Nazan Şara Şatana; yeni yazı dizisi
Osmanlı
nazanss.blogspot.com
Bu gün size birkaç gün sürecek
Osmanlı ile ilgili bir yazının ilkini yazacağım.
Ben Osmanlı’yı merak
edenlerdenim.
600 yıl dünyanın en büyük
hükümdarlığını yaşamış olan bu imparatorluk nasıl bu kadar güçlüydü. Nasıl bu
kadar büyüyebilmişti.
Bunların sırrı neydi. İdare
şekilleri nasıldı?
Yaşamları, hayat görüşleri,
düşünceleri neydi?
En önemlisi nasıl bu kadar
başarılı olmuşlardı.
Uçakla, trenle, otobüsle ya da
özel araçlarla bile bir yerden bir yere gitmek bu kadar problem iken onlar
bilmedikleri yerlere at üstünde aylarca belkide yıllarca sefere çıkmışlar ve
fethetmişler. Bu nasıl mümkün olabilmiş!
Hep merak ettiğim, üstünde
durduğum bir konu.
Bugün başlayacağım yazı dizinde
onlarla ilgili birçok şeyi bende öğrenmek istiyorum. Birçok kitapları
araştırdım, yazımızda birçok yerlerden alıntılar yaptım. Osmanlı hakkında hemen
– hemen hepimiz bazı bilgilere sahibiz zaten.
Hele tarihi sevenler için
yazdıklarımın büyük çoğunluğu zaten bilinmekte.
Benim yaptığım onları
toparlamak, biraraya getirmek ve siz okurlar için hazırlamak…
Geçmişimizi bilmeden
geleceğimizden umutlu olamayız…
Osmanlı İmparatorluğu veya Osmanlı
Devleti
·
Devletin kurucusu ve Osmanlı Hanedanının atası olan Osman Gazi,
Oğuzların
Bozok kolunun Kayı boyundandır.
·
Osmanlı Devleti'nin bağımsız
bir devlet olarak tarih sahnesine çıkması 1289 yılında olmuştur.
Genel olarak din, dil ve ırk ayrımından uzak durduğu için yüzyıllarca birçok devleti ve milleti hâkimiyeti altında tutmayı başarmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu, eski Türk örf ve adetlerinin ve İslam kültürünün yükümlülüklerinin doğrultusunda bir yönetim şekli belirlemiştir.
İlk önce
Osmanlı’nın yönetim şeklini inceleyelim;
Osmanlı merkez
teşkilatı Kuruluş dönemi;
|
·
Osmanlı
Devleti'nde yönetim, eski Türk töresindeki aşiret usullerine göre tatbik
ediliyordu. Bu manada memleket, ailenin müşterek mali sayılıyordu. Bununla
beraber hükümdar, önemli konularda tek başına karar vermeyerek bir kısım devlet
adamının fikrinde müracaat ediyordu. Bu fonksiyon, daha sonra adına ‘Divan’
denecek meclis (bir çeşit bakanlar kurulu) tarafından yerine getiriliyordu. Başlangıçta
vezir-i azam ve vezirler, hükümdarın birinci derecede yardımcıları idi. Her şey
belli kanun ve nizamlar çerçevesinde yürütülüyordu.
·
Fatih
dönemine kadar örfe dayalı olan bu sistem, Fatih’le birlikte yazılı kanun
haline getirilmiştir. Bununla beraber, devletin genel kanunları dışında, her
kaza ve sancağın ekonomik ve sosyal durumuna göre özel kanunları vardı. İdarede
bütün yetki padişahîn ve onu temsilen divanin elinde toplanmıştı. Bu durum,
mutlak bir merkezî otoriteyi ön plâna çıkarmış oluyordu. Bu da devlete
merkeziyetçi bir karakter kazandırıyordu. Çünkü daha kuruluştan itibaren
hükümdarlar, merkeziyetçiliğe giden bir yol tutmuşlardı. Bu bakımdan bütün
tayin ve aziller, merkezin bilgisi altında yapılıyordu. Merkezin en önemli
karar organı da ‘Divan-i Hümayun’ denilen müessese idi.
Divan-ı Hümayun;
·
İslâm
dünyasında, Hz. Ömer ile başlayan divan teşkilatı, daha sonra değişik sekil ve
isimlerle gelişip devam etti. Osmanlı döneminde bizzat padişahîn başkanlığında
önemli devlet islerini görüşmek üzere toplanan Divan’a, ‘Divan-i Hümayun’
denirdi. Bu müessesenin, devletin ilk yıllarında nasıl geliştiğine dair kesin
bir bilgiye sahip değiliz. Ancak İbn Kemal, bu müessesenin daha Osman Gazi
zamanında ortaya çıktığını kayd eder. Herhalde bu, Anadolu beyliklerinde ortaya
çıkan divanin bir benzeri olmalıdır ki, pek fazla bir gelişme göstermemiştir.
·
Babasının
yerine geçip Bey unvanını alan Orhan döneminde, divanin varlığı artik kesinlik
kazanmış görünmektedir. Hatta Asık paşazade’nin, bu bey zamanında, divana
gelmek zorunda olan devlet adamlarının (divan üyeleri) burmalı tülbent, yani
bir çeşit sarık sarmalarını emr ettiğini söylemesi, onun divan erkânı için bir
kıyafet tespit ettiğini göstermektedir. Osmanlı divani, daha sonra gelen
hükümdarlar vasıtasıyla bir hayli geliştirilerek devletin en önemli organları
arasında yer alacaktır. İlk dönem Osmanlı divaninin çok sade ve basit olduğu
tahmin edilebilir. Öyle anlaşılıyor ki bu ilk divan, uç beyliği zamanındaki
seklini az çok muhafaza etmişti. Divan heyetinde, Osmanlı beyinin kendisinden
başka bir veziri, muhtemelen hükümet merkezi olan şehrin kadısı, beyliğin malî
islerini idare eden nâib veya defterdar gibi az sayıda üye vardı. Zaman -
zaman, bey yerine icabında orduya kumanda eden şahıs olarak sahnede Osmanlı
beyinin oğlu görülmektedir ki, bu vaziyet, divan kurulusunun uç beyliği
divaninin modeline göre olduğu hakkında bir kanaat vermektedir.
·
Fakat
Selçuklu Devleti tamamen yıkılıp Moğol nüfuzu da sarsılmaya başlayınca müstakil
bir devlet olma yolunu tutan Osmanlı Beyliği’nde, divanin gittikçe Selçuklu
divani modeline benzer bir mahiyet kazandığı görülür. Orhan Bey zamanında
müesseseleştiği görülen divanin üyeleri için, artik resmî bir kıyafetin tespit
edildiği görülür. Divan toplantıları, Sultan I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi
Sultan Mehmed ve II. Murad devirlerinde de devam etmişti. Yıldırım Bayezid,
halkın şikâyetlerini dinlemek üzere her sabah yüksek bir yere çıkardı. Herhangi
bir derdi ve sıkıntısı olanlar orada kendisine şikâyette bulunurlardı. O da bunların
problemlerini derhal çözerdi.
·
Divan,
Orhan Bey zamanından, Fatih’in ilk devirlerine kadar her gün toplanırdı.
Toplantılar sabah namazından sonra baslar ve öğleye kadar devam ederdi. XV.
asrin ortalarından sonra (Fatih dönemi) toplantılar haftada dört güne
(Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Salı) inmiş, Pazar ve Salı günleri de arz günleri
olarak tespit edilmişti. Divan, hangi din ve millete mensup olursa olsun, hangi
sınıf ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadın erkek herkese açıktı. İdarî,
siyasî ve örfî işler re'sen, diğerleri de müracaat, şikâyet veya görülen lüzum
üzerine veya itiraz sebebiyle temyiz suretiyle tetkik edilirdi. Memleketin
herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahalli kadılarca
haklarında yanlış hüküm verilmiş olanlar, vali ve askerî sınıftan şikâyeti
bulunanlar, vakıf mütevellilerinin haksiz muamelelerine uğrayanlar vs. gibi
davacılar için divan kapısı daima açıktı. Divanda önce halkın dilek ve
şikâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet işleri görüşülüp karara bağlanırdı.
·
Divanda
idarî ve örfî isler vezir-i azam, ser’i ve hukuki isler kadiasker, malî isler
defterdar, arazi isleri de nisancı tarafından görülürdü. Divan müzakereleri o
günkü ruznameye (gündem) göre yapılırdı. Toplantı bittikten ve Maliye hazinesi
ile Defterhane, vezir-i a'zamin mührü ile mühürlenip kapandıktan sonra
çavuşbaşı, elindeki asasını yere vurarak divanin sona erdiğini bildirirdi.
Divandan sonra Yeniçeri ağası padişah tarafından kabul olunarak ocak hakkında
bilgi alınırdı. Ondan sonra kadiaskerler huzura girip kendileri ile ilgili
işleri arz ederlerdi. Bundan sonra da vezir-i a'zam ile vezirler ve defterdar
kabul olunurdu. Bütün bunlardan sonra da padişahlar, vezir-i a'zam ve
vezirlerle beraber yemek yerlerdi. Ancak bu usul, Fatih Sultan Mehmed döneminde
kaldırılmıştı. Divan erkânından başka o gün isleri için divana gelmiş bulunan
halka da din ve milliyet farkı gözetilmeksizin yemek verilirdi. Öyle
anlaşılıyor ki Osmanlı Devleti divani, devletin en yüksek organı özelliğini
taşımaktaydı. Devlet başkanı olarak hükümdar, sık - sık divan üyelerinin
fikirlerini almak ihtiyacını hissediyordu.
·
Bu
durum, devlet idaresinin bir kişinin değil, bir kurulu teşkil eden üyelerinin
fikirlerinden yararlanılarak en mükemmel şekilde yapılabileceğinin açık bir göstergesidir.
Divanda, halk ile devletin bütün problemleri, özellikle timar tevcihleri ve
önemli mevkilere yapılacak atamalar da görüşülmekteydi. Bu, yüksek
memuriyetlere, hükümeti teşkil eden üyelerin fikirlerinin alınarak atamalar
yapıldığına işarettir. Bir kurulun yapacağı atamaların ise bir tek kişinin
yapacağı atamalardan daha isabetli olacağı bir gerçektir. Divanda son söz
şüphesiz ki sultanindir. Ancak gördüğümüz gibi hükümdarın, vezirlerin
mütalaalarını alması, daha doğrusu böyle bir ihtiyacı hissetmesi, devlet
idaresinde iş birliği ve koordinasyonun ön planda tutulduğunu göstermektedir.
Divan Üyeleri;
·
Kuruluş
dönemi Osmanlı divani, her gün sabah namazından sonra Padişahın huzuru ile
toplanarak görevinin gerektirdiği işleri yapardı. Divan toplantılarında
üyelerden her birinin kendisini ilgilendiren vazifeleri vardı. Her üye kendini
ilgilendiren vazifeleri ile meşgul olurdu. Padişahı bir tarafa bırakacak
olursak kuruluş döneminde divanda vezir-i a’zam, kadiasker, defterdar ve
nisancı gibi asil üyeler bulunuyordu.
Vezir-i a’zam ve vezirler;
·
Osmanlıların
ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sınıfına
mensuptu. Daha sonra vezir sayısı artınca birinci vezire ‘Vezir-i a'zam’
denildi. Bundan başka;
·
Sadrı-i
âli’, —Sahip-i devlet’, —Zat-i Asafi’ ve —Vekil-i mutlak’ Gibi tabirler de
kullanılmış ise de bunlar asil el-kaptan değillerdir. Daha sonraki tarihlerde
vezirlerin sayısı artmış ve XVI. asır ortalarına yakin zamana kadar vezirlik,
sadece İstanbul’da bulunan mahdut kimselere münhasır iken Kanunî devri
vezirlerinden Çoban Mustafa Pasa ile Hain Ahmet Pasa, önemine binaen vezirlikle
Mısır valiliğine tayin edilmişlerdi. Daha sonraki tarihlerde Budin, Yemen ve
Bağdat eyaletlerine de vali olarak vezirler gönderilmişti. Vezir-i azam,
padişahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarın mutlak vekili
olduğundan, sözü ve yazısı padişahîn iradesi ve fermanı demekti. Çandarlı
hanedanının düşüşüne kadar bütün islerde birinci merci vezir-i azamdı.
·
Çelebi
Mehmed zamanındaki Amasyalı Bayezid Paşa’nın vezir-i azamlıği bir tarafa
bırakılacak olursa Çandarlı ailesinin bir silsile halinde kadiaskerlikten
gelmek suretiyle yetmiş seneden fazla bir müddet kesintisiz o mevkii işgal
etmeleri ve hükümdarların itimatlarını kazanmaları bütün Türk devlet
adamlarının bir ailenin etrafında toplanmalarına sebep olmuştu. Hatta Segedin
muahedesinin akdi üzerine saltanatı oğlu Mehmet’e bırakan İkinci Murad, karşı
tarafın bu fırsatı ganimet bilip antlaşmayı bozması üzerine, anormal bir hal
alan olaylar karsısında tekrar hükümdar olup idareyi eline almak istediği
zaman, Vezir-i azam Çandarlizâde Halil Paşa’nın teşebbüsüyle ikinci defa
hükümdarlık makamına getirilmişti. İcabında padişah adına divana riyaset
(başkanlık) eden vezir veya vezir-i azamlar, hükümdarın mutlak vekili idiler.
Padişahîn elips seklindeki altın bir mührü, bunun alameti olarak yanlarında
bulunurdu. Vezir, devlet islerinde bütün salahiyet ve mesuliyetlere sahip
olduğu gibi bütün azil ve tayin isleri de onun reyi ile olurdu. Bu dönemlerde,
hükümdarlarca hiç bir taleplerinin reddedilmemesi adet haline gelmişti. Vezir-i
azamlar, vekil-i mutlak olarak büyük ve geniş yetkilere sahip olan kimselerdi.
Herkes onun emirlerine itaat etmekle yükümlü görünmektedir. Çünkü o, padişahî
temsil etmekteydi. Vezir-i a'zam (Kanunî döneminden itibaren) sadrı-i azamlar,
padişahîn yüzük seklindeki tuğralı altın mührünü taşırlardı. Vezir-i
a'zamlarin, diğer vezirlerden farkları;
‘mühr-i hümayun’
·
Denilen
bu mühür ile olup hükümdarlık salâhiyetinin icrasına ve padişahîn kendisini
vekil ettiğine dair bir delil olduğu için onlar bu mührü örülmüş bir kese
içinde koyunlarında taşırlardı. Vezir-i azamin azlinde veya ölümü halinde
‘mühr-i hümayun’ ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i hümayun ya divana
gönderilmek veya vezir-i a'zam olacak kimsenin huzura kabul edilmesi suretiyle
verilirdi. Osmanlı Devleti'nde XVI. asrin ilk yarılarına kadar yalnız devlet
merkezinde bulunup divan-i hümayuna memur;
Kubbe veziri’ Veya Kubbenisîn’
·
Denilen
vezirler vardı. Bunların sayıları pek fazla değildi. Kubbe vezirleri divanda
kıdem sırasına göre otururlardı. Fatih Sultan Mehmet'ten itibaren hükümdarlar
Divan-i Hümayun toplantılarına katılmayı terk edip, riyaseti sadrazama
bıraktıktan ve XVI. asrin ikinci yarısında bu toplantılar haftada dört güne
inhisar edildikten sonra hükümdarlar, arz odasında sadrazamın verdiği izahatı
dinleyerek müzakerelerden haberdar olurdu. Bir müddet sonra devlet isleri
Pasakapisi'nda görülmeye başlanmış ve Divan-i Hümayun XVIII. asırdan sonra elçi
kabulü ve ulûfe tevziine tahsis edilmişti. Sadrazamların hükümdarlarla
görüşmeleri ise XVI. asırdan itibaren gittikçe azalmıştı. Bunlar, devlet
islerini…
Telhis’ Veya Takrir’
·
Adlı
vesikalarla ve ekleri ile birlikte hükümdara arz ederlerdi. Böylelikle
telhisler, kanun, nizam, tevcih, usul ve âdet ile tayin edilmiş olan ve
hükümdarın tasdikine ihtiyaç gösteren hususlara ait sadrazamın arzı mahiyetinde
idiler. Sadrazam kendi fikrini de beyan ettikten sonra ilgili konu hakkında
padişahîn fikrini sorardı. Telhislerin hazırlanması Reisü’l-küttabın görevi
olup, hazırlandıktan sonra genellikle padişahî yormamak ve meramı açıkça ifade
etmek üzere sade bir ifade ve iri nesihle yazılarak saraya gönderilirdi.
Padişahın;
·
—Manzurum
oldu, —Verilsin’, —Verdim’, —Tedarik edesin’, —Zamanı değildir’,
·
—Berhudar
olasın’, —Olmaz’
·
Gibi
hatt-i hümayunu ile işaret etmesinden sonra sadrazam onu isleme koyardı.
Sadrazamların diğer devlet ricaline ve idarecilere olan tahriratına ise ‘Buyruldu’
denirdi.
·
Osmanlı
Devleti'nin ilgasına kadar sadrazamların ya re'sen veya bir muamele dolayısıyla
mektubî kaleminden yazılan kâğıtlara; ‘buyruldu-i sâmi’ ismi
verilmektedir. Bu buyruldunun divanî yazı ile yazılması ve bas tarafına da
sadrazamın ismini havi sadaret mührünün basılması usuldendi.
Kadiasker;
·
Osmanlı
Devleti'nde askerî ve hukukî islerden sorumlu olan kadiaskerdik teşkilâtı,
gerek kelime gerekse meslek olarak uzun bir geçmişe sahiptir. Hz. Ömer
tarafından ordugâh şehirlerine tayin edilen kadılar, sivil olmaktan ziyade
askerî bir hüviyet taşıyorlardı. Bu sebeple, kadiaskerliğin Hz. Ömer tarafından
kurulduğu belirtilmektedir. Kelime olarak lügat manası ‘asker kadist’ demek
olan kadiaskerdik, Osmanlı ilmiye teşkilâtı içinde önemli bir mevki idi.
Kadiasker terkibindeki ‘asker’ kelimesi, müessesenin özelliği açısından önem
taşır.
·
Zira
Şeyhülislâmlıktan takriben bir asır kadar önce kurulmuş olan müessesenin
kurulusunda devletin, asker ve onların ihtiyaçlarını karşılamada titizlikle
hareket ettiğini göstermektedir. Bununla beraber, Divan-i Hümayun azası olan
kadiaskerin vazifeleri sadece askerî saha ile sinirli değildi. Kadiaskerler
ayni zamanda bütün sivil adlî islere de bakıyorlardı. Onlar, belli seviyedeki
bazı kadı ve naiplerin tayinlerini de yapıyorlardı. Divan toplantılarında
vezir-i a'zamin sağında vezirler, solunda da kadiaskerler yer alırdı.
·
Fatih
Sultan Mehmet’in son senelerine kadar yalnız bir kadiaskerdik vardı. Hudutların
genişlemesi ve islerin çoğalması yüzünden 885 (M. 1481) yılında biri Rumeli,
diğeri Anadolu olmak üzere ikiye ayrıldı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun Osmanlı
ülkesine ilhakından sonra Yavuz Sultan Selim (1512–1520) tarafından 922'de yani
XVI. asrin ilk çeyreğinde (1516) merkezi Diyarbakır, Arap ve Acem
kadiaskerliğin adi altında üçüncü bir kadiaskerdik kuruldu. Bu müessese, Osmanlı
saltanatının sonuna kadar devam etti. Anadolu'da bulunan müderris ve kadıların
tayini, Anadolu kadiaskerinin, Rumeli'de bulunan müderris ve kadıların tayini
de Rumeli kadiaskeri tarafından yapılmaktaydı. Görüldüğü gibi müessesenin
görevleri, eğitim ve yargı teşkilatının idaresi, ordu ve askerî zümrenin gerek
barış, gerekse savaş sırasında hukukî ihtilaflarının giderilmesi ve davalarının
görülmesi seklinde iki ana grupta toplanabilir.
·
Bir
kimsenin kadiasker olabilmesi için ‘mevleviyet’ denilen 500 akça yevmiyeli
büyük kadılık mansıbında bulunması gerekirdi. XVI. asrin ikinci yarısına kadar
kadiasker olmak için muayyen bir usul yoktu. Fakat bu tarihten sonra İstanbul
ve Edirne kadılarından veya Anadolu kadiaskeri payesi olan İstanbul kadısı
mazullerinden birinin fiilen Anadolu kadiaskeri olması kanun haline gelmişti.
Bu kadiaskerlikten sonra da Rumeli kadiaskerliği gelirdi. Kuruluştan sonraki
dönemlerde kadiaskerdik müddeti, diğer mevleviyetlerde olduğu gibi bir yıldı.
Bu müddeti dolduran kadiasker, mazûl sayılarak yerine sırada olan bir başkası
tayin edilirdi. XVI. asrin ikinci yarısından itibaren Rumeli kadiaskerleri
Şeyhülislâm olurlardı.
·
Zamanla
maaşlarında farklılık görülen kadiaskerler, Fatih kanunnamesine göre devlet
hazinesinden yevmiye 500 akça alıyorlardı. XVI. yüzyılın ortalarından sonra
Rumeli kadiaskeri 572, Anadolu kadiaskeri ise 563 akça yevmiye alıyorlardı.
Bunların maaşlarından başka askerî sınıftan olup vefat edenlerin ‘resm-i
kısmet’lerinden, binde onbeş akça olarak gelirleri vardı.
·
Bu
para, kadiasker kassamlari vasıtasıyla tahsil edilirdi. Âli'nin kaydına göre
Rumeli kadiaskerine resm-i kısmetten günde sekiz bin akça hâsıl olurdu. Anadolu
kadiaskerinin resm-i kısmeti ise daha fazla idi. Irak, Suriye ve Mısır’ın bu
kadiasker lige bağlı olması, bu artışa sebep oluyordu. Mazuliyet veya
tekaütlerinde de kendilerine maaş tahsis edilen kadiaskerlere, daha sonra birer
arpalık verilerek iaselerinin temin edilmesi sağlanırdı. Divan’daki davaları
dinleyen kadiaskerler, Salı ve Çarşamba hariç olmak üzere her gün kendi
konaklarında divan akdedip kendilerini ilgilendiren ser’i ve hukukî islere
bakarlardı. Kadiaskerlerden her birinin tezkireci, ruznamçeci, matlabçi,
tatbikçi, mektupçu ve kethüda olmak üzere yardımcıları bulunurdu.
·
Ayrıca
her birinin davalı ve davacıyı divana getiren yirmişer muhzırı bulunmaktaydı.
Padişah, sefere çıktığı zaman kadiaskerler de onunla birlikte giderlerdi.
Padişah sefere gitmediği takdirde onlar da gitmezlerdi. Bu durumda ser’i
muameleleri görmek üzere onların yerine ‘ordu kadısı’ tayin edilip
gönderilirdi. Ayni şekilde padişahlar Edirne'ye gittikleri zaman onlar da
padişahla birlikte gider ve akd edilen divan oturumlarına iştirak ederlerdi.
·
Bu
müessese, Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar devam etmiş, Osmanlı hükümeti ile
birlikte o da tarihe mal olmuştur.
Defterdar;
·
Defter
ile dâr kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan ‘defterdar’ ‘defter tutan’
demektir. Doğudaki Müslüman devletlerin ‘müstevli’ dedikleri görevliye
Osmanlılar, defterdar diyorlardı. Bir bakıma günümüzdeki Maliye bakanlığı
manisini ifade eder. Osmanlılar, XIV. asrin son yarısında ve Sultan I. Murad
zamanında maliye teşkilâtının temelini atıp onu tedricen geliştirmişlerdir.
Buna bakarak Osmanlıların daha kuruluş yıllarından itibaren maliye isleri
üzerinde önemle durdukları söylenebilir.
·
Hatta
Abdurrahman Vefik, Osman Gazi'nin ölümü esnasında oğlu Orhan'a yaptığı
vasiyetinden bahs ederken onun ‘beytü'l-mal-i müslimîn’i koruması gerektiğini
söyleyerek devletin servetini muhafaza etmesi ve gereksiz yere para harcamaması
gerektiğine işaretle bunun önemini belirttiğine temas eder. Fatih Sultan Mehmed
tarafından tedvin ettirilmiş olan kanunname-i Al-i Osman ile diğer
kanunnamelere göre defterdar, Padişah malinin (Devlet hazinesi) vekili olarak
gösterilmektedir. Dış hazine ile maliye kayıtlarını ihtiva eden devlet
hazinesinin açılıp, kapanması defterdarın huzurunda olurdu.
·
Başka
bir ifade ile hazinenin açılmasında hazır bulunmak, defterdarın vazifeleri
arasında bulunuyordu. Divân'in aslî üyelerinden olan defterdar, sadece salı
günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi.
Bununla beraber, padişahın huzurunda okuyacağı telhis hakkında daha önce
vezir-i azamla görüşür ve onun muvafakatini alırdı. Bayram tebriklerinde
padişah vezirlere olduğu gibi defterdarlara da ayağa kalkardı. Genel olarak
devlet gelirlerini çoğaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olanı da
muhafaza altında bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdar.
·
Osmanlı
Devleti'nin kuruluş yıllarında bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin
kuruluş yıllarında bir defterdar varken, daha sonra, yeni - yeni yerlerin Feth
edilmesi ve ihtiyaçların çoğalması yüzünden sayılan artırıldı. Bunlar, II.
Bayezid dönemine kadar Rumeli'de hazineye ait islere bakan Rumeli defterdara
veya bas defterdar ile Anadolu'nun malî islerine bakan Anadolu defterdarı olmak
üzere iki kişi idi. Defterdarlar, kendilerini ilgilendiren malî islerdeki
şikâyetleri, Defterdar Kapısı’nda akd edilen divanda dinler ve gerek görülürse
‘tuğralı ahkâm’ verirlerdi.
·
Zaten
kanunnameye göre kendilerine bu salahiyet verilmiştir. Her defterdar, kendi
dairesinden çıkan evrakın arkasını imzalardı. On yedinci asrin ortalarından
itibaren bütün maliye hükümlerinin (tuğralı ahkâm) arkalarına kuyruklu imza
koyma hakki, bas defterdara verildi. Bundan başka bas defterdar, divan kararı
ile malî tayinlere ait kuyruklu imzası ile "buyruldu" yazmakla
birlikte bunun üst kenarı sadrı-i a'zamin buyruldusuyla tasdik olunurdu.
Defterdar, sadrı-i azama re'sen yazdığı veya havale edilmiş bir muameleli kâğıt
üzerine cevap verdiği zaman, kuyruklu imza koymaz, topluca bir imza koyardı.
Nisancı;
·
Osmanlı
devlet teşkilâtında Divan-i Hümayunun önemli vazifelerinden birini yerine
getiren görevli için kullanılan bir tabirdir.
·
Nisan kelimesinden türetilmiş olan
·
‘Nisancı;—Ferman, —Berat, —Mensur,
—Name, —Mektup, —Ahitname, —Hüküm, —Biti,
·
Gibi
devlet resmî evrakının bas tarafına padişahîn imzası demek olan nisanı koyardı.
·
Bu
görevliye nisancı, muvakkit, tevkii ve tugraî gibi isimler
de verilirdi.
·
Osmanlı
devlet teşkilâtında XVIII. asır başlarına kadar önemli bir makam olan
nisancılık, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı.
·
Nisancılık
müessesesinin başında bulunan görevliye Osmanlilar'da nisancı denirken,
Abbasîlerde buna ‘Reisu Divani’l-Insa’ deniyordu.
·
Bu
teşkilat, sadece Müslüman Doğu’da değil, Bati Müslüman devletlerinde de vardı.
Nitekim batıda devlet kurmuş ve zaman - zaman Endülüs'e de geçmiş bulunan
Merinîler (592–956 1196–1458)'de ‘Divanu’-insa’ adı ile aynı görevi yerine
getiren bir müessese vardı.
·
Büyük
Selçuklularda da ayni vazifeyi gören bir divan vardı ki, bu divanın başındaki
görevliye ‘Sahip-i Divan-i Tuğra ve Insa’ adi veriliyordu. Bazen da
sadece ‘Tugraî’ deniyordu. Bu zat, hükümdarın mensur, ferman vs. gibi
isimler altında çıkardığı emirnamelere, onun işaret ve tuğrasını koymakla
görevliydi.
·
Anadolu
Selçuklu Devleti'nin merkez teşkilatı içinde de ayni görevleri yerine getiren
ve adına ‘Tugraî’ denilen bir görevlinin bulunduğunu belirtmek gerekir.
·
Kalkasandî,
Mısır’daki bu hizmeti beş merhalede ele alır ve Memlûklarda bu görevi üstlenen
kişiye ‘Kâtibu’s-Sır’ veya ‘Sahibu Divani’l-insa’ adının
verildiğini bildirir. Görüldüğü gibi müesseseleşmiş hali ile Abbasîlerde
görülen nisancılık, daha sonraki bütün Müslüman devletlerde olduğu gibi
Osmanlılarda da olacaktı.
·
Bunun
için Osmanlı Devleti'nin merkez teşkilatına dini taşıyan görevli idi. Önemli
hizmeti bulunmasına rağmen, nisancılığın Osmanlilar'da hangi tarihlerde
kurulduğu kesin olarak tespit edilebilmiş değildir.
·
Bazı
araştırıcılar bu kurulusu Osmanlı Devleti'nin ikinci hükümdarı olan Orhan Gazi
dönemine kadar çıkarırlar. Çünkü bu döneme ait fermanlarda tuğra bulunmaktadır.
·
Bu
da nisancılığın basit sekli ile de olsa Orhan Gazi döneminde var olduğunun bir
işareti olarak kabul edilebilir. Keza, bu tabirin devletin ilk zamanlarında
kullanıldığını gösteren kayıtlar da vardır.
·
Nitekim
Sultan İkinci Murad'in emri ile Türkçeye tercüme edilen İbn Kesir tarihinin
Arapça metnindeki ‘Muvakkî’ tabirinin ‘Nisancı’ olarak tercüme
edilmesi de bunu göstermektedir.
·
İbn
Kesir'in el-Bidâye ve'n-Nihâye adli tarihinin mütercimi olan zat, nisancı
kelimesini kullandığına göre, bu tabir, o dönem Osmanlı toplumu arasında
biliniyordu demektir.
·
Fatih
Sultan Mehmet’in tedvin ettirdiği kanunnamede bu memuriyetin isim ve
salâhiyetleri ile zikr edilmiş olması, bunun Fatih’ten önce mevcut olduğunu,
fakat onun zamanında tam anlamıyla geliştiğini göstermektedir.
·
Divan-i
Hümayunda vezir-i a'zamin sağında ve vezirlerin alt tarafında oturan nisancı,
önemli bir hizmeti yerine getiriyordu.
·
Nisancılar,
görevleri icabı bazı özellikleri taşıyan kimseler arasından seçiliyorlardı.
Nisancı olacak kimselerin insa konusunda maharetli bulunmaları gerekirdi.
·
Görevleri
icabı olarak insa konusunda maharetli olmaları, devlet kanunlarını iyi bilerek
yeni kanunlar ile eskiler arasında bağ kurup anları telif etme kabiliyetine
sahip bulunmaları gereken nisancıların, ilmiye sınıfı arasından dâhil
ve sahn-i seman müderrislerinden seçilmesi kanundu.
·
Nisancılar,
XVI. asrin başlarından itibaren Divan-i Hümayunun kalem heyeti arasında, bu
vazifeyi yerine getirebilecek olan reisü’l-küttâblardan seçilmeye
başlanmıştır.
·
Eğer
reisü’l-küttâb bu vazifeyi yerine getirebilecek kabiliyete sahip değilse
yine müderrisler arasından uygun görülen bir kişi bu vazifeye tayin edilirdi.
·
Fatih
döneminde müesseseleşerek kurulduğunu gördüğümüz nisancılık, Osmanlı Divan-i
Hümayunun dört temel rüknünden birini teşkil ediyordu.
·
Fatih
kanunnamesinde de belirtildiği gibi bu dönemde vezirlik, kadiaskerdik ve
defterdarlıktan sonra en önemli vazife nisancılıktı. Nisancılık, XVI. asrin
sonlarından itibaren yavaş - yavaş önemini kayb etmeye başladı.
·
Bunun
içindir ki, önceleri âmiri durumunda bulunduğu reisü'l-küttâbla eşit duruma
getirilmişti.
·
XVII...
asrın ortalarında nisancılık adeta kuru bir unvan haline geldi. XIX. yüzyılın
başlarına kadar ismen de olsa varlıklarını devam ettiren nisancılar, eski
önemlerini tamamen kayb ettiler.
·
Bu
sebeple Nisancılık 1836 yılında tamamen lav edilerek vazifeleri ‘Defter
eminine’ verilmiştir. Mühim islere dair fermanların üzerlerine Babıâli,
diğerlerine de defter eminleri tarafından tayin edilen ve tugranüvis denilen
memurlar tarafından tuğra çekilirdi. 1838’de tuğra-nüvislik görevi de
kaldırılıp Babıâli ile defter eminliği tuğracılığı birleştirildi. Böylece bu
hizmetin Bâbiâlî'de görülmesi kararlaştırıldı.
Saray Teşkilatı;
·
Bursa
Feth edilip merkez haline getirilmeden önce, Osmanoğulları'na ait özel bir
saray yoktu. Osmanlı Beyi, diğer emirler gibi kendi ailesi halkı ile birlikte
bir evde oturur, beyliğin ileri gelenlerini ve tebaasını burada kabul ederdi.
İşler, bu mütevazı evde görüşülürdü. Bu şekildeki bir ikametgâhın, muhafız vs.
gibi fazla sayıda yardımcı kimselere de ihtiyacı yoktu.
·
Nitekim
bir kâtip, birkaç çavuş, haberci ve az sayıda bir muhafız grubu, bütün isleri
görmeye yetiyordu. Yaz aylarında, genellikle bey evinin karsısındaki ulu
çınarların serin gölgelikleri, toplantı yeri olurdu.
·
Yaz
mevsimindeki bu toplantılar, Osmanlıların Söğüt bölgesine yerleşmeden önceki
göçebelik dönemini hatırlatıyordu. Zira bu dönemlerde, aşiretin ileri gelenleri
açık havada, beyin çadırının önünde toplanıp isleri görüşüyor ve bir karara
varıyorlardı. Bununla beraber zaman - zaman sefer veya herhangi bir sebeple
hareket halinde bulunan beyler, eski Türk âdetlerine göre at sırtında da
toplantılar yaparlardı. Böyle toplantılarda sadece şifahî kararlar verilirdi.
Bey, Cuma günleri Cuma namazında hazır bulunurdu. Bu, beyin tebaasıyla
görüşmeye, onların dert ve şikâyetlerini dinlemeye vesile olurdu. Bu dönemdeki
bütün âdet ve merasimler, Oğuz töresince icra olunurdu.
·
Orhan
Bey, Bursa’yı Feth edip is başına geçtikten sonra beyliği her sahada
teşkilâtlandırmaya gayret etmişti. Bunun içindir ki bazı araştırıcılar, Osmanlı
Devleti için onun döneminden itibaren bugünkü manada ‘devlet’ denebileceğini
kayd ederler. Gerçekten, Osmanlı Devleti, gelişip büyüdükçe, hükümdarlarının
oturdukları saraylar da bu gelişmeye paralel olarak büyümüş ve ihtişamları
artmıştı. İlk Osmanlı sarayı, mütevazı bir şekilde Bursa'da yapılmıştı. Bundan
sonra Edirne'de saraylar insa edilmişti. İstanbul’un fethinden sonra Fatih
Sultan Mehmed tarafından bugünkü Bâyezid'de İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu
sahada bir saray yaptırılmıştı. Fakat daha sonra beğenilmeyen bu sarayın (Eski
saray) yerine Marmara ile Haliç arasında bulunan çıkıntılı tepe (Sarayburnu)
üzerinde yeni bir saray insa edilmişti.
·
Yeni
saray adi verilen bu saray (Topkapı Sarayı), Padişahîn ailesine mahsus daireler
(harem), Enderun ve diş hizmetlerle alâkalı Birûn adi verilen üç kısımdan
teşekkül etmekteydi.
·
Fatih’ten
sonra gelen Osmanlı padişahları, 1400 metre uzunluğunda ‘Sur-i Sultani’ denilen
yüksek ihata duvan ile çevrili olan bu sarayda ikamet ettiler. Fatih Sultan
Mehmed tarafından insasına başlanılan ve XIX. yüzyıl ortalarında Dolmabahçe
Sarayı’na taşınıncaya kadar yaklaşık dört asra yakin Osmanlı padişahlarına
hizmet eden Topkapı Sarayı’na, hemen her Osmanlı Padişahî bir ilavede
bulunmuştu. Bu saray, 3 Nisan 1924 tarihinde çıkan, Bakanlar Kurulu kararı ile
müze haline getirilmiştir. Orhan Bey'in, Bursa’nın iç kalesinde bir sarayı
vardı. Fatih devrine kadar gelen Osmanlı hükümdarları tarafından kullanılan
Bursa sarayından Evliya Çelebi de bahs etmekte, ancak sarayın bu hükümdardan
sonra rağbet görmediğini, sadece muhafız bostancılarının burada bulunduğunu
kayd etmektedir. Mamafih, Bursa büyük bir yangın ve depreme maruz kaldığı için
Evliya Çelebi'nin bahs ettiği sarayın, Orhan Bey devrinden kalan bina olmadığı
söylenebilir.
·
Ayrıca
1402'deki Ankara Muharebesi'nden sonra Bursa’nın maruz kaldığı Moğol istilası
esnasındaki yangın ve yağmalamalar da düşünülecek olursa Orhan döneminden XVII.
asra pek fazla bir şeyin kalmayacağı kanaatine varılabilir. Bursa sarayı hakkında
bilinenler pek fazla değildir. Teşkilat ve iç taksimatı ise hemen - hemen hiç
bilinmemektedir. Sadece, muhafazası için kapıcılarının, muhtelif hizmetler için
iç halkının ve harem kısminin bulunduğu söylenebilir. Edirne'nin fethinden
sonra da Bursa bir müddet daha devlet merkezi olmakta devam etmişti. Bilindiği
gibi Rumeli fetihlerinin başladığı sıralarda Osmanlı Devleti'nin merkezi Bursa
idi… Edirne'nin fethinden sonra da burası hemen terk edilmedi. Bununla beraber
Edirne'de ilk sarayın Murad Hüdavendigar (I. Murad) tarafından, 767 (m. 1365)
yılında yaptırıldığı ve yerinin de bugünkü Selimiye Camii'nin bulunduğu yüksek
yerde veya yakınında olduğu ileri sürülmektedir.
·
Evliya
Çelebi, kendi zamanında bu sarayın bulunduğunu ve Musa Çelebi tarafından
etrafının bir duvarla çevrilmiş olduğunu bildirir.
·
Yine
onun yazdığına göre, Kanunî Sultan Süleyman da bu sarayı tamir ettirmiş ve
acemi oğlanlarına tahsis etmiştir. Bu eski saraydan günümüze kadar bir iz
kalmamakla beraber, Selimiye Camii'nin üst tarafındaki Saray Hamamı denilen
Çifte Hamam harabesinin bu saraya ait hamamın kalıntısı olduğu kabul
edilmektedir.
·
Edirne
saraylarının en meşhuru, Hünkâr bahçesi Sarayı denilen Yeni Saray olup burada
harem daireleri ile diğer teşkilâtlar vardı.
·
Yine
Evliya Çelebi'nin kaydına göre önceleri koru halinde bulunan bu yer, Sultan
Birinci Murad tarafından imar edilmiş, fakat Sultan II. Murad, Tunca nehrinin
kenarında bulunan bu mevkii köşklerle süslemişti. Kendisinden sonra gelenler de
buraya ilaveler yaparak Kanunî zamanında mükellef bir hale getirmişlerdi.
İstanbul’un fethinden üç yıl sonra, yani 1457 senesinde Edirne şehri büyük bir
yangın sonunda tamamen yok olmuş gibiydi. Bu arada saray da yangından zarar görmüştü.
Bunun için şehrin yeniden imarı sırasında Fatih’in emri ile yeniden Hünkâr
bahçesi Sarayı diye anılan yerde insa edilen sarayda altı bin iç oğlanı ile
beş yüz civarında bostancı vazife görüyordu. İç oğlanları, Topkapı
Sarayı’nda olduğu gibi muhtelif koğuşlar halindeydiler.
·
Bostancılar
hem Edirne sarayı bahçelerine hem de Edirne'de bulunan Mamak, Çömlek ve Mesih
pasa bahçelerine bakıyorlardı. Ayıca Edirne Bostancı başının idaresinde şehrin
inzibat isleri ile de meşgul oluyorlardı. Hükümdarlar, İstanbul’da ikamete
başlamadan önce Edirne sarayında, muhafız kapıcılar ve kapıcı başılar vardı.
Bunlar sonradan kaldırılmışlardı. Onların yerine bostancılar bakmaya
başlamışlardı. Edirne sarayındaki iç oğlanların kıdemlileri, üç senede bir
İstanbul’daki yeni sarayın Enderun kısmına veya kapı kulu süvari ocaklarına verilirlerdi.
Keza Bostancılar da zamanı gelince kıdemlerine göre; —Yeniçeri, —Sipahi,
—Müteferrika, olurlardı. Edirne sarayı da İstanbul’daki yeni sarayda olduğu
gibi Enderun, Birûn ve Harem kısımlarından meydana geliyordu.
Enderun;
·
Osmanlı
Devletinde XV. asır ortalarından itibaren medrese dışında en köklü ve sağlam
ikinci eğitim kurumu, Enderûndu. Sarayın, Enderun halkını, devşirme denilen
bazı Hıristiyan tebaa çocukları veya harplerde esir alınıp yetiştirilen gençler
meydana getiriyordu.
·
Bunlar,
devşirme kanununa göre sekiz ila on sekiz yaşları arasında toplanıp önce
Enderun dışındaki Edirne Sarayı, Galatasaray ve İbrahim Pasa Sarayı gibi
saraylarda terbiye ve tahsil görüp Türk-İslâm âdet ve geleneklerini öğrendikten
sonra Enderun’daki ihtiyaç ve kıdemlerine göre yeni saraydaki küçük ve büyük
odalara verilirlerdi. Bunlar, burada da tahsile devam edip saray adap ve
erkânını öğrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine
odalarından birisine çıkarılırlardı. Bundan sonra da en mümtaz oda olan Has oda
gelirdi. Kiler ve Hazine odasındaki eskiler, yani kıdemlilerin seçmeleri münhal
vukuunda (boşaldığında) buraya verilirlerdi. Veya zamanları gelince kapıkulu
süvarisi olarak dışarı çıkarılırlardı. Bu odaların en ilerisi ve mümtazı olan
Has oda idi ki, asil Enderun ağalan bunlardı. Gerek devşirme sistemi, gerekse
İç oğlanları hakkında aşağıdaki bilgiler konuya daha bir açıklık getirecektir.
Devşirme olarak alınıp sarayda uzun müddet hizmet ve terbiyeden sonra devletin
muhtelif makamlarına namzet olarak yetiştirilen çocuklara, İç oğlanı denirdi.
·
Rivayete
göre Osmanlı sarayında İç oğlanı istihdamı Yıldırım Bayezid zamanından itibaren
başlamıştır. İç oğlanlarının bedenî eğitimlerine de önem verilirdi. Ok atmak,
mızrak kullanmak, cirit ve çomak oynamak, binicilik gibi hareketler, o dönem
için baslıca bedenî hareketler olarak kabul ediliyordu. Bundan dolayı bunlar
kuvvetli, çevik ve dayanıklı olurlardı. Bazen odalar arasında müsabakalar
yapılırdı. Bunlar, mensup oldukları odalara göre hizmet ve sanat öğrenirlerdi. Öyle anlaşılıyor ki, İç oğlanları II. Murad
zamanına kadar silah eğitiminden başka eğitim görmüyorlardı. Bu dönemde saray,
Osmanlı Devleti'nin kültürel, siyasî ve askerî gelişiminin ana yönlerini
belirleyen önemli bir faktör olmuştur.
·
Bu
bakımdan saray, en parlak ilim merkezlerinden biri haline gelmiştir.
Harem;
·
Topkapı
Sarayı’nda ikinci avlunun solunda Divan-i Hümayunun arka kısmında yer alan
Harem-i Hümayun, genellikle Haliç’e nazır çeşitli sofalar, koridorlar,
daireler, odalar, çeşmeler ve hizmet binalarından meydana gelmekte idi.
Buraların üzerleri kubbeler ve tonozlarla örtülüydü. Duvarları en değerli çini
ve mermerlerle kaplı olduğu gibi en güzel kitabe ve yazılarla da süslü idi.
Gerek mimarî form, gerekse bezemeleri açısından yüzyılları burada iç içe ve yan
yana görmek mümkündür. Harem, Osmanlı padişahlarının hususi evi konumunda olan
binalar manzumesidir. İslâm dünyasında eskiden beri yaygın olarak bilinen bir
terim olarak harem, sarayların ve büyükçe evlerin sadece hanımlara tahsis
edilen bölümü ve selamlığın mukabili olarak kullanılmıştır.
·
Topkapı
Sarayı da Osmanlı padişahlarının sarayı olduğundan, Padişahîn aile efradı ve
onlara hizmet eden kadınlara tahsis edilmiş bölümüne Harem-i Hümayun
denilmiştir. Haremin (aile) reisi ve efendisi Padişah olduğuna göre buradaki
hiyerarşi ile mevcut binaların konumu, tefrişi, mesafeleri hep hünkâr dairesi
esas alınarak belirleniyordu. Böylece valide sultan, hasekiler (kadın
efendiler), Şehzadeler, Padişah kızları (sultanlar), ustalar, kalfalar ve
cariyelerin daireleri belirli bir tertip içerisinde yer alıyorlardı. Harem
halkını, Padişah, valide sultan, padişah hanımları, sultanlar ve Şehzadeler
gibi haremde hizmet edilenler ile ustalar, kalfalar, cariyeler seklinde hizmet
edenler olmak üzere iki grupta değerlendirmek mümkündür.
Ak ve kara hadım ağaları;
‘Ağa-i Bâbu’s-Saâde’
·
Denilen
kapı ağası, hadim ak ağalarından olup yeni sarayın bas naziri ve
‘Bâbu’s-Saâde’nin âmiri idi. Başka bir ifade ile bunlar, Osmanlı sarayının
‘Bâbu’s-Saâde’
·
Denilen
kapısını muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrin sonlarına kadar sarayın en
nüfuzlu ağası Bâbu's-Saâde veya Kapı ağası idi. Ata tarihinde belirtildiğine
göre Kapı ağalığı ile Hazinedar başılık, Saray ağalığı ve kilerci başılık,
Sultan İkinci Murad zamanında ihdas edilmişlerdi.
·
Kapı
ağası, Harem'in en büyük zabiti durumunda idi… Kapı ağasının emrindeki Ak
hadımlar, sarayın kapısını muhafaza etmekte olup sayıları otuz civarında idi.
Kara hadim ağaları ise kadınların bulunduğu harem kısmında vazife görüyorlardı.
Kara hadımların en büyük âmirine ‘Dâru’s-Saâde Ağası’ veya ‘Kızlar Ağası’
denirdi. Bunlar harem kısmında bulundukları için kendilerine "Harem
Ağası" da deniyordu.
Birûn Erkânı;
·
Osmanlı
sarayının dış hizmetlerine bakan ve sarayda yatıp kalkma mecburiyetinde olmayıp
dışarıda evleri bulunan kimselerdir. Bunlar, padişah hocası, hekimbaşı, cerrah
başı, göz hekimi, hünkâr imamı gibi ulema sınıfından olanlarla şehremini,
matbah-i âmire emini, darphane emini ve arpa emini gibi mülkiyeden olan sivil
vazife sahipleriydiler… Bunlardan başka sarayın Enderun dışındaki hizmet
erbabından olup emir-i âlem, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı, mirahur, bostancı
ve bunların maiyetinde bulunan memurlar da ‘Birûn’ erkânı içinde yer
alıyorlardı. Bîrûn’da hizmet eden ilmiye
sınıfı ile ‘Agayan-i Bîrûn’ yani dış ağaları denilen ağalar, sarayın Harem ile
Enderun kısmının haricindeki yer ve dairelerde oturup islerini görürlerdi.
Aksam olunca da evlerine giderlerdi.
·
Bunlar,
Enderun ağaları gibi sıkı bir disipline tabi olmadıkları gibi sarayda yatıp
kalkma mecburiyetleri de yoktu. Bunlardan isteyenler sakal da bırakabilirlerdi.
Bîrûn teşkilâtının bütün tayinleri, sadr-i azam tarafından yaptırılırdı.”
Şehzadeler
·
XIV.
asrin sonları ile XV. asırda, diğer Anadolu beyliklerinde de görüldüğü gibi
‘çelebi’ unvanı ile de anılan Osmanlı hükümdar çocuklarına, Şehzade ismi
verilmekte idi. Mense' ve manası tam olarak tespit edilemeyen ve Türkçe bir
kelime olan "çelebi" kelimesinin ilk defa Anadolu'daki Türkler tarafından
kullanıldığı ifade edilmektedir. Osmanlı Şehzadeleri babalarının sağlığında
yüksek haslarla bir sancağın idaresine (sancağa çıkma) tayin ediliyorlardı.
·
Böylece,
askerî ve idarî islerde tecrübe kazanıp yetiştiriliyorlardı. Takriben on-Onbeş
yaşlarında tayin edildikleri sancağa gönderilirlerdi. Devlet islerinde
kendilerini yetiştirmek üzere, lala denilen tecrübeli bir devlet adamı ile
çeşitli hizmetler için kalabalık bir maiyet verilirdi. Şehzadeler, gidecekleri
sancağa validelerini de beraberlerinde götürürlerdi. Sancakta bulunan
Şehzadelere ‘Çelebi Sultan’ denirdi. Osmanlı Şehzadelerinden, sancak beyi
olanların maiyetlerinde nişancı, defterdar, reisü’l-küttab gibi kalem heyetiyle
miralem, mirahur, kapı ağası ve diğer bazı saray erkânı vardı. Çelebi sultanların
yaşları müsaitse bizzat kendileri divan kurup sancaklarına ait isleri
görürlerdi. Yaşları küçük olanların bu islerine de lalaları bakardı. Sancağın
bütün islerinde söz sahibi olan lalalar, devletçe itimat edilen şahıslardan
(vezirlerden) tayin edilirdi.
·
Şehzadeler,
kendi sancaklarında zeamet ve timar tevcih edebildikleri gibi berat ve hüküm
verip bunlara kendi isimlerini havi tuğra çekebilirlerdi. Ancak yapacakları bu
tayin ve tevcihlerde devlet merkezine bilgi vermek ve asil deftere kaydettirmek
mecburiyeti vardı. XV. yüzyıl ortalarına kadar duruma göre İzmit, Bursa,
Eskişehir, Aydın, Kütahya, Balıkesir, Isparta, Antalya, Amasya, Manisa ve Sivas
gibi şehirler, başlıca Şehzade sancak merkezleri olmuştur. Şehzadelere
Rumeli'de sancak verilmesi kanun değildi. Şehzadelerin bulundukları sancak
merkezlerinde çevrelerinde bir fikir ve kültür halesi meydana gelirdi.
·
Kuruluş
dönemindeki Osmanlı Şehzadeleri, ya babaları ile beraber veya yalnız olarak
sefere giderlerdi. Babalarıyla sefere katıldıkları zamanlarda ordunun
yanlarında, bazen de gerisindeki (ihtiyat) kuvvetlere komuta ederlerdi. Her
Osmanlı Şehzadesi, veliaht tayini usulü olmadığından dolayı hükümdar olma
hakkına sahipti. Bu sebeple hükümdar olana karşı zaman - zaman diğer
kardeşlerin saltanat iddiasıyla ortaya çıktıkları görülür. Bu arada Savcı Bey
gibi, babası I. Murat'a karsı hükümdarlık iddiasıyla ortaya çıkanlar da
olmuştur. III. Mehmet’in cülûsundan (1595) itibaren Şehzadelerin fiilen sancağa
gönderilmeleri usulü tamamen terk edilerek, onun adına bir vekil sancağa
gönderilmiştir. Şehzadeler ise âdeta Harem'e hapsedilmişlerdi. Bu geleneğin
terk edilmesi, Osmanlı saltanat kurumu için tam bir felaket olmuştu.
XVII-XVIII. asırlarda Topkapı Sarayı’nın Harem kısmında "Simsirlik"
denilen dairede hayatini geçiren Şehzadelerin şahsiyetleri, tam gelişememiş,
ilim ve kültür bakımından zayıf kalmışlardı. Bununla beraber XVIII. asrin
sonlarında Şehzadeler, tekrar serbest hareket eder olmuş ve devlet isleri ile
ilgilenir olmuşlardır.
Muhakkak
ki bu yukarıda yazılanlar, Osmanlı’nın küçük birer parçacıkları…
En
azından bu işin ilmini yapanlardan bizde bir şeyler öğrenmiş olduk.
Osmanlının
çok büyük olduğunu biliyoruz.
Ara da
Osmanl’dan söz edeceğiz.
Bu
yukarıdaki bölümleri tek – tek anlatacağız.
Böyle
kısa geçmeyeceğiz.
Üstelik
bunları anlatırken burada yaşanmış olaylara, hikâyelere de yer vereceğiz.
Nazan Şara
Şatana
nazanss.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder