ÜSTÜN İNSAN FELSEFESİ
MUCİZELER
İNSANLIĞIN
DAR ZAMANLARINDA KURTARICALAR GELMEMİŞ MİDİR?
TOPKAPI
ŞİFRESİ KİTABIMDAN
Bir
bölüm
nazanss.blogspot.com
Bunlardan
biri de ‘üstün insan’ felsefesiydi. Tabi inanıyordu.
Bazılarının
diğerlerinden farklı olduğuna… Bu mutlaktı.
Bazılarının
ön görülerinin yoğun olduğuna ve ön görüleri yoğun olanların farklı
olduklarına! Kendi soyundan yola çıkmalıydı. Bir anda bir şey gelmişti aklına.
Araştırmalarından, anlatılanlardan edindiği bir bilgi onun tüylerini diken –
diken ediyordu.
Hazreti
İsa’nın farklı olduğunu bilmiyor muydu, biliyordu.
Kim
doğar doğmaz konuşmuştu.
Kim
ana rahmine bir nedensiz, bir erkeksiz düşmüştü.
Kim
bu kadar mucizeleri yapabilirdi.
Kim
Hz. Muhammed’in geleceğini müjdelemişti.
Peygamber
efendimizin mucizelerini anlatmak olağan dışı şeyler değildi.
Onlar
oldukça mantıklıydı.
Öyle
diyorlardı.
Peki,
bu kadar mantıklı olanların içinde; Okuma yazması olmayanın kitap yazdığı
nereden görülmüştü. Ona oku diyenler neyi okutmuşlardı. Peygamber efendimizin,
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alacağını söylemesi, Hacı Bayram Veli’nin,
Fatih Sultan Mehmet’in bebekken ağladığını duyduğunda;
‘Ağlatmayın bu çocuk ileride İstanbul’u
alacak’ demesi. Fatih Sultan Mehmet’in Rumeli Hisarını yaptırdığında, Muhammet
yazması ve kendine İstanbul’u alacak diyen Peygamber efendimizin ismini nakış
işler gibi işlettiği bunlar normal şeyler miydi?
Bunlar
mucizeler değimliydi.
Bunlar
üstün insanlar değiller miydi?
Tabii
ki Hazreti Muhammet farklıydı.
Tabii
ki o üstün insandı.
Hazreti
İsa üstün insandı.
Bunlar
peşin – peşin kabul ettiklerimiz.
Bir
Fatih Sultan Mehmet,
Bir
Mustafa Kemal Atatürk…
Ne
zaman darda kalınsa, ne zaman batağa saptansa bir üstün insan gelmiyor muydu? Tarih
hep böyle değimliydi? Bunun örnekleri saymakla bitmeyecek kadar çok değil
miydi?
Musa
geldiğinde on emirle; Halk delirmiş vaziyetteydi. Sapkınlar had safhaya
ulaşmıştı.
Peygamber
efendimiz geldiğinde Arap âlemi çıldırmıştı.
“Batışlarda daima bir kurtarıcı gelmemiş
miydi? Mucizeler her zaman olmamış mıydı? Olmuştu. Mesela Osmanlı
İmparatorluğunu düşündüğüm zaman aklım karışıyor. Resmen duruyor. Nasıl
olabilir diyorum. Düşünüyorum.”
Bir
süre öylece kitaplara baktı. Sonra;
“Bu gece araştırmalarıma fırsat verecektim.
Her zaman dediğim gibi, bilgi anlamında yeni edinimlerle kendimi şımartacağım.
Osmanlı’nın ilkine gitmeliyim. Ben aslında oraları okumalıyım.”
Karar
vermişti araştıracaktı. Öylede yaptı. Bütün kitapların önce kapaklarını okudu,
sonra istediklerini bulacaklarını ayırdı Onların arka kapak yazılarını okudu,
bir kısmının da önsözlerini… Onların içinden de bazılarını ayırdı. Artık okuma
zamanıydı. Hazırdı. Kısa bir arayıştan sonra sorularının cevabını bulmuştu
okumaya başladı.
Osmanlı
hanedanı, Oğuzların Kayı boyuna mensuptu.
Bu
boy, Avşar, Beydili ve Yiva gibi hükümdar çıkaran boylardandı.
Bir
uç beyliği olarak tarih sahnesine çıkısından itibaren bünyesinin gerektirdiği
dini, sosyal ve ekonomik değişiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı Beyliği,
kısa bir müddet içerisinde köklü bir devlet haline geldi.
Döneminin
şartlarına göre çok kısa denilebilecek zamanda, tarihin akışını değiştirecek
kadar büyüyen bu devletin gelişmesini, basit ve bazı tesadüflerle izah etmeye
çalışmak mümkün değildir.
Gerçekten,
çok geniş topraklar üzerinde hâkimiyetini tesis eden Osmanlı Devleti, çeşitli
din, dil, irk, örf ve âdetlere sahip toplulukları asırlarca âdil bir şekilde
idare etmişti.
Ulaşım
teknolojisi bakımından günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkânsızlıklar
içinde bulunan o asırların dünyasında, bunca farklı yapıdaki toplulukları cebir
ve tazyik kullanmadan idare etmek basit bir hâkimiyet anlayışının sonucu olmasa
gerekir.
Onun
işaret ettiği bu on bir maddenin birçoğunda diğer Anadolu beylikleri de
ortaktı. Osmanlıların din, irk ve coğrafi ortam bakımından Anadolu
beyliklerinden pek farkı yoktu.
Hal
böyle olunca Osmanlı başarısının sebeplerini başka sahalarda da aramak gerekir.
Öyle
anlaşılıyor ki Osmanlılar, diğer beyliklerin sahip olmadıkları veya
yapamadıkları bazı şeyleri başarmışlardı.
Kuruluş
dönemindeki hükümdarların tamamı, İslâm dinine ve bu dinin prensiplerine bağlı
olan kimselerdi.
Onlar,
hukukî ve şer’i meseleleri bütünüyle kadılara havale etmişlerdi.
Bu
mevzuda kendilerini halktan ayrı görmezlerdi.
Dolayısıyla
halktan herhangi birine yapılan muamele, kendileri için de geçerli idi. Keza
onlar, hukuk adamlarına baskı yapmadıkları gibi, tamamen İslâm hukukunun ruhuna
uygun olarak verilen kararlarına da müdahalede bulunmazlardı.
Bu
da ülke içinde sağlam bir adlî mekanizmanın çalışmasına ve adaletin
gerçekleşmesine sebep oluyordu.
İste
bu adalet anlayışı sayesindedir ki, devletleri büyüyüp gelişti.
Osmanlılar,
kuruluşlarından itibaren Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlı kaldılar.
Bu
bağlılık, adi geçen devletin varlığına son verildiği ana kadar devam etti.
Onların
bu bağlılık ve vefalarından dolayı Allah, kendilerini mükâfatlandırdı.
Zaman
- zaman ortaya çıkan isyan ve bas kaldırmalarda hep onlara yardımcı oldu
Selçuklu
Devleti'nin ortadan kalkması ve Bizans’ın içinde bulunduğu sıkıntılı durumlar
yüzünden çevresinde kuvvetli bir devletin bulunmaması,
Osmanlılar,
İslâm dünyasının hudut boylarında kurulmuşlardı
Cihat
ve ilay-i kelimetullah için devamlı harp edip ganimet elde ettiklerinden san ve
şöhretleri de artıyordu.
Onların
bu durumunu öğrenen ve başka ülkeler ile topraklarda yasayan Müslümanlar, gelip
kendilerine iltihak ediyorlardı.
Bu
da onların kuvvetlenmesine sebep oluyordu.
Osmanlı
hükümdarları, ilim adamı ile fazilet ehli kimselere karsı son derece hürmetkâr
davranıp onları gözetiyorlardı.
Devlet
için hizmet edip yardımcı olanlara timar arazisi vermek suretiyle onları
devlete ortak ediyorlardı.
Ayrıca
topraklarını genişletip Müslüman nüfusunu artırmak için büyük bir gayret sarf
ediyorlardı.
Çıkardıkları
kanunlara da sıkı sıkıya bağlı kalıyorlardı.
Osmanlı
Devleti'nin kısa bir zamanda büyüyerek müesseselerinin kemal mertebesine
ulaşmasına ve emsallerine göre daha uzun ömürlü olmasına sebep olan amiller,
onların bu anlayış ve davranışlarıdır.
Selçuklu-Bizans
hudutların da teşekkül eden bir uç beyliğinin, yeni bir din ve kültürün
taşıyıcısı olarak eski Bizans İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde kurulan bu yeni
devlete bir Türk ve İslâm damgası vurması hadisesi, çağdaş tarihçiler arasında
henüz tam anlamıyla izah edilemeyen bir mesele olarak münakasa edilmektedir.
Öyle
anlaşılıyor ki bu münakasa daha uzun süre devam edeceğe benzemektedir.
Nitekim
Leopold Von Ranke gibi bazı kimseler de bu gelişmeyi padişah şahsiyetlerine,
askerî sisteme ve toprak uygulaması gibi maddî manevî bazı unsurlara bağlarlar.
Tarihin
uzak dönemlerinden itibaren kurulmuş bulunan bütün Türk devletlerindeki töreye
göre, Osmanlılarda da ülke, ailenin müşterek mali olarak kabul ediliyordu.
Osmanlılarda
saltanatın intikalinde yerleşmiş bazı merasimler önemli yer tutmaktadır.
Bunların
başında bey'at, cülûs ve kılıç kuşanma merasimleri gelmektedir.
Saltanatın
intikali, başlangıçtan 1617 tarihine kadar ilk on dört padişahta ‘amûd-i
nesebi’ denilen babadan oğul’a geçmek suretiyle olmuştur.
Eski
Türklerdeki devletin, hanedanın ortak mülkü olma telakkisi Osmanlılarda
özellikle Fatih döneminde değişik bir anlayışa bürünmüştür.
Kanunnamenin
meşhur olan maddesi ile saltanatın babadan oğul’a intikalinde kolaylık
sağlanmıştır.
1617’de
I. Ahmet'in ölümü üzerine "ekberiyet" usulü benimsenmiş.
Daha
sonraki dönemde bir iki istisna dışında ‘ekberiyet ve ersediyet’ usulüne göre
hanedanın en yaşlı erkek üyesi padişah olmuştur.
Hükümdarlık
ailesinin reisi olan ve "Ulu Bey" adini taşıyan kişi, ayni zamanda
devletin de reisi olurdu.
Osmanlı
Beyliği’nin ilk zamanlarında da görülen bu âdet, I. Murad zamanından itibaren
sadece hükümdarın çocukları için geçerli hale gelmişti.
Buna
göre belirtilen dönemden itibaren saltanat, hükümdar olan kimsenin çocuklarının
hakki olarak telakki edilmeye başlandı.
Bununla
beraber bir veliaht tayini söz konusu değildir.
Devlet
adamları ve askerlerce sevilip takdir edilen şehzade, ölen babasının yerine
hükümdar ilan olunurdu.
Osmanlı
padişahları cülûslan münasebetiyle çıkardıkları fermanda Allah’ın lütfü ile
“bi’l-irs ve’l-istihkak” saltanatın kendilerine müyesser olduğunu ifade
ederler.
Öyle
anlaşılıyor ki ilk dönemlerde devletin kuruluş hamurunda mayası bulunan ahi
teşkilatının da bu seçimde büyük bir payı bulunmaktadır.
Çok
nadir de olsa, zaman - zaman padişahların, yerlerine geçecek şehzadeyi devlet
ileri gelenlerine vasiyet ettikleri görülmektedir.
Mesela
Çelebi Mehmed, Bizanslıların yanında bulunan kardeşi Mustafa Çelebi'nin tekrar
hükümdarlık iddiasıyla ortaya çıkma ihtimalini göz önüne alarak hayatından
ümidini kestiği sırada yanındaki vezir ve beylerine oğlu Murat’ın hükümdar
yapılmasını ve o yetişinceye kadar ölümünün gizli tutulmasını vasiyet etmişti.
Böylece
Çelebi Mehmed, kardeş kavgasının sebep olacağı politik ve ekonomik
huzursuzluklar için tedbir almış oluyordu.
Biraz
önce temas edildiği gibi, Osmanlılarda hükümdarın çocuklarından kimin padişah
olacağına dair kesin bir saltanat kanunu yoktu.
Hükümdarlar,
bir isyan hareketinin önüne geçmek için kardeşlerini öldürürlerdi.
Kardeş
katli, Yıldırım Bayezid zamanından beri tatbik edilmekle beraber Fatih
kanunnamesiyle yazılı hale getirilmiştir.
Bu
kanunnamede ‘Ve her kim esneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşlarını
nizam-i âlem için katl etmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir.
Anınla amil olalar’ denilerek memleketin selameti için kardeşlerin katline bir
nevi izin verilmiştir.
Töreye
göre Osmanlı padişahî, memleketin sahibi sayılırdı.
Bu
sebeple tebaasının malı ve canı üzerinde tasarruf hakkı vardı.
Vasıtalı,
vasıtasız bunu kullanırdı.
Her
türlü kuvvet padişahîn elindeydi.
Fakat
o bunu keyfî olarak değil, kanun, nizam ve ananenelere dayanarak muamelatın
icaplarına göre yürütürdü.
Fatih
Kanunnamesinde, padişahîn yetkilerini nasıl kullandığına işaretle söyle
denilmektedir:
“Ve tuğrayı şerifim ile ahkâm buyrulmak üç
canibe mufazzdır. Umur-i âleme müteallik ahkâm vezir-i azam buyruldusu ile
yazıla ve malıma müteallik olan ahkâmı defterdarlarım buyruldusu ile yazalar.
Ve ser'-i serîf üzre deavi hükmünü kadiaskerlerim buyruldusu ile yazalar.”
Bu
tür ifadelerden anlaşıldığına göre bütün dünyevî ve dinî idare padişah adına
yapılmaktadır. Buna dayanılarak padişahîn, dünyevî yetkilerinin idaresinde
sadrazamları, dinî yetkilerinin idaresinde ise önceleri kadiaskerlerim, daha
sonra da şeyhülislâmları vekil tayin ettiği söylenebilir. Nitekim bu iki makama
yapılacak tayin ve azillerde padişahîn mutlak salâhiyet sahibi olduğu
bilinmektedir. Bundan başka divan toplantılarında alınan her türlü kararın
‘arz’ yolu ile onun tasdikine sunulması da padişahın nihaî karar mercii
olduğunu teyit etmektedir.
İslâm
hukukuna göre devletin basında bulunan hükümdarın, hakkında nass bulunmayan
mevzularda tebaasının maslahatını gözeterek çıkardığı kanunlarına uymak dinin
emridir.
İslâm
hukukuna göre hükümdar her istediğini yapan ve her türlü arzusuna uyulması
gereken bir kişi değildir. O da ser’i hukukun gerektirdiği emirlere uymak
zorundadır.
Aksi
takdirde Hz. Peygamber'in ‘Allah’ın emirlerine uymayana itaat yoktur’ Hadis-i
Şerifi ile Hz. Ebu Bekir'in halife seçildiği zaman yaptığı ilk konuşmasında
dediği gibi emirlerine itaat mecburiyeti kalkar.
Müslüman
bir topluma istinat eden bünyesi ile Osmanlı devlet adamları, bundan başka
türlü hareket de edemezlerdi. Bu devletin geleneğinde hâkim bulunan anlayışa
göre;
‘Devlette
din asil, devlet ise onun bir fer'idir" Kanun, hüküm, ferman ve uygulamada
dinî anlayışın dışına çıkmamak için Osmanlılar, kuruluşlarından itibaren İslâm
fıkhına (hukuk) yakından asana olan ulemaya devlet idaresinde yer veriyorlardı.
Nitekim Orhan Gazi'nin vezirlerinden Sinan Pasa ile Çandarlı Halil ulemadandı.
Esasen,
XIV. asır Türk dünyasını gezip onlar hakkında canlı levhalar gibi sağlam
bilgiler veren İbn Batuta'nin müşahede ettiği gibi, Anadolu Türkmen
beyliklerinin hemen hepsinde fakihler, beylerin yanında en şerefli mevkide yer
almakta idiler.
Bernard
Lewis'in dediği gibi; ‘Kurulusundan düşüşüne kadar Osmanlı Devleti, İslâm
gücünün ve inananın ilerlemesine veya savunmasına adanmış bir devlet idi.
Osmanlılar,
altı yüzyıl, ilk önce esas itibarıyla başarılı olarak, Avrupa’nın geniş bir
kısmında İslâm egemenliği kurma çabasıyla, daha sonra da Bati'nin amansız karsı
saldırısını durdurmak ya da geciktirmek için uzun süreli hareketleriyle hemen -
hemen devamlı olarak Hıristiyan Bati ile savaş halinde idiler.
Yüzyıllar
boyu süren bu mücadele, Türk İslâmlığının ta köklerindeki kaynakları ile Türk
toplumunun ve kurumlarının bütün yapısını etkilenemezlik edemezdi.
Osmanlı
hükümdarının halkı, her şeyden önce kendini Müslüman sayardı.
Daha
önce gördüğümüz gibi Osmanlı ve Türk, nispeten yeni kullanılan deyimlerdir.
Osmanlı
Türkleri, kendilerini İslâm ile özdeş görmüşlerdir. Diğer herhangi bir İslâm
ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini İslâmiyet içinde eritmişlerdi.
Türk
kelimesi, Türkiye'de hemen - hemen kullanılmaz iken, Batı’da Müslüman’ın eş
anlamı haline gelmesi ve Müslüman olmuş bir Batılıya, olay Isfahan veya Fas'ta
olsa bile ‘Türk olmuş’ denmesi ilginçtir.
Osmanlı
padişahlarının, kanun ve nizamlara göre hareket etme mecburiyetini
hissetmeleri, onların keyfî bir şekilde hareket etmelerine mani oluyordu.
Öyle
ki, bazen devlet güvenliği için tehlike teşkil edenlerin durumu bile
hükümdarların fevrî hareketlerine terk edilmiyordu.
Nitekim
II. Murad dönemi olaylarından bahs edilirken görüldüğü gibi Haçlılarla birlik
olup Osmanlı vatandaşı olan Müslümanları arkadan vurup öldürmekten çekinmeyen
Karamanoğlu İbrahim Bey'in bu tecavüzünü, İslâm’la bağdaştıramayan hükümdar,
döneminin Ehl-i Sünnet âlimlerine müracaatla Karamanoğlu’nu yola getirmek üzere
onlardan fetva istemişti.
İbn
Hacer el-Askalanî, Saadeddin Deyrî, Abdu's-Selâm el-Bağdadî, Bedreddin
Tenesî
ve Bedreddin el-Bağdadî gibi dört mezhep otoritesi, onun, Karamanoğlu ile
mücadele etmesi için fetva vermişlerdi.
Sultan
Murad, bu fetvalara dayanarak Karamanoğlu üzerine yürümüştü.
Keza
Çelebi Sultan Mehmed döneminde etrafına topladığı bazı çapulcularla birlikte
isyan başlatarak halk ve devlet için büyük bir tehlike haline gelen Şeyh
Bedreddin Mahmut, yakalandığı zaman hemen öldürülmedi.
Hareketinin
İslâm’a uygunluk derecesinin araştırılması ve cezanın, âlimler tarafından
kurulacak bir heyet tarafından takdir edilmesini bizzat padişah istemişti.
Padişahlar,
her zaman bir kurulun danışma niteliğindeki kararlarını almazlarsa bile hiç
olmazsa en az şeyhülislâm veya müftüden fetva aldıktan sonra hüküm verirlerdi.
Onların
bu emir ve iradeleri, hatt-i hümayun, biti, ferman, berat, irade, ahitname ve
emannâme gibi belgelerle ifade edilirdi.
Bunlardan
hatt-i hümayunun bizzat Padişahîn kendi el yazısı olduğu, diğerlerinin onun
adına Divan-i Hümayundan çıktığı bilinmektedir.
Osmanlılarda,
devlet islerinde kesin bir karar verilmeden önce, isler, Divan'da görüşülürdü.
Bu
görüşmelerden sonra son karar hükümdarın olurdu.
Hükümdarın
herhangi bir mesele hakkında verdiği karar ve kesin olarak beyan ettiği fikir,
kanundu.
Bununla
beraber padişah, devlet isleri ile ilgili meselelerde ser’i ve hukukî konularda
gerekli gördüğü kimselerle görüşüp onların fikirlerini alırdı.
Bu
durumdan anlaşılacağı üzere zahiren geniş ve hudutsuz salâhiyeti olduğu görülen
padişah, gerçekte bir takim kanunlarla bağlıydı.
Bu
da bir devletin devam ve bekası için şarttı.
Osmanlı
hükümdarlarının ilk ve en kudretli zamanlarında bile divan kararlarına tamamen
riayet ettikleri ve alınan kararların dışına çıkmadıkları görülmektedir.
Osmanlı
padişahları, XVI. yüzyıl sonlarına kadar şehzadeliklerinde hizmet ve
muharebelerde ordunun kollarında komutanlık yaparak memleket idaresinde ve
muharebe usullerinde tecrübe kazanıyorlardı.
Hükümdar
oldukları zaman bu bilgi ve tecrübe birikiminden istifade ediyorlardı.
Osmanlı
hükümdarları, ordularının başkomutanı idiler.
Büyük
ve önemli savaşlara bizzat kendileri iştirak edip komutanlık yapıyorlardı.
Küçük
savaşlara ise salahiyetli bir komutan tayin ediyorlardı.
Fatih
Sultan Mehmed döneminin ortalarına kadar Osmanlı padişahları, Divan-i Hümayuna
başkanlık ederlerdi.
Divan’da
halkı ve devleti ilgilendiren isleri görüp gereken hükümleri verirlerdi.
Hastalık
veya başka bir sebepten dolayı padişahîn iştirak etmemesi halinde onun yerine
vezir-i azam başkanlık ederdi.
Solakzâde’nin
bir ifadesine dayanılarak Fatih’in, Divan başkanlığını terk edişi söyle bir
hadiseye bağlanır.
Bir
gün Fatih’in başkanlığında Divan toplantısı yapıldığı sırada isini takip etmek
üzere payitahta gelmiş olan bir Türk köylüsü, Divan çavuşlarının ellerinden
kurtularak toplantı yerine girer;
‘Devletlû
Hünkâr kankinizdir, şikâyetim var’ demiş.
Bir
suikast tehlikesini de beraberinde getiren bu hareket, padişahîn canini sıkmış.
Vezir-i Azam Gedik Ahmet Paşa’nın tavsiyesiyle hükümdarın Divan müzakerelerini
bir perde arkasından dinlemesi ve vezaret mührünün yani mühr-i hümayunun
vezir-i azama verilmesi sistemi kabul edilmişti. Bundan sonra adi geçen vezir-i
azamin teklifi üzerine padişahlar için toplantı mahallinin arkasında biraz
yüksekçe ve önü kafesli bir yer yapılmıştı.
Bundan
sonra padişahlar, divan müzakerelerini oradan dinleyip takip etmeye
başlamışlardı.
Bu
hadiseden sonra Fatih Sultan Mehmed, divan müzakerelerine başkanlık etmeyip bir
perde veya kafes arkasından dinlerdi. Meşhur kanunnamesinde de ‘Cenab-i şerifim
pes-i perdede oturup’ demek suretiyle bunu bir kanun hükmü haline getirmişti.
Görüldüğü gibi II. Murad da dâhil olmak üzere Osmanlı hükümdarları devamlı
olarak halkla temasta bulunuyor, bizzat davaları dinleyip devlet islerini
görüyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki,
Osmanlıların ilk dönemlerinden itibaren hükümdarlar, halk ile temas ediyor, her
fırsatta halka yardımcı olmaya çalışıyorlardı.
Bunu bilen halk, şikâyet, talep ve arzularını çeşitli vesilelerle
hükümdarlara ulaştırıyordu. Bu anlayış, kökleri mazide olan eski bir an’a nenin
yerleşmesine sebep oluyordu.
Bu
an’a nelerden biri, Hz. Peygamber'den beri devam ede gelmekte idi.
Buna
göre Medine şehir devletinde, oldukça sade bir yapı içerisinde halk,
külfetsizce Hz. Peygamber ile görüşüyordu. Şüphesiz ki bu davranış, daha
sonraki Müslüman hükümdarlar için ideal bir örnek teşkil ediyordu. Hulafa-i
Rasidîn döneminde gelişen fetihlerle büyüyen idarî yapıda, çok farklı inanç ve
düşüncede olan kimselerin mevcut olması, bazı suikast ve cinayet ihtimallerini
de akla getiriyordu. Bu yüzden halifelerin halk ile temaslarında bazı
tedbirlerin alınması ihtiyacı doğdu. Halk ile Osmanlı hükümdarları arasındaki
münasebeti sağlayan çeşitli vesileler vardı. Cuma ve bayram namazları, ava
çıkma, İstanbul’un içi ve çevresindeki mesire yerlerine, saray ve kasırlara
yapılan ziyaretler, halka hükümdara ulaşma imkânı veren fırsatlardı. Osmanlı
hükümdarları, daha Osman Bey'den itibaren meşru mazeretlerinin dışında cuma
namazını sarayın dışında ve halka açık bir camide kılmaya büyük bir itina
gösteriyorlardı. Bu durum, vekayinâme, hatırat ve seyahatnamelerden açıkça
anlaşılmaktadır.
Cuma
selamlığı sırasında üzerinde durulması gereken en önemli husus, halkın dilek ve
bilhassa şikâyetlerini bizzat hükümdara ulaştırmış olmasıdır. Osmanlı tarihi
boyunca bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. Aslında Osmanlı Devleti'nde
tebaanın padişaha ulaşması yerleşmiş bir gelenekti. Padişahların zaman - zaman
kıyafet değiştirerek halk arasında dolaşıp kamuoyunu yoklamaları (tebdil
gezmeleri), günlük hayatları, yemekleri, İstanbul ve civarında çeşitli
gezintiler' saltanat kurumu açısından önemli hususlardır. Gerek günümüzde
gerekse tarihteki devletlerde olduğu gibi Osmanlılarda da hükümdarın hâkimiyet
(egemenliğini)'ini temsil eden ve adına ‘Hükümdarlık alametleri’ denilen işaret
ve semboller vardı.
Kaynaklar,
yeri geldikçe bu sembollerden söz ederler. Buna göre kuruluş döneminde Osmanlı
padişahlarının hâkimiyet sembolü olan hükümdarlık alametleri şunlardır;
Payitaht,
saray, çadır (otağ), taht, taç, hutbe, sıkke, unvan ve lakaplar, nevbet, kılıç,
bayrak, tiraz, tuğ. Padişahların kullandıkları unvanlar, bunların kullanıldığı
yerler Osmanlı hâkimiyet anlayışı açısından önemlidir. Bunları, ser’i ve örfî
unvanlar olarak iki kısımda değerlendirmekte ve resmî belgelerde bunların itina
ile kullanıldığına işaret etmektedir.
Bunlar:
—Bey,
—Han, —Hakan, —Hüdavendigar, —Gazi, —Kayzer, —Sultan, —Emir,
—Halife
ve —Padişah gibi unvanlardır. Bundan başka Yavuz Sultan Selim,
Mercidabik
zaferinden hemen sonra Haleb'de:
‘Hadimu'l-Haremeyn
es-Serifeyn’
Unvanını
kullandı. Bu unvan daha sonraki padişahlarca da kullanıldı.”
Okuduklarından
çok yorulmuştu. Fatihcanhan kitabı yatağın üstüne koydu.
Nazan Şara
Şatana
nazanss.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder