ESİR TÜRK KIZLARI – OSMANLI
PERİSİ
nazanss.blogspot.com
Esir Türk
Kızları kitabımdan bir bölüm;
Gecenin
zalimliği bir tek evle sınırlanmıyordu o karanlık iblis gecede. Bu gece
karanlıklar prensi emirlerini saymış, hemen gideceksiniz, insanların canını
acıtacaksınız. Onları birbirinden ayıracaksınız ama dikkat edin canları
yananlar iyi insanlar olsunlar, canları yananlar kötülerle uğraşanlar olsunlar.
Sebebi, ben kötülüklerin prensiyim. Ben karayım, ben siyahım. Bakın şurada
garip bir evden küçük köy evinden çok iyi tütmeyen bacanın altından sarı köhne
bir ışık titreyerek etrafa cansız ışığını yansıtmak istiyor. Onlarda neler var
ve biz onlara ne acılar verebiliriz.
Mum
ışığı ile aydınlanan küçük bir oda, derme çatma sedir ile kerevit arası iki
yatak birinde bir kadınla erkek yatıyor ‘la’ oturuyor arası boş gözlerle titrek
mumun ışığının aydınlattığı tavana bakarak öylece etrafı dinlemeye
çalışıyorlardı. Yan taraftaki yine neye benzediği belki de mum ışığının iyi
aydınlatmadığı şilte misali yatakta yatan iki çocuk ise derin uykudaydı.
Akça
– pakça misali otuzlu yaşlarına yaklaşmış, etli dudaklarının hemen altında
çenesinin biraz üstünde büyük bir beni olan bir Türk kadını… Ona ailesi de eşi
de benli Adniye derlerdi. O zamanlarda benli demek birine iltifat demekti.
Benli olmak makbuldü. Adniye güzel kadındı. İbrahim’i evlendiği gece tanımıştı
ama sevmişti. Kocası da Allah var onu hiç üzmemiş, ezmemiş başkalarının adamları
gibi ona kötü muamele yapmamıştı. İbrahim yapamazdı zaten o yufka yürekli, iyi
kalpli biriydi. Allah onlara nur topu gibi iki de evlat vermişti. Gül gibi
geçinip gidiyorlarken, İbrahim bir gün sevinçle gelmişti.
“Bak
Adniye artık aç susuz olmayacağız. İnanmayacaksın ama sana da iş buldum bana
da.”
“Bana
da mı hangi konakta iş buldun?”
Genç
kadın ne çok sevinmişti. Bilmiyordu oysa başına gelecekleri. Ne konağı uzun
gurbetlerde iş bulmuştu. İkisi de işçi olarak gideceklerdi. Savaştı gidecekleri
yer! Adniye hiç anlamamıştı.
“Ben
kadın başıma nasıl savaşa gideceğim.”
“Gideceksin
bize ne savaştan biz beylere, paşalara hizmet edeceğiz. Sen zaten kimseyi
görmeyeceksin. Bir yer verecekler ben çamaşır getireceğim sen yıkayacaksın,
paklayacaksın ben götüreceğim. Ha belki gerektiğinde yemekte yaparsın. İyi de
para geçecek elimize.”
Böyle
demişti eri. Şimdi hallerine bak. Düşman kapıda Adniye ne yapacağını bilmez
kocasına bir umuttur diye yalvarır halde…
“İbrahim
siz gidin, bak askerler gelmek üzere, artık sesleri çok yakından geliyor.
Duymuyor musun? Allah Billâh aşkına haydi…”
İbrahim
Adniye’nin başını okşadı…
“Olmaz,
sen delirdin mi kadın? Ben seni bu kâfirlerin eline bırakır mıyım? Sakat olsam
da, ölmedim. Ben Osmanlı’yım unuttun galiba.”
“Unutmasına
unutmadım da kâfirin önünde duramazsın. Onlar zalim olur. Gel beni dinle…”
Adniye
kocasının ellerini tuttu. Bütün vücudu gibi elleri de titriyordu. Sesi o kadar
titreyerek çıkıyordu ki kendi bile zor anlıyordu. Çok çaresizdi. Yalvaran
gözlerle bakıyordu. Güzel gözlerinden yaşlar yanaklarına süzülüyordu.
“Bak
İbrahim, kulağımıza kadar geldi sakat olanları almıyorlar, vuruyorlarmış.
Burada kalırsan başımıza daha kötü şeyler gelir. Çocuklarımızı düşün Allah
Billâh aşkına.”
İbrahim
kararlıydı. Ağırına gidiyordu. Sakattı ama o namuslu bir adamdı. Yürekli
biriydi. Nasıl yapacaktı! Başını iki
yana salladı.
Nazan Şara
Şatana
nazanss.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder