31 Ağustos 2017 Perşembe



Kahverengi deniz
nazanss.blogspot.com

Nazan Şara Şatana Şiirleri


Titremenin nedeni ne ateş, ne fırtına, ne dolu, ne de kar.
Hepsi birbirinden farklı duygular. İçimde kızgınlık, kırgınlık,
Bu sen değildin, yâda şaşıran ben değilim!
Gözlerin kahverengi değil miydi?
Kahverengi deniz!
Buldum, hatıraların küflenmiş aralarından.
Yorardı dalgalar gözlerimi, nefesimi keserdi.
Denizin de hayırlısı olsun isterdim.
Neden kahvenin rengi?
Su değil miydi bu mübarek olan…
Yeşil, olmalı, mavide tam tadı, renksizde kalmalıydık.
Kahve tonunun içinden biz seçe - seçe gurbetimi seçtik?
Balık murattır rüyada derler, gerçekten vazgeçtiysek
Anlamam ki! Rüyada niye karar kılmadık.
Kahve fal misalinden balık olsa ne olur?
Rüzgârı birlikte savurmuş, ateşi birlikte yakmıştık.
Çok soğuklardan hoşlanmış, kahkaha atmıştık.
Sebebi vardı mutluyduk. Sonra ne oldu?
Yankılanan başka kalplerinden gelen seslerdi.
Benim kalbim, bizim ortak nefesimiz soluksuz kaldı.
Seçtiklerimiz mi yanlıştı, sevdiklerimiz mi hataydı?
Heves etmenin de bir raconu mu olmalıydı.
Öylece, ilavesiz o şekilde mi kalmalıydı?
Meçhul hallerde, deniz kahve, üstelik dalga hâkim,
Kayıkta sen, olmaz ya diyelim yanında ben,
Kürek ne yapsın, sandal ne etsin? Boşuna uğraşma.
Sen ve ben-lere söylenecek söz geldi aklıma
Haydi, boşuna akıntıya kürek çekme…
Heyhat, akıntının sonunda şelale var.
Zaten bitmiş olacak her ne var ise,
Uğraşma, yorulma, nafile boş ver.
Başından hataydı, neden – niye durmak
Bakın – bırakın -  gidin, sandala ne gerek var.

Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com




Olimpos ya da Olympus’a gittiniz mi?

Antik çağda toplam 19 dağ Olimpos ismini taşımıştır

nazanss.blogspot.com




Olympos Beydağları Millî Parkı, olarak geçen yerin güzelliğini anlatmak nasıl mümkün olacak bilemiyorum. Birçok kez gittim. Bir ara Asar şamil ve Rus Terzi kitabımı yazarken nerede ise iki hafta ara ile Olympos’a gidiyorduk. Sanki aklım, ruhum orada tazeleniyordu. Kendimi iyi hissediyordum…
Kumluca’ya giderken, Kemer’den sonra gelir…

Plajını anlatmak mümkün değil. Muhteşem- Muhteşem…
Tarih, doğa birbirinin içinde, güzellikle sizi karşılar… Oradan ayrılmak istemezsiniz. Tatil süreniz çok çabuk geçer. Sizi büyüler orası… Zamanın durduğunu sanırsınız bittiğinde çabuk geçtiği için üzülürsünüz…
Ormanda gözünüz kalır, denizde gözünüz kalır. Cennet gibi yerlerden ayrılmak tabiki zor gelir…

Olympos harabelerinde çok sayıda mezar görürsünüz.
Birde tapınak vardır. Bir tiyatro ve hamam kompleksi ve sarnıcı vardır.

Olympos eskiden bakımsızmış, şimdi temizlenmiş, düzenlenmiş bir hayli bakımlı bir yer haline getirilmiş.

Tarihi sevenlerin özellikle antik tarihten keyif alanların sıkça geldikleri bir yerdir Olympos… Burası tarih boyunca en önemli liman kentlerden biriymiş.
Zaten bu ismi mitolojide duymak ve sıkça okumak olası… Burası ile ilgili korsan hikâyeleri de bir hayli fazladır.
Burası çok özel bir yer… 3200 k’lik sahili olan, bir yer.

Birde burada ağaç evler var. Yabancılar kadar Türklerinde hoşlandığı bir tatil şekli. Bir hayli de ünlü bu ağaç evler. Dünyanın çeşitli yerlerinde ağaç evlerde kalmak için özellikle gelenler var.
Biz hiç ağaç evde kalmadık ama kalanları çok gördük. Orada gerçekten küçük ama güzel oteller ve pansiyonlar var. Ayrıca çok güzel balıklar pişirilen restoranlar…

Buranın çok önemli bir özelliği daha var…
Caretta caretta'leri…

Buranın tamamı arkeolojik ve doğal sit alanı olarak koruma altına alınmış.
Burayı şöylede özetleyebilirim.

Akçay deresinin aktığı bir vadi içine kurulmuş.
Su kanalları,
Surlar,
Lahit mezarlar gibi kente ait pek çok kalıntı olan bir yer.
Antik çağlarda nehir kenarlarına yapılan duvarlarla kanal haline getirilen nehirden gemiler de geçebilmekteymiş.
Ören yeri girişinden antik kentin kalıntıları arasında yaklaşık 1,5 km yürüyerek Olympos sahiline ulaşılıyor.

Bir turizmci olarak ve tarih sevdalısı bir yazar olarak beni dinlerseniz eğer, oraları okumakla değil görerek keyif alırsınız…
Bence gidin ve görün…
Mutlu olacaksınız…

Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com











Sokullu Mehmet Paşa demiş ki:

“Biz sizden Kıbrıs Krallığını alarak kolunuzu kestik.
Siz ise donanmamızı yakmakla bizim sakalımızı tıraş ettiniz.
Kesilen kol yerine gelmez.
Tıraş edilen sakal daha gür büyür.”

nazanss.blogspot.com




Bir Osmanlı hikâyesi daha anlatacağım sizlere.
Bu günlerde sanıyorum sık – sık eskilerden hikâyeler anlatacağım.
Beni etkiliyor bu okuduklarım.

Hepsinde dersler var,
Hepsinde nasihatler var.
Hepsinde denenmişlikler var.

Bir bilirkişi demiş ki:
“Her gün Amerika’yı keşfetmenin anlamı yok, o zaten keşfedilmiş.”
Doğrudur.
Doğru heyecanları, doğru yapılacakları çok düşünmeden, daha önceleri ne yapmışlar, nasıl yapmışlar ona bakmak gerekir.
Ders alabiliriz, tarih tekrarları olandır. Bize yol gösterendir…

Sokullu Mehmet Paşa’yı biliriz…
O üç padişahımıza Sadrazamlık yapmış.  

Kanuni Sultan Süleyman’a,
II. Selim’e,
III. Murat’a…

Kanuni Sultan Süleyman’ın yaşlılığına rastlıyor Sokullu Mehmet Paşa’nın sadrazamlığı…

Tarihte adı iyi geçen sadrazamlardan biri…
Çok önemli mesel elleri aklı ve devlet adamlığı ile halletmiş, önemli bir Sadrazamdır.

Ben onunla ilgili bir hikâyeyi anlatmak istiyorum sizlere…

İnebahtlı Deniz Zaferin de Osmanlı Donanması ilk defa bozguna uğramıştır.

Osmanlı Devleti ile Haçlı donanmaları arasında; Korint Kıstağı’nda, İlebahtı yakınlardan yapılmış bir deniz muharebesidir.

Bu yenilgilerden sonra II. Selim yeni bir donanma kurdurtmuştur.
Donanmayı kurmak görevini de Kılıç Ali Paşa’ya vermiştir.
Kılıç Ali Paşa, baharda her şeyi tamamlamış, donanmayı hazır etmiş.

Müthiş bir muharebe olmuş, Osmanlı zaferle neticelendirmiş bu muharebeyi…

Onların bu bozgunundan sonra, Sokullu Mehmet Paşa; 7 Mart 1573’de Venedik Büyükelçisi Barbaro’ya tarihe geçecek şu sözleri söylemiş.

“Biz sizden Kıbrıs Krallığını alarak kolunuzu kestik.
Siz ise donanmamızı yakmakla bizim sakalımızı tıraş ettiniz.
Kesilen kol yerine gelmez.
Tıraş edilen sakal daha gür büyür.”

Ne güzel sözler bunlar.
Tarih böyle büyük adamların, büyük hareketleri ve onların keskin zekâları ile yaptıklarını yazmaktadır…

Bizlerde böyle önemli devlet adamları çoktur.

Bizler şanslıyız...

Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com





“Bir yetim okutana…”

nazanss.blogspot.com





Çok duygulandım.
Bir yazı beni o kadar çok duygulandırdı ki, hani denir ya tüylerim diken – diken oldu, aynen öyle oldu.
Yazım diline yakışmayacak bir tabirle sözlerime devam edeceğim ve diyeceğim ki:

“Yahu bize ne oldu ki biz değerlerimizi, güzelliklerimizi, ederlerimizi unuttuk. Bu gafil dünyanın, bu geçici dünyanın tadına çok alışarak daha iyi tatlar olsun, daha iyi tatları sadece biz tadalım diye böyle savruk, korkak, açgözlü, tamahkâr olduk!”

Size bir hikâye anlatacağım izninizle…

Size bir sultandan söz edeceğim. Bir Padişah kızından; Sultan IV. Murad Han’ın kızı Melek Sultan’dan. Nur içinde yatsınlar. Onlar gerçekten farklı ve güzel insanlarmış.

Melek sultan, Ahmet Paşa ile evliymiş.
Bunların şöyle bir adetleri varmış. Bir açık artırma yaparlarmış.
Her yıl olurmuş bu…
Evlerinin önünde yaparlarmış.
Bir hayli enteresan değil mi?
Bir padişah kızı, bir Paşa neyin açık artırmasını yapıyorlar?
Eşyalarının artırma satışını yapıyorlarmış.
Nasıl olur diyorsunuz değil mi?

Konaklarındaki fazla eşyaları Ramazan’da satarlarmış.
Bu mezat garip bir mezatmış.
İşin diğer bir yanı da bu mezat beklenirmiş.
Bir yıl insanlar bu mezat için para biriktirir, programlarına alır, bunu görev addederlermiş.
Durun hikâye bununla bitmiyor.

Ramazan ayı geldi diyelim,
Mezatçıda geldi.
Kalabalık hazır, satışlar başlıyor.

Mezatçı bağırıyor:
“Bir altın sahan!”
“Bir kapaklı altın sahan... Yok mu talibi?”
Kalabalıktan biri bağırırmış.
“Kaça – Kaça?”
Şimdi hazır olun duyduğunuz sizleri ne kadar etkileyecek:
“Bir yetim okutana…”

Vay maşallah – Vay kırk bin kere maşallah…”
Mezatçı devam edermiş.
“Hadi bir yetim okutmak isteyen yok mu? İki yetim... Üç yetim...”

Ortalık kızışırmış. Gelenler varlıklı insanlar.
Bir altın sahan bazen iki bazen de üç yetim okutmayı garanti eden birine gidermiş.
“Altın Sahan verildi.”

Artırma devam ettikçe, eşyalarda değişir artırma sürdükçe, satın alanların ne karşılığı aldıklarının da ismi değişirmiş.
“Bir altın ibrik.”

Satış sadece yetim okutma ile sınırlı değilmiş.
Fakir – fukara gözetilir, dullar korunur garipler gözetilirmiş.

Bütün bunların üstüne de satışlar yapıldıktan sonra:
Dualar okunur, Yasinler, hatimler indirilir. Konaktan izzetler ikramlar yapılırmış.

Böyle güzellikleri okudukça insanoğlunun maneviyatının ne kadar azaldığını nerede ise tükendiğini anlayıp üzülüyorum. Bizlerin arınma zamanları bence gelmiş geçiyor bile…

Aklımızı başımıza almamız lazım…
Bu dünya geçici…


Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com 




Tasavvuf

Tasavvuf, herkese dost olmak, kimseye yük olmamak, gül bahçesinin gülü olmak, diken olmamaktır.

Tasavvuf, ilahi ahlakla ahlaklanmak, bencillikten kurtulup, kendisinden çok başkasını düşünmektir.

nazanss.blogspot.com

Tasavvuf, insana aklıselimin, kalbi selimin ve nefsin kemale erdirilmesini öğreten en tesirli bir eğitim metodudur.

nazanss.blogspot.com



Tasavvufu öğrenme çabasındayım…
Benim için Mevlana denildi mi hani bir tabir vardır ya işte aynen öyle olur.
Akan sular durur.

Ben ciddi bir Mevlana severim. Ben ciddi bir Mevlana aşkıyla yanıp tutuşanım.
Ben ciddi bir Hz. Mevlana öğretisini öğrenmeye çalışanım.
Ben ciddi olarak onun sözlerinden bir lahzasını almaya,
Onun gösterdiği yolda yürümeye gayret eden, onun insanlık için söylediklerini yine bir parçacık uygulamaya çalışan bir öğrencisiyim.

Mevlana Celalettin Rumi, Tasavvufun önde gelen isimlerinden biri...
700 yıl önceki sözleri,  hala bizim yol göstericimiz ise o gerçek anlamda bir ışıktır.

Mevlana farklı düşünceleri olan biriydi.
Sevgi ya da aşk onun için çok önemliydi.
Keşke hepimiz için, şimdi de çok önemli olsa!
O her şeyde sevgiyi şart koşmuştu, aşkı şart koşmuştu… Düşünsenize sevginin ve aşkın çok olduğunu o zaman dünyada kötülük olur mu?
Çok sevdiğiniz birilerine nasıl kötülük yapabilirsiniz, nasıl kıyarsınız.

Aşk sevginin büyüğü değil midir?
Anaya aşk olmaz mı, babaya aşk olmaz mı, evlada, vatana, bayrağa, dünyaya en önemlisi tüm insanlara aşk olmaz mı, tüm insanları sevemez miyiz, bizimle olsun istemez miyiz?

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
ister kâfir, ister mecusi,
ister puta tapan ol yine gel,
bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,
yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeliyiz,
Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeliyiz biz...
Beri gel, beri! Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk?
Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir.

Mevlana’nın felsefesine benzer bir felsefede Sokrates’in felsefesidir. Aşk için o neler söylemiştir.

Aşk insan ruhunun ilahi güzelliğe duyduğu açlıktır.
Aşk, yalnız güzelliği bulmayı değil aynı zamanda onu yaratmaya ve devama iştahlıdır.
Fani vücutta ebediyetin tohumlarını yetiştirmeye iştahlıdır.
Bunun için iki cins birbirini sevmektedir.
Kendilerini tekrar yaratmak ve böylece zamanı ebediyete kadar uzatmak isterler.
İşte bunun için ebeveyn çocuklarını severler.
Sevişen ana babanın ruhları yalnız çocukları vücuda getirmez.
Bunlar aynı zamanda ebedi güzellik arzusunun arayıcılarını ve haleflerini de vücuda getirirler.

Okuduğum bir yerde bakın aynen şöyle yazıyor:

Mevlana’nın insan anlayışına geçmeden önce onun etkilendiği tasavvuf felsefesine kısaca değinelim. Mevlana’ya anlayabilmek için tasavvuf felsefesinin bilinmesi gerekir, aksi halde Mevlana’nın düşünceleri askıda kalır.

O zaman Tasavvufu inceleyelim.

Sizlere tabiî ki bu konuda ahkâm kesemem. Sadece âlimlerin yazdıklarından alıntılar yapabilirim. İnanın bunları okumak, okuduktan sonra biraz düşünmek bana da sizlere de çok iyi gelecektir…

Tasavvuf insanın yüce yaratıcısına karşı ne kadar aciz olduğunun farkına varması ve Peygamber efendimizin ( sav) ahlakıyla ahlaklandırmasıdır.

Bunun için evvela  aklın aklıselim,
Kalbin kalbi selim hale gelmesi,
Nefsin kemale ermesi gerekmektedir.
Tasavvuf, insana aklıselimin, kalbi selimin ve nefsin kemale erdirilmesini öğreten en tesirli bir eğitim metodudur.

Tasavvufa göre Yaratan ile yaratılan arasında ayrılık yoktur. Allah’tan başka varlık yoktur ve insan Allah’tan gelmiştir, yine Allah’a dönecektir. Ancak bunun için ölümü beklemeye gerek yoktur, nefsi terbiye ederek ezeldeki Birliğe ulaşılabilir.

Tasavvuf, kafanda ne varsa atmak, elinde ne varsa dağıtmak, önüne ne çıkarsa çıksın ona yüz çevirmemektir. Yani zihni kötü düşüncelerden arındırmak, cömert olup başkalarına ikramda bulunmak, karşına hangi çeşit insan çıkarsa çıksın(iyi-kötü, güzel-çirkin, kadın-erkek, dinli-dinsiz) hepsine iyi gözle bakabilmektir.

Tasavvuf, herkese dost olmak, kimseye yük olmamak, gül bahçesinin gülü olmak, diken olmamaktır.

Tasavvuf, ilahi ahlakla ahlaklanmak, bencillikten kurtulup, kendisinden çok başkasını düşünmektir.

Bir diğer anlamda tasavvuf sevgi ve aşk felsefesidir. Nitekim Hz. Muhammed bir hadisinde:

“Allah güzeldir, güzelliği sever, Kibir ise Hakkı kabul etmemek ve insanları hor görmektir.”

Buyurmuştur. Allah, mutlak cemal ve kemal sahibi olarak her türlü güzelliğin kaynağıdır. İnsan, Allah’ı ne kadar tanırsa(marifeti artarsa) O’na karşı olan sevgi ve aşkı da o oranda artar.

Zamanın başlangıcından önce Allah Mutlak Güzellik idi. Mutlak Varlık, Mutlak Güzellik veya mutlak Gerçek olan Tanrı, var olmayan bir dünya, yani yokluk dünyası ile bilinebilirdi.

Yine tasavvuf ehli arasında meşhur olan bir kutsi hadis vardır:

”Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim, beni bilsinler, tanısınlar diye mahlûkatı yarattım.”

Buna göre başlangıçta sevgi, Allah’tan çıkmış ve evrenin yaratılmasına sebep olmuştur. Bunun için tasavvufta esas olan ulvi ve ilahi aşktır. Gerçek aşk, insan ruhunun Allah’a karşı özlemidir.(alıntı)

Mevlana’da Tanrı, Güzellik ve Aşk

Yine yazanlardan alıntılar yapacağım. Bu güzellikleri öğrenmek adına…

Mevlana’nın üzerinde durduğu en temel varlık Tanrı’dır. Bu, onun düşüncesinin merkezini oluşturur. Tasavvuf felsefesinde evrende olan bütün şeyler Tanrı’nın yansımasıdır.
Mevlana bir gün sema halinde iken büyük bir vecde kapılıp:

“Hiçbir şey görmedim ki, Tanrı’yı onda görmemiş olayım”,

Diyerek bu görüşü dile getirmiştir. Onun bu konudaki diğer düşünceleri şöyledir:

Dünya, insan, yerde ve gökteki her şey, kendi mahsulü olan bir ressamın eseridir.

Hâşâ dünyada senden güzel bir sevgili yoktur;
Yahut yüzünü görmekten daha güç bir iş olamaz,
İki dünyada da dostum, sevgilim ancak sensin;
Nerede bir güzel varsa, o da senin ışığındır zaten(Rubailer,37).

Mevlana bu dörtlüğünde dünyadaki bir güzeli, Tanrı’nın bir ışığı olarak kabul eder. Güneş ışığı dünyayı aydınlatır, karanlığın korkunçluğu yanında aydınlık çok güzeldir.

Mevlana esas olarak sevgi ve aşk üzerinde durur ona göre aşk bir bilgi edinme yöntemidir. İnsan ancak Tanrı’ya aşkla ulaşabilir. Şimdi onun bu konudaki düşüncelerini görelim:

“Nerede olursan ol, ne halde bulunursan bulun; sevmeye, âşık olmaya çalış. Sevgi mülkün, ülken oldu mu, boyuna âşık olursun; mezarda da, mahşerde de, cennette de âşık olursun; sonu gelmez ya; boyuna âşık olursun.”

Mevlana’ya göre eğer birisini seviyorsak bunu mutlaka kendisine söylemeliyiz. Bunu şöyle dile getirir:

“Hz. Muhammed mescitte oturuyordu. Birisi mescidin kapısının önünden geçti. Dostlardan birisi Ey Allah’ın elçisi, şu geçen kişiyi seviyorum ben. Hz. Muhammed kalk ve bu sevgiyi ona bildir,” buyurdu.

Sultan Veled dedi ki: Bir gün babam bana:
“Bahattin, düşmanının seni sevmesini istersen, 40 gün onun iyiliğini söyle. O senin dostun olur: çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.

Sonuç olarak Mevlana’ya göre aşk, dünyanın yaratılış sebebidir.
Tanrı evreni sevgi yüzünden yaratmıştır.
Nasıl ki, çocuğun bedeni sütsüz yaşayıp gelişemezse,
Ruhu da sevgisiz var olamaz.
Yetişkinler içinse sevgi, bal gibi çok tatlı bir şeydir.
Aşk Tanrı’nın vasıflarındandır.
Ondan başkasına âşık olmak geçici bir hevestir.
Tanrı aşkı ise ebedi olarak devam eder.

Mevlana’ya göre, gerçek aşk karşılıksız sevgidir, sevdiğin kişinin seni sevip sevmemesi önemli değildir. Ayrıca Mevlana’ya göre şehvet aşk değildir. Şehvetle aşka ulaşılmak istenirse çok uzun mesafelerin kat edilmesi gerekir.

Bu okuduklarınızdan sonra benim bir şeyler yazmama gerek var mı? Bence yok. Sadece şunu söyleyebilirim. Ben onun sözlerini ciddi şekilde dikkate alıyorum. Elimden geldiği kadar…


Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com





RUMELİ HİSARI TAM BİR MUCİZE
nazanss.blogspot.com



Rumeli Hisarı, İstanbul'un Sarıyer ilçesinde Boğaziçi'nde bulunduğu semte adını veren hisar.

Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul'un fethinden önce boğazın kuzeyinden gelebilecek saldırıları engellemek için Anadolu yakasındaki Anadolu Hisarı'nın tam karşısına inşa ettirilmiştir.

Burası boğazın en dar noktasıdır.
Mekânda uzun yıllardır Rumeli Hisarı Konserleri düzenlenmektedir.

Sarıyer, İstanbul'da bulunan Rumeli Hisarı, 30 dönümlük bir alanı kapsamaktadır.

Anadolu Hisarı'nın karşısında İstanbul Boğazı'nın 600 metrelik en dar ve akıntılı kısmında inşa edilmiş bir hisardır.

90 gün gibi kısa bir sürede tamamlanan hisarın üç büyük kulesi, dünyanın en büyük kale burçlarına sahiptir.

Rumeli Hisarı'nın adı Fatih vakfiyelerinde Kulle-i Cedide; Neşri tarihinde Yenice Hisar; Kemalpaşazade, Aşıkpaşazade ve Nişancı tarihlerinde Boğazkesen Hisarı olarak geçmektedir.


BUNLARI OKUDUKTAN SONRA, BİRDE DEFALARCA GİDİP HİSARI GEZDİKTEN DAHASI BOĞAZ KÖPRÜSÜNDEN GEÇERKEN HAYRANLIKLA UZAKTAN ONA SElAM VERDİKTEN SONRA GELİNDE BU MUHTEŞEM YERDEN VE BU ŞAHASERİ YAPTIRAN HATTA İNŞAASINDA BİZZAT ÇALIŞAN GENÇ, YAKIŞIKLI, AKILLI, BİLGİLİ ÇAĞ ATLATAN SULTANI ANMADAN GEÇİN.

OLUR MU HİÇ ÖYLE BİR ŞEY.
Fatih sultan Mehmet.
Nur içinde yatsın.


&


Uçak İstanbul’a inmek üzere alçaldığında Rumeli hisarına gecede olsa gündüzde olsa bakmaya kıyamazsınız. Ben boğaz köprüsünden geçerken en çok onu izlemeyi severim…

Topkapı Şifresi adlı kitabımı yazarken Fatih Sultan Mehmet ile ilgili birçok şey yazmıştım. Bunlardan biride Rumeli hisarıydı. Yapımı 90 günde tamamlanmış, muhteşem bir eser…

Birkaç defa Rumeli Hisarını gezmiştim. Bence herkesin gezip görmesi gereken bir eser… Fatih sultan Mehmet’in yaptıkları arasında o kadar inanılmazlar var ki, inanın bu da onlardan biri…

Fatih Sultan Mehmet’in bu kaleyi yapmadan önce neleri hesapladığını nasıl yaptırdığını, Bizans İmparatorunun kaleyi yapmaması için teklifini okuyunca şaşıracaksınız…
Okuduklarımı, Topkapı Şifresi kitabımda yazdıklarımı sizlere aktarmalıyım ki, Fatih Sultan Mehmet’in ne kadar büyük bir Padişah olduğunu sadece İstanbul’u aldı – tamam’la bitmediğini net anlayalım.
Gerçi bu yazı uzun oldu diyorsanız inanın onu anlatmanın binde biri…

Sultan Mehmed, imparatorun gönderdiği elçiler vâsıtasiyle söylenilen şeyleri dinledikten sonra:

"Ben, şehirden bir şey almıyorum.
İmparator, şehrin hendeğinden dışarı hiç bir şeye malik değildir.

Şayet Mukaddes Ağız'da (Boğaz'da) bir kale inşa etmek istersem, beni men etmeye hakkınız yoktur.
Her yer benim mülküm altında bulunuyor.

Anadolu yakasında bulunan kaleler benimdir ve bunların içinde oturanlar da Türk’türler.

Garpta meskûn olmayan yerler de benimdir.
Bizans'ın orada oturmaya hakları yoktur.

Macar Kralı üzerimize yürüdüğü zaman o karadan gelirken, Frenklerin kadırgaları Ege Denizi Boğazına gelerek Gelibolu Boğazını kapatarak, babamın Trakya'ya geçmesine mani oldular.

O zaman babam, Mukaddes Ağız'ın yukarısına çıkarak babasının inşa eylediği kaleye yakın bir yerden Allah'ın inayeti sayesinde kayıklar ile boğazı geçti.
Binaenaleyh, babamın boğazı geçmek için ne zorluklara katlandığını ve ne sıkıntılara girdiğini pekâlâ bilirsiniz.

Babamın, İstanbul Boğazını geçmemesi için imparatorun kadırgaları keşiflerde bulunuyorlardı.
Ben, daha çocuktum. Edirne'de oturuyor, Macarların gelmelerini bekliyordum. Macarlar, Varna civarındaki yerleri yağma ediyorlardı.

Bunları gören imparatorunuz seviniyordu.

Müslümanlar ise ıstırap çekiyorlardı.

Kâfirler de sevinç ve meserret içinde idiler.

Çok büyük tehlikeler ile boğazı geçen babam, karşı tarafa geçer geçmez, Anadolu kıyısında bulunan kalenin karşısına, garp tarafında diğer bir kale yaptıracağına yemin etti.

O, bu yemini yerine getirmeye muvaffak olamadı.
Allah'ın inayeti ile bunu ben yapmak istiyorum.
Neden buna mani olmak istiyorsunuz?
Memleketimde istediğimi yapmaya gücüm yetmeyecek mi?

Gidiniz ve imparatora deyiniz ki, şimdiki Padişah eski padişahlara benzemiyor. Onların yapamadıkları şeyleri bu kolayca yapabilecektir.
Onların istemedikleri şeyleri, bu isteyecek ve yapacaktır.

Şimdiden sonra bu husus için gelenlerin derisi yüzülecektir."

Dukas'ın, bu ifadelerinden anlaşıldığına göre Sultan Mehmed, Rumeli Hisarı'nın inşasına mani olmak isteyen Bizans İmparatoru'na, tarihî hadiseleri hatırlatmak suretiyle bu teşebbüsündeki haklılığını ispat etmeye çalışır.
Onun için bu işten vaz geçmesinin mümkün olamayacağını tehdit yollu bir tarzda ona bildirir.

Rumeli Hisarı'nın yapılması hazırlıklarına 1451–52 kışında başlanmıştır.

İlkbaharın başlangıcında Mart ayının sonlarına doğru, Rumeli tarafına Anadolu Hisarının karşısına bol miktarda inşaat malzemesi, usta, amele ve kireççi gelmişti. Kereste İzmit ile Karadeniz Ereğlisi'nden, taşlar ise Anadolu tarafından getirilmişti.

Çalışmak üzere külliyetli miktarda insan gelmişti.
Sultan Mehmed, bu sırada kara yolu ile boğaza gelerek bilirkişilerle (teknik eleman, mühendis) o havaliyi gezdi.

Denizin akıntısı hakkında malumat aldı.
İki sahil arasındaki mesafeyi ölçtürdü.
Kalenin yapılacağı sahayı kendisi tayin ile hududunu tespit ettirdi.

Bundan sonra bir rivayete göre önce kıyıda, hisarın güney-doğu köşesindeki kule inşa edilerek malzeme ve çalışmaların selameti emniyete alınmıştır.

Fâtih Sultan Mehmed, hisarın duvarlarının "Muhammed" kelimesi seklinde olmasını istediğinden planını da ona göre tasarlamıştı.

Buna göre her "Mim" (M) harfinin yerinde bir kule bulunmasını arzuluyordu. Kulelerden ikisi, birbirinin yanında ve burunun eteğinde idi...

Üçüncüsü denize daha yakındı. "H" ve "D" harflerinin bulundukları yerlerde istihkâmlar yapıldı.

Padişah, bunların yapılmasına özen gösteriyor ve bizzat nezaret ediyordu.

Gerçekten üç köşeli olarak düşünülen hisarın projesi, bizzat Sultan Mehmed tarafından tasarlanmıştı.
Eski an'ane ye uyularak, hisarın yapılmasında devletin ileri gelenlerinden de faydalanıldığı ve bunların, masraflara katıldıkları görülür.
Bu insanların, kule ve surların bir kısmının yapılmasına nezaret ettikleri anlaşılmaktadır.

Nitekim hükümdar, kale inşasını üç vezir arasında taksim eder.

Üç köşenin doğuda, yani deniz sahilinde olan bir köşesine akropol olarak gayet metin bir burç yaptırma vazifesini Halil Paşa'ya verdi.
Yamaçta, yani güneyde bulunan diğer köşeye büyük bir burç yapılmasını Zağanos Paşa’ya ve üçüncü köşeye, yani kuzeye düşen tarafa yapılacak burcu da Saruca Paşa'ya verdi.
Vezir Şehabettin Paşa da bütün inşaata nezaret etti.

21 Mart 1452'de inşaatına başlanan Boğazkesen (Rumeli) Hisarı, Temmuz ayının sonlarında tamamlandı.

Topkapı Şifresi kitabım onu anlatmaya yetmedi.
Benim acilen onunla ilgili bir kitap daha yazmam gerekiyor.

Allah’a emanet olun…

Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com


KUDÜS
İNSANLIĞIN ORTAK PROJESİ
nazanss.blogspot.com




Şimdilerde Kudüs için; İnsanlığın ortak projesi deniliyor.
Kudüs benim görmek istediğim yerlerin başında geliyor. Muhakkak ki oraya gittiğimde gördüklerim beni bir hayli zengin kılacaktır.

Kudüs’ün altı bin yıllık tarihi var.
Üç büyük dinin göz bebeği bir yer.
Üç büyük din için özel ve kutsal bir şehir. 

Görülecek, dinlenecek not alınacak ve yazılacak çok şey var oralarda…

Nasıl olmasın ki Dünyanın en eski şehirlerinden birinde neler olmaz ki…
Buralarla ilgili bilgileri kulaktan dolma anlatmayacağım, birçok okuduklarımı aktaracağım ki bunun daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.
Allah nasip eder oraları görürsem birebir yazarım.

M.Ö. yüzyıldan beri Musevilerin kutsal ve ruhani şehri.
Hıristiyanlar içinde tarihin hem başladığı hem de biteceği yer olarak görülüyor.

İslam’a gelince; burası İslam dünyası için gerçekten çok ama çok önemlidir.

Kudüs insanoğlunun muhakkak bir yerden bildiği, kutsal saydığı bir şehirdir.
Oraya insanlığın ortak projesi deniliyor.

Üç ayrı din olunca, üç ayrı dinin ibadet yerleri de orada oluyor. Camiler, sinagoglar ve kiliseler var. İslam âleminde ezan sesleri ile uyanılır. Hıristiyan âleminde çan sesleri yükselir…
Burada bunlara ilaveten ağlama duvarında ağlayanların, bağıranların, haykıranların sesleri de diğer seslere karışıyor.

Düşünün dünyanın neresinde böyle bir manzara olabilir ki… Üstelik camiler, kiliseliler sinagoglar nerede ise iç içe…
Toplam bin metrekareyi geçmeyen yerde ve ibadetteler.
Eski şehrin tarihi gerçekten çok eski.

Altı bin yıldır insanların yaşadığı ve etrafı 900 metre uzunluğunda surlarla çevrili dikdörtgen bir alan… Tabi bu surların içinde kalan yere eski şehir denilmekte. İşte bütün kutsal mekânlar burada…

220 dini mekân varmış. Orada Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı surlar çok göze çarpıyormuş. Kanuni, bu surları Haçlılar dönemine ait kalıntıların üzerine yaptırtmış.

Tapınak Dağı ile Kuzey Duvarı Yahudiler,
Kutsal Kabir Kilisesi Hıristiyanlar,
Mescid-i Aksa ile Kubbetüs Sahra da Müslümanlar için kutsal merkezler.

Kudüs’ün isimleri:
Kudüs, ilk yerleşimden itibaren Salem, Yerushalayim, Yerusalim, Hierusalem, Ursalem, Yebus, Sion, Ir-Davud, Ilya, Medinetü Beyti’l-Mukaddes, Beytü’l-Makdis, Daru’s-Salem, el-Kuds.

Kudüs’ün almış olduğu bu isimlerin büyük çoğunluğunda ortak anlam ekseni barış ve kutsal ‘ kelimelerine dayanmaktaymış.

Ancak Kudüs, tarih boyunca kutsallık vasfını korumuşsa da barışı (İslam hâkimiyeti ve özellikle Osmanlı Dönemi hariç) hiçbir zaman sağlayamamıştır.

Üç dinin birleştiği yer.

Tarihi M.Ö. 4000 ila M.Ö. 3500'lere kadar gidiyor.
İslamiyet’te – Kudüs:
Mekke ve Medine’den sonraki 3. Kutsal şehir.
Musevilerin kutsal şehri ve ruhani merkezi...
Hıristiyanlar içinde kutsal bir şehirdir. Hıristiyanlara ait antik salanları vardır.

Kudüs’te önemli sayıda Hıristiyan topluluk da yaşıyor.

Hz. İsa’nın, Romalılar tarafından, sırtında tahta haç, Via Dolorosa (Hıristiyan Haç Rotası) boyunca yürütüldükten sonra çarmıha gerildiği yerde bulunan Kutsal Mezar Kilisesi,
Romalı askerlerin İsa peygamberin başına dikenli zeytin dalı yerleştirdikleri Ceza Kilisesi,
Hz. Meryem’in anne ve babasının oturduğu evin yerine yapılan St. Anna Kilisesi,
Rus ve Yunan Ortodoksların kilisesi,
Etiyopya Katoliklerinin kutsal mekânı,
Şehirdeki Hıristiyan topluluğunun farklı mezheplerini temsil ediyor.

Kubbet-üs-Sahra:
Kudüs'te Müslümanlar ve Yahudiler tarafından kutsal kabul edilen kaya üzerine Emeviler devrinde inşa edilen ortası kubbeli sekizgen bina. Yakınındaki Mescid-i Aksa ve Ömer Camii ile karıştırılmamalıdır.
İslam mimarîsinde bilinen ilk kubbeli eserlerden olan Kubbet-üs Sahra, Emevi Halifesi Abdülmelik devrinde 687-691 yılları arasında inşa edilmiştir. Binanın iç yüzeyi ve kubbesi Kur'an sureleri ve çeşitli motiflerle süslenmiştir.

Türk Müslümanlar yaygın olarak yapının içindeki Muallâk Taşının havada durduğuna inanırlar. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde, Muallâk Kayasını havada gören hamile kadınların hayretten, şaşkınlıktan ve dehşetten çocuklarını düşürdüğünü söylemiştir.

Fakat şimdi Muallâk Kayasının Müslümanlar tarafından havada durduğu düşünülse de Harem-üş Şerif'teki yapıların altında kaldığından gözükememektedir. Ancak içine Kubbet-üs Sahra'dan inilebilmektedir.

Haçlıların 1099 tarihinde Kudüs'ü Müslümanlardan almasından sonra Kubbet-üs-Sahra kiliseye çevrildi ve binada çeşitli değişiklikler yapıldı. Binanın kuzeyine Hıristiyan din adamları için hücreler ilave edildi. Kubbesine haç yerleştirildi, kubbenin altındaki mağaraya ikonalar kondu. 1187'de Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü fethinden sonra Haçlılar döneminde yapılan değişikliklerin büyük bir kısmı kaldırıldı.

Mescid-i Aksa:
İslam dinine inananlarca kutsal mekânlardan biridir. Kudüs şehrinde bulunan Mescid-i Aksa'yı ilk inşa eden kişi Süleyman’dır. Mescid-i Süleyman olarak da bilinir. Mescid-i Aksa'nın İslâm'daki müstesna yerinin bir sebebi de Muhammed'in isrâ ve miraç mekânı olmasıdır.

Allah, İsrâ suresinin birinci ayetinde Mescid-i Aksa'yı adıyla anarak şöyle der:

"Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir."

Burada Mescid-i Aksa'dan "çevresini mübarek kıldığımız" şeklinde söz edilmektedir.
Mescid-i Aksa'nın çevresi ise başta Kudüs sonra diğer Filistin topraklarıdır. Muhammed'in miraca yükseltildiği sırada Kudüs'te bugünkü şekliyle bir cami yoktur.

Ancak Süleyman tarafından inşa edilmiş ve daha sonra yıkıma maruz kalıp yenilenmiş olan Mescid-i Aksa'nın kalıntıları vardı ve burası da Beyt-i Makdis olarak adlandırılırdı. Muhammed'in ziyaret ettiği mekân da burasıdır.

Beyt-i Makdis ibaresi bazı tarihi kaynaklarda Kudüs şehri için de kullanılmıştır. Bazı tarihi kaynaklarda Kudüs'ün M. S. 70 yılında yıkıma uğratıldığı Beyt-i Makdis'in de bu olayda yıkıldığı ifade edilmektedir.

Ancak bu mekân yine bir mabet olarak biliniyor ve Beyt-i Makdis'in kalıntıları da korunuyordu. Şu an Yahudilerin "Ağlama Duvarı" Müslümanların ise "Burak Duvarı" olarak adlandırdıkları duvar eski mabedin bir kalıntısıdır. M.S. 638 yılında Ömer döneminde Kudüs fethedildikten sonra Beyt-i Makdis'in yerinde Mescid-i Aksa inşa edildi.

Ömer'in burayı mabet ittihaz etmesi de o mekânın kutsiyet ve ehemmiyetinden ileri geliyordu. Mescid-i Aksa daha sonra Emevi halifelerinden Abdülmelik bin Mervan zamanında genişletildi.

Mescid-i Aksa'nın hemen yakınında bulunan ve bugün Türkiye Müslümanları tarafından Mescid-i Aksa zannedilen sekiz köşeli Kubbetü's-Sahra adlı mabet de Abdülmelik bin Mervan tarafından inşa ettirilmiştir.


Ağlama Duvarı:

Yahudilerin, Süleyman aleyhisselamın Kudüs’te yaptırdığı Beyt-ül-Makdis (Mescid-i Aksa)ten kaldığına inandıkları ve kutsal kabul ettikleri duvar.

Yahudilerin ha-Kotel ha-Ma’aravi (batı duvar) dedikleri bu duvar zamanla Hıristiyanlığın tesiriyle
Ağlama Duvarı” olarak adlandırılmıştır.
Yaklaşık 485 m uzunluğunda olan Ağlama Duvarı, toprak seviyesinin üstünde yirmi dört büyük taş sırası ile yer altında kalan on dokuztaş sırasından meydana gelir.

Ayrıca Ağlama Duvarı:
Peygamber Efendimizin Miraç gecesinde Burak adlı atını bıraktığı yer olarak ta biliniyormuş.

Kudüs’e gitmek gerek derken boşuna söylememişim değil mi?


Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com