4 Kasım 2017 Cumartesi





Seyyah Gördüklerine İnanamamış!


nazanss.blogspot.com



Kanuni Sultan Süleyman döneminde; hekim ve seyyah olan bir İspanyol Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın hekimlerinin arasına girmiş.
O dönemde İstanbul’da dört yıl yaşamış.
 Seyahatname yazmış.

Seyahatnamesinde gördüklerinin bazılarını şaşkınlıktan madde madde yazmayı uygun görmüş.
İstanbul dünyanın göz bebeği şehir. O zamanda yine merak edilen, görülmek istenen bir yer.
İstanbul için:

“İstanbul öyle işlek bir şehir ki, buraya günde İspanya’nın Valladolid şehrinin nüfusu kadar yabancı girip çıkar.”

İstanbul dünyada en çok turist çeken büyük kentlerden biri, o dönemlerde İstanbul’a tüccarlarda sık gelirlermiş. Yazarlar, ressamlar, bilim adamları da...
Osmanlı’yı merak edenlerde elbette gelmişler. Düşünün yedi cihana hükmeden bir imparatorluğu kim merak etmez?

“Türklerin bıraktığı hayır eserleri, bizde bırakılandan çoktur. Türk zenginleri, bizimkilerden daha cömert davranırlar.”

Biz merhametliyizdir. Hayır yapmayı çok seven bir milletiz. Tabi son zamanlarda insanlar daha bencil ve daha ben – ben derdine düştük…
Hayır yapmanın aslında lütuf olmayıp mecbur olunduğunu unuttuk. Nasıl mecbur denildiğinde;
İnsan olduğumuzu anlamamız için, yüreğimiz olduğunu bilmemiz için, özellikle de İslam olmanın üstünlüğünün farkına varmamız için.

Peygamberimiz (s.a.v)in:
“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir”

Çocukken evimizde pişen yemeğimizden birer tabak enyakın komşumuza götürürdük. Hele özel bir şey yapmışsa rahmetli annem bütün komşulara dağıtılırdı. Ne çok bereketli olurdu. Bir tencere yapılan yiyecek kaç eve gider bize de fazlası ile kalırdı.

“Türkler sadece insanlara değil, hayvanlara bile iyilik yapmayı sevap sayarlar. Bir-iki düzine ciğer satın alıp, kedi ve köpekleri doyuranlara çok rastlanır.”

Türkler elbette hayvanları çok severler. Hayvanlar sevilmez mi? Yol ışığım hazreti Mevlana ile ilgili bir anlatıyı aktarmak istiyorum.

Mevlana, Allahü teâlânın yarattığı bütün mahlûkâta merhamet sâhibi idi. Bir gün Nefîsüddîn Sivâsî’ye bir kuruş verip ekmek aldırdı.
Ekmeği eline alıp bir virâneye gitti.
Nefîsüddîn de gizlice onu tâkibe başladı. Sonunda, Mevlana’nın o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yedirdiğini gördü.
Mevlânâ dönüşünde, Nefîsüddîn’in kendisini tâkib ettiğini anlayıp;

“Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde;

“Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü teâlâ, kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Eshâbım! Siz de O’nun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin” buyurdu.

Nefîsüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlânâ’nın ellerini öptü:

“Hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbâb ve dostlarınıza da merhamet edersiniz.” dedi.

Bunun üzerine Mevlana;

“Evliyâullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkâta ve ahbâblarına da şüphesiz merhamet eder.” buyurdu.

Yazın bu en sıcak olduğu günlerde, susuz kalan sokak hayvanları için kapımızın önüne kaplarda su koymuyor muyuz?
Kuşlar için, kışın karlı günlerinde, pencere önlerine buğday, bulgur koymuyor muyuz?“
Sitelerdeki hayvanlar için belirli yerlere onların yemesi için yiyecekler koymuyor muyuz?
Evimizde bizimle dost olan, can olan yoldaş hayvanlarımızı sevmiyor muyuz?
Seviyoruz ve sevmeliyiz.
Bunları görev edinmeliyiz. Yaradan bu dünyayı sadece bizler için yaratmış olsaydı onlar olmazlardı. Hayvanları ne kadar seversek o kadar iç huzurumuz artar.
Lütfen burayı dikkatlice okuyunuz…


“ALLAH (c.c) der ki; Hayvanlar benim sessiz kullarımdır. Onlar şimdi zulme susuyorlar ama hesap günü konuşacaklardır!"

Peygamber efendimizin bir kediye gösterdiği şefkati hepimiz biliriz. Bu kedi kendi kedisi Müezzaymış. Peygamber efendimiz bu kedisini çok severmiş. Bir gün Hazreti Muhammed’in giysisinin ucunda uyuya kalan kediye Peygamberimiz kıyamamış, giysisini kesmiş.

Bazen sokaklarda hayvanlara eziyet edenleri gördüğümde, ya müdahale ediyorum yâda Allah acısın size diyorum…

İspanyol gezgin ve hekimin seyahatnamesinden birkaç ayrıntıyı daha yazmak istiyorum.
Bundan sonrakileri okuyanların yorumlamasına bırakıyorum.
Her madde bir ders!
Her madde şimdi yapılmayanların anlatıldığı önemli hususlar.
Üstelik çok eski zamanlarda olanlar.

Bizler çağ atlarken, ne kadar özel ve güzelliklerimizi eskilerde unutmuşuz…


Türk mahkemelerinde, bizde olduğu gibi iltimas mektupları geçmez. Adaletlerinin en iyi tarafı, davaların kısa sürmesidir. İspanya’da olduğu gibi ‘nasıl olsa bu dava bitmez’ diye haklı taraf, haksız tarafla uzlaşma yoluna gitmez.
Türkler adaleti Hristiyan, Yahudi, Müslüman herkese eşit olarak tatbik ederler. Kadıların rahleleri üzerinde Kur’an’dan başka Haç ve Tevrat’ta vardır. Hıristiyan ve Yahudileri bunların üzerine yemin ettirirler.”

“Silah çeken bir kabadayıyı, kimseyi yaralamamış olsa bile, ibret olsun diye soyup halka teşhir ederler. Bu utanca düşmemek için, bazıları bellerindeki kılıca davranmaktan çekinip, kavgayı sille tokatla bitirirler.”

“Yalancı şahitlerin suratını boyar, eşeğe ters bindirip kuyruğunu eline verir, ibret olsun diye gezdirirler.”

“Herkes kapısının önünü temiz tutmaya mecburdur. Sinan Paşa, kapısının önü kirli bir ev buldu mu, evin hizmetçisini, yoksa hanımını kapının önüne çağırtır, bazen bunlara dayak attırırdı.
Hatta bir gün üstü başı pis bir Yahudi’yi yoldan çevirdi. Neden böyle pis gezdiğini, evli olup olmadığını sordu. Yahudi karısının kendisine bakmadığını söyledi. Paşa, Yahudi’nin evine gidip karısına, ‘kocan senin ihtiyaçlarını karşılıyor mu?’ diye sordu. Kadın, ‘evet, bizden hiçbir şeyi esirgemez’ deyince, kadına yüz değnek attırdı.”

“Biz bu kimselere barbar diyoruz. Onlara barbar demekle, asıl biz barbarlığımızı ortaya çıkarmış oluyoruz.”

Not: Vehbi Tülek’in yazısından yararlandım…


Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder