olarak gösterilen biri.
Türkiye’ye de gelen oyuncu, dünyanın en çok ilgi gösterdiği aktörlerden biri…



Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com







Köprülü Mehmet Paşa ve HOŞGÖRÜ


nazanss.blogspot.com





Bazen yaptığınız hata o an için küçük görülebilir, yapılması gereklidir denile bilinir, hatta zaman kaybetmeden icraata geçile bilinir. Bunların geri dönüşleri altından kalkılamayacak maliyetlere yüklü olabilir ve çok can sıkar.

Büyüklerimiz şöyle derler:
“Bir şeyi söylemeden önce yutkunun hatta yedi kere aralıklarla yutkunun. Boğazımız yedi buğumdur. Buğumlar arasındaki mesafelerde aklınız boş kalmaz, çalışır. Sizlere doğruyu ve yanlışı bildirir.”

Biranda ağzınızdan çıkan, hiddetinize esir düşen diliniz, sonrasında başınıza çok işler açar. Karar vermeden öncede düşünün, birine bir şeyler söylemeden öncede! Sakin kafayla karar verirseniz daha az zarar görürsünüz. Yâda hiç zarar görmezsiniz.

Bazı yerler, bazı mevkiler size çok cazip gelir. Ona sahip olmak istersiniz. Bir anda karar verirseniz hata yaparsınız. Bazı olayları tam olarak düşünmeden, getirisini yâda götürüsünü tam hesaplamadan yaptığımız acil olayların zararlarını görürüz.

Bu tarih boyunca da böyle olmuştur, ileride de böyle olacaktır.

Pişmanlık kötü bir duygudur. Geri dönüşü yoktur. Yapılan ani kararlar hatalara dönüştüğünde ödenecek bedel ağırdır.

Her Zaman Köprülü Mehmet Paşa gibi birinin hoşgörüsü ile karşılanılamaz.
İyi düşünmek ve karar vermek gereklidir.

Osmanlı padişahları içinde en küçük yaşta tahta çıkan, IV. Mehmet’tir.

7 yaşında padişah olmuştu.
Fakat reşit oluncaya kadar devletin idaresine annesi Valide Turhan Sultan vekâlet edecekti.

Hayırseverliği ve cömertliği, şefkati, zarafeti ve akıllığı ile sarayda ve devlet erkânı arasında sevgi ve hürmet gören bir hanım olan Valide Turhan Sultan, sadarete tecrübeli, dirayetli ve namuslu bir devlet adamını getirip, devletin idaresini ona bırakmak istiyordu…

Kendisine Köprülü Mehmed Paşa’yı tavsiye ettiler.
İcraatına hiç müdahale edilmemesi ve kendisi çekilinceye kadar vazifeden azledilmemesi şartıyla sadrazamlık vazifesini kabul etti.

İlk iş olarak, Anadolu’da isyanlar  çıkaran zorbaları yakalatarak idam ettirdi. İstanbul’ da huzur ve sükûnu sağladı.

Bazı alıntıları aktaracağım.

1657 senesinde, Erdel’de  (Romanya) çıkan isyanı bastırmak için sefere çıktı.

Yerine vekâleten bakmak üzere Ankebut Ahmed Paşa’yı bıraktı. İsyanı bastıran Köprülü, istanbul’a dönmeden önce Osmanlı Devleti için stratejik önemi olan Sebeş, Logoş ve Yanova kalelerini de zapt etti.

Bu harekât bir sene kadar devam etti.

Bu sırada Anadolu‘da Abaza Hasan Paşa isyanı çıktı.
Köprülü bu sefer onun üzerine yürümek için Rumeli’den İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı. Bu isyanı fırsat bilen Ankebut Ahmed Paşa, Valide Turhan Sultan’ın huzuruna çıkarak:

“Sultanım, âsi paşalar Köprülü’yü istemiyorlar, bu yüzden isyanlar çıkıyor. Onu azledip yerine bendenizi tayin ederseniz, hepsi isyandan vazgeçeceklerdir” dedi.

Akıllı bir hanım olan Valide Sultan:
“Bu teklifiniz için bir tezkere (dilekçe) yazıp veriniz” dedi.
Köprülü Mehmed Paşa İstanbul’a dönünce Valide Turhan Sultan’ın huzuruna çıkıp ona sefer hakkında malumat verdi.

Konuşması bitince Valide Sultan:
“Vekil olarak bıraktığınız Ahmed Paşa’nın bıraktığı şu tezkereyi okuyunuz. Şartlarınızdan biri olan, işlerinize müdahale edilmemesi olmasaydı, onu hemen cezalandırırdım. Tezkereyi okuyan Köprülü:

“İsabet olmuş Sultanım. Ben zorbalarla, asilerle mücadele ediyorum, onları yakalayıp, aldığım fetvalar ile idam ettiriyorum. Ahmed Paşa ise namuslu bir vezirdir. Bu devlete hizmet edecek adamdır. Yaptığı işte ise mazurdur. Çünkü Sadrazamlık makamı, herkesin hırsını tahrik eden bir makamdır…”

Ankebut Ahmed Paşa bunu haber alınca çok mahcup oldu ve gidip Köprülünün elini öperek özür diledi.


Olayları yerinde ve zamanında değerlendirmek gerektiğine inananlardanım.




Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com





SHAKESPEARE


nazanss.blogspot.com



Bir film izlemiştim. Filmde SHAKESPEARE adı altında yayınlar yapan yazarın yazdıklarını aslında bir kont yazıyordu. Yayınlayan sadece ondan belirli bir para karşılığı ismini veriyordu. Yine kontun verdiği paralarla bu kitaplar yazılıyordu.
Filmi izledikten sonra:
“Hiç olabilir mi böyle bir şey! Ne kadar saçma” demiş ve üzerinde durmamıştım. Nasıl durabilirsiniz ki!

O İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri. Sadece İngilizlerin değil Dünyanın en seçkin yazarı olarak kabul görmüş biri. Onun şiirleri asırlardır dillerle, onun sözleri hepimizin kullandığı muhteşem kelimeler, onun ismi; özellikle biz yazarlar da farklı anılır ve farklı düşünülür.
Bu farklılığın içinde; beğeni vardır, imrenmek vardır, kıskanmak vardır, onun gibi değilse bile (elbette haddim değil) onun gibi olabilmek için uğraşılar vardır.

Onun sözleri başkadır, dünyaya bakışı başkadır.
O dünyanın en tanınmış oyun yazarıdır.

Düşünün akla gelenlerini:
Hala tiyatrolarda defalarca tekrarlanan oyunları vardır.
Dünyanın her tarafında tiyatrocular Hamlet’i oynamadan tiyatrocu olduklarını farz saymazlar.
O William Shakespeare…
Onun ismi bile sihirli iki kelimeden oluşmuştur sanki…
İngiltere’nin ulusal şairidir.
Avon’un Ozanı olarak da anılıyormuş.
yazılanlardan küçük bir notu iletiyorum.

Günümüze ulaşan eserleri, bazı ortaklaşa yazılanlarla birlikte,
38 oyun,
154 sone,
İki uzun öykü şiir,
John Combe adında bir adam için iki kitabe,
Elias James için bir kitabe ve diğer birçok şiirinden oluşur.
Oyunları bütün büyük dillere çevrildi ve diğer bütün oyun yazarlarından daha çok sergilendi.
Ben Jonson; Sheakespeare için
“Bir dönemin değil, tüm zamanlar için” şeklinde bahsetmiş.
Gerçekten öyle…

Asıl ilgiyi 19. Yüzyıldan sonra görmüş ünlü yazar.
20.yüzyılda, eserlerini bilim tiyatrodakiler yeniden ele almışlar. Her defasında yeniden keşfetmişler. Şimdilerde de bu ilgi o zamanki gibi belki de daha fazla sürmektedir.

Bütün bunlardan sonra böyle bir film bana gerçekten inanılmaz gelmişti.
Onun hayatı her zaman bilinmiştir.
Varlıklı ve tanınan bir ailenin oğlu olarak doğmuştur. Hayatı güzel geçmiştir, çok küçük yaşta evlenmiştir, çocukları olmuştur.
Onun hayatında sanki hiç gizli bir şey yoktur.

Hal böyle iken geçenlerde yine bir yazı dikkatimi çekti.
Ben bunun sadece Komplo teorileri olduğuna inanıyorum.

Bütün bunlara karşın; bir filmde böyle bir konunun işlenmesi ve birkaç görüştüklerimde bu tür haberlerden bilgileri olduğunu söylediklerinde bir kez daha düşünmek zorunda kaldım.

Eğer böyle bir şey varsa; o muhteşem eserleri kim ya da kimler yazıyordu?

Gerçekten bu yazıları; Francis Bacon, Christopher Marlowe, William Stanley ya da Edward de Vere’mi yazmıştı. Bu olabilir miydi?

Tabi şöyle de bir dip not var.
Bazılarını Shakespeare’in yazdı bazılarını başkaları.
Peki, aynı dili aynı üslubu nasıl kullandılar.
Onun yazım şekli farklı, anlatması farklı…

Bilinmeyenleri bilmek zaten mümkün değil, en azından bilinmeyenlerin ne olduğunu biliyoruz.
Dediğim gibi buda bir şey…



NAZAN ŞARA ŞATANA

nazanss.blogspot.com




Cehennem önüme mi gelsin? Ne yüz karası şey bu?
Tut kendini yüreğim, tut kendini!
Ve siz, ey sinirlerim, gevşemeyin birden;
Gerilin, destek olun bana!
Beni unutma mı dedin? Hayır, zavallı ruh,
Şu çılgın kafa durdukça çıkmayacaksın içinden,
Seni unutmak ha? Aklımın kara tahtasından
Silerim de bütün boş anıları,
Bütün kitaplarda yazılan, çizilenleri,
Gençliğimden, öğrenciliğimden kalanları.
Yalnız senin buyruğun kalır.
Beynimin defterinde, yapraklarında,
Ivır zıvır bütün bildiklerimin üstünde.
Evet, yemin Allah’ıma, o kalır yalnız.
Ey çürümüş yürekli kadın!
Yılan, yılan, yüze gülen zehirli yılan!
Yaz aklım, yaz defterine, yaz şunu:
Güler yüzlü, hep güler yüzlü bir insan
Zehirli bir yılan da olabilir.
Danimarka’da olabilir hiç değilse, inan buna.
Ya! Demek böyle, amca, sen buymuşsun demek!
Öyleyse benim parolam da şu bundan böyle:
Tanrı seninle olsun, unutma beni!
Yemin ettim, unutmam.


Oyunun Adı: Hamlet
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu








Uzaylıların Yaptıkları Esrarengiz Şekiller


nazanss.blogspot.com





Mel Gibson, İşaretler filminde oynamıştı. Sanıyorum çoğumuz bu filmi izlemişizdir. Çiftlikte yaşayan bir baba, iki çocuğu ve kardeşiyle birlikte tarlasında bir gecede oluşan işaretlerle başlayan film sonra uzaylı birileri ile devam ediyordu. Nefeslerimizi keserek izlemiştik!
Fantastik film demiştik.

Film bitmişti.
Unutmuştuk.

Oysa bitmemişti. Bu filmde birçok filmlerde esinlenildiği gibi bir gerçeği anlatmaya çalışıyordu. Daireleri. Tarla daireleri denilen nerede ise bir gecede oluşan dairesel şekilleri!

Bunlara Hasat Çemberleri de deniliyor Ekin Motifleri de…
Ekinler düzleştiriliyor büyük geometrik şekiller ortaya çıkıyor.

Önemli bir detayda UFO gördüklerini söyleyenlerden sonra bu tarla dairelerinin ortaya çıkması!

Bu ekinler yani tarlalar, arpa, buğday tarlaları da olabiliyor, sebze ekili yerlerde de azda olsa rastlanıyor. Daha azı da kar yağdığı zaman karların üstündeki şekillerde görülüyor. Bunların çapları genelde 5 metre ile 220 metre arasında…

Bu ekin çemberleri; yay, üçgen ya da daire biçimindeler. Dikdörtgen olana da rastlanıyormuş.
Bunlar genel bilgiler…

Bu konuyu ben daha öncede yazmıştım. Bilinmeyenler benim bilmem gerekenler sınıfında olduğundan arada bir tekrarlıyorum. Buna bazen televizyonda izlediğim bir programda neden olabiliyor.

Uzay ve UFO benim oldum olası dikkatim içindedir.

Bir gecede oluşabiliyorsa böyle olması bir hayli zor olan şekiller haliyle aklımıza uzaylıları bağdaştırıyor.
İşaretler filminde olduğu gibi… Başka nasıl açıklana bilinir?
Bir gecede oluşsun, oluşmasına kimse tanık olmasın!
Bu olağan üstü olayları gerçekleştirenlerin; başka dünyaların insanları olduğu sıralamaların ilkinde yer alıyor.

Bu şekiller ağırlık olarak İngiltere ardından Almanya, Rusya ve Kanada’da görülmüşler.
Burada çok önemli notlar var. Bazı yerlerde okuduklarımdan edindiklerim:
İlk ortaya çıktıklarında simetrik çemberler denilmiş. Sonrasında; matematiksel anlamda kusursuz grafikler olan spiraller gibi çok değişik formda oldukları belirlenmiş.

Benim için enteresan bir bulguda; ekinlerin bu şekillendirmelerde hasar görmüyor olmaları…
Kırılmıyorlar, kesilmiyorlar ve büyümeye devam ediyorlarmış.

Bilirkişiler ekinlerin zarar görmemesini uzaylılarda aramalarının nedenini de buna bağlıyorlarmış.
İnsanların bunu yapmış olma halinde ekinlerin mutlaka kırılacaklarını hesaplıyorlarmış.
Dahası inanmakta zorlandığım ekinler büyürken şekilde alıyorlarmış!

İsimlerine; Tarla Daireleri, Hasat Çemberleri, Ekin Motifleri’ denilen bu şekille inanılmaz düzgün oluyormuş. Pergelle çizilmiş hissini veriyormuş. Nerede ise hepsinde, merkezden dışa doğru uzanan bir spirale sahiplermiş.

Ekin çemberleri ile ilgili tarihsel bir alıntıyı aktarıyorum:

Kayıtlara geçen ilk ekin çemberi 1966 yılında, İngiltere’nin Hertfordshire kasabası sakinleri tarafından bulunmuştur.

Bu esrarengiz şekiller 1972 yılına kadar bir daha görülmemişlerdir.

Ağustos 1972’de, Güney İngiltere’nin Warminister bölgesinde önce bir UFO gözlemlenmiş, ardından da bir buğday tarlasında esrarengiz şekiller belirmiştir.

1972 yılından beri her yıl daha çok sayıda ekin çemberi ortaya çıkmaktadır.

1976 yılında, Langenburg’lü bir çiftçi olan Edwin Fuhr, tarlası üzerinde uçan kubbe şeklinde araçlar görmüştür. O gece tarlayı araştıran Fuhr, burada dört ekin çemberinin oluştuğunu fark etmiştir. Bu olayı takip eden üç gün boyunca UFO’lar gözlemlenmeye devam etmiş ve çemberlerin sayısı yediye ulaşmıştır.

Ağustos 1981’de araştırmacı Pat Delgado, basın organlarına, Winchester yakınlarındaki Cheesefoot Head’de bir mısır tarlasında birtakım esrarengiz çemberlerin ortaya çıktığını bildirmiş, olay önce İngiltere’de ardından da tüm dünyada büyük yankı uyandırmış ve dikkatler ekin çemberleri bilmecesine çevrilmiştir.

1983 yılında şu anda dünyanın en önde gelen ekin çemberleri araştırmacılarından biri olan İngiliz mühendis Colin Andrews, Ekin Çemberleri Araştırma (CPR)’yi kurmuştur.

Andrews ve Delgado, bu oluşumlarla ilgili detaylı araştırmalar yapmaya başlamışlar, çiftçiler ve diğer tanıklarla görüşmüşler, şekillerin çeşitli açılardan fotoğraflarını çekmişler ve elde ettikleri bulguları değerlendirmişlerdir.

1973 yılından 1997 yılına kadar ortaya çıkan ekin çemberlerinin hepsi CPR arşivlerinde kayıtlıdır.

Delgado ve Andrews, 1987 yılında Wiltshire ve Hampshire kentleri yakınlarında 40’a yakın ekin çemberi bulmuşlardır.

Bunlar daire, yüzük, eşmerkezli daire biçiminde üçlü ve beşli oluşumlardı.

1987 yılında, ekin çemberleri oluşumları hem sayı bakımından hem de modellerdeki çeşitlilik ve karmaşıklık açısından yeni bir ivme kazanmıştır. Aynı zamanda bu şekillerin esrarengizliği de artmıştır.

Çemberlerin içine giren köpekler hastalanmış, turuncu ışıklar yayan cisimler görülmüş, esrarengiz sesler duyulmuştur. Colin Andrews bu çemberlerin birinin içindeyken “statik elektriğin hışırtılı sesini” duyduğunu söylemiştir.

Grafik biçimindeki ilk ekin çemberleri 1990’larda ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bunlara en iyi örnek, 1994’te Stonehenge’in bir mil kadar güneyinde ortaya çıkan oluşumdur.

Stonehenge üzerinde uçan ve yerde olağandışı herhangi bir görünüme rastlamayan bir pilot, yaklaşık 45 dakika sonra aynı yerden geçerken Stonehenge’in tam güneyinde oldukça geniş ve geometrik açıdan kusursuz, grafik biçiminde devasa bir ekin çemberinin ortaya çıktığını farketmiştir.

Bu birdenbire ortaya çıkan yaklaşık 134 metrelik oluşumun insanlar tarafından yapılmasının imkânsız olduğudur.

Ekin çemberlerinin en dikkat çekicisi, “tüm çemberlerin anası” olarak da bilinen ve 17 Temmuz 1991’de İngiltere’de, Barbury Kalesi yakınlarındaki bir buğday tarlasında ortaya çıkan oluşumdur.
Bu oluşumda, merkezi, dairesel bir alan düzleştirilmiş ve iki eşmerkezli daire ile çevrelenmiştir.
Bu dairelerin üstüne ikizkenar bir üçgen yerleştirilmiştir; bu üçgenin her bir köşesinde farklı bir dairesel model bulunmaktadır.
Bunlardan biri basit bir çember, diğeri 6 kollu bir fırıldak, sonuncusu ise ilginç bir spiral şeklindedir. Tüm oluşum 190 metre genişliğindedir.

Wiltshire’ın Alton Barnes bölgesindeki Milk Hill’de ortaya çıkan ve “Galaksi” adı verilen ekin çemberi de oldukça ilgi çekicidir.

Bu şekil, bir spiral içine kusursuz bir biçimde yerleştirilmiş 400’den fazla çemberden oluşmaktadır.
Tüm oluşum 450 metre uzunluğundadır, içindeki çemberlerin çapları ise 30 cm ila 21 metre arasında değişmektedir.

“Oluşumda 400 çember bulunduğu ve bunlardan bazılarının çapının 20 metreyi geçtiği düşünülürse, her 30 saniyede bir tane çember çizilmiş olmalıdır ki bu sadece düzleştirme için harcanacak zamandır. Bu oluşum sınırları zorlamaktadır. Geleneksel açıklamalar bu noktada yetersiz kalmaktadır.

Tabi bütün bunlar için bazıları;
Rüzgârdan olmuştur,
Birileri yapmıştır,
Uzaylılarla alakası yoktur.

Tabi bunların hepsi havada asılı kalan sözler olmuş.
Bu kadar büyük dairelerin bir gecede inanılmaz matematiksel şekillerle yapılmasına imkân yok. Ekinler üzerinde büyük araçların bu şekilleri verebilmeleri günler alırmış.

Bir ayrıntı daha var, aktarıyorum:
Şekiller zamanla daha da karmaşıklaşmış; DNA spiralini temsil eden şekillerden, oldukça komplike matematiksel figürlere kadar uzanan bir çeşitlilik göstermiştir.
Bu yüzden ekin çemberlerinin sahtekârlık ürünü olduğu teorisi de bu şekillerin oluşumunu açıklamakta yetersiz kalmaktadır.

Bu konuda en çok destek gören görüş, bu şekillerin dünyamızı ziyaret eden insan dışı zeki varlıklar tarafından yapıldığı görüşüdür.

Bir ayrıntı daha ve benim için çok önemli:

Ekin çemberlerinin içine giren kişiler, buradayken ya da buradan çıktıktan sonra farklı hisler duyduklarını bildirmişler…

Bu kişiler, çemberlerin içindeyken aşırı baş dönmesi ve mide bulantısı yaşadıklarını söylemişler…
Bazıları bu deneyimin ayaklarını yerden kestiğini söylemişler…

Yeni yüzyıl insanları, ekin çemberlerinin içindeyken kendilerinde iyileştirici güçler hissettiklerini iddia etmişler…

Bazıları ise ekin çemberlerini bir tür sanat olarak yorumlamakta ve çemberlerin, sanat eserleri gibi derin ve etkileyici anlamlar taşıdıklarına inanmaktalarmış.

Bunlar hiçte normal şeyler değildir.
Bunlar aklımızı zorlayan olaylardır.

Ekin çemberleri insanları etkiliyor da hayvanları etkilemiyor mu?
Etkiliyormuş.
Ekin çemberlerinin ortaya çıktığı sabahların gecelerinde o çevredeki hayvanlar huzursuzlaşıyorlarmış.
Garip hareketler yapmaya başlıyorlarmış.

Durun bununla da kalmıyor.
Böyle bir olayın mutlaka elektronik aletlere zarar vermesi gerekir.
Nitekim öyle oluyormuş.
Çevredeki elektronik aletler bozuluyormuş.
Hatta üzerinde uçan uçakların bile bazen elektronik donanımlarında arızalar oluyormuş.
Araba aküleri boşalıyormuş. Arabalar ertesi sabah çalışmıyormuş.
Ha keza pusulalarda çalışmıyormuş.
Geiger sayaçları bölgede oldukça yüksek oranlarda radyasyon belirtiyorlarmış.
Voltmetreler yüksek seviyede enerji oluşumu tespit ediyorlarmış.

Okuduklarım beni çok şaşırtıyor.
Dünya da bilmediğimiz, anlamaya çalışıp anlayamadığımız işin içinden çıkamadığımız ne kadar bilmeceler var.
Bizler bunların neticelerini belki bilmiyoruz ama bunların olduğunu biliyoruz.
Şimdilik bence buda bir şeydir.


Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com