‘Ne haddine!’
nazanss.blogspot.com
Seni hep düşlerdim ben, bilir misin? Hayallerimde seni saklardım.
Seni hep düşlerdim ben, bilir misin? Hayallerimde seni saklardım.
Hissettirmeden kimseye söylemeden… Sen hep benim içimde bir yerlerde saklı dururdun. Seni bir farklı düşünürdüm! Bana baktığını, bazen çok beğendiğini, bazen çok eleştirdiğini düşünür ona göre hareket ederdim. Elin çenenin altında olurdu çoğunlukla… Yükseklerden beni izlerdin…
Elinde bir demet çiçek olurdu, bazen
de bir ok.
Çiçek olduğu zaman sevinirdim. Beni seviyor
derdim. İlk zamanlar oku gördüğümde;
‘eyvah bana atacak, beni öldürecek’
Telaşı, korkusu olurdu… Sonra ona da bir isim, bir
şekil, bir güzellik yakıştırdım.
‘Belki oku atacak ama zaman fırsat
kolluyor olamaz mı?
Bekli de oku kalbime bir eros rahatlığı içinde
saplayacak.’
Böyle düşünmek işime geliyordu… Senin saçların,
açık kalan omuzlarından aşağılara kadar sarkmış, çıplak tenini göremediğim
yerlerini kaplamış olurdu çoğu kez. Bakışlarını hatırlıyorum.
Ne kadar kızgın olurlardı! Ben ürkerdim. Mahcup olur, saçlarının altındaki mermer
misali vücuduna, bir lahza göz bile atamazdım. Bu kadar büyük güzellik insanı
ürkütüyor.
Ürküncü tanıyorsun. ‘Ne haddine!’
diyorsun.
Müstesna zamanlarda,
Bir iki kadeh kırmızı şarabın bünyene eklediği
cesaret! Düşüncelerimi değiştiriyordu çoğu seferlerde. Hatta küstahlaşıp ‘hadi
canım sende’ dediğim bile oluyordu. Ya da şöyle tanımlamak daha doğru
geliyordu. ‘Boş versene… Olduğu gibi tat almaya bak.’ Bu da bir çeşit avuntuydu
belki, Ama en azından beni
rahatlatıyordu…
Sen evimin bir yerlerinden beni
gözlerken,
Hava gündüz olurdu… Üstelik hep beyaz, mavi!
Sanki kış olmaz, hatta gece hiç yaklaşmazdı…
Bu da Allah’ın bir takdiriydi herhalde.
Gökyüzü pırıl - pırıl yıldızlı, Sen tanrıça Artemis gibi tepelerde olurdun.
Ben oldukça tereddütlerle, Arada bir
nazar ederek, görmeyi seçerdim seni…
Sonra seni farklı hayal ederdim. Benim yaşadığım
yerde, Bu sadelikte yaşıyor, beni
gözlüyor olamazdın! Bu benim hayalim değil miydi? İstediğim şekilde
yaşatabilirdim. Sen uzaklarda bir yerlerde olabilir, Oralardan beni izler, beni görürdün. Sen bir
kraliçe olabilirdin.
Neden olmasın! Bir prenses bir kontes!
Çoğu zamanda bir tanrıça…
Sen
saraylarda yaşamalıydın.
Hep saraylarda ve sen… Kraliçe ve sen!
Tanrıça ama bu yakışanı sen! Tanrıça olarak karar
verdiğim sabahsız gecelerimde, seni
saraylardan ziyade kalelerde düşünürdüm.
Sen yukarılarda hava ile bulutların
arasından beni izliyorsun ya!
Senin evin kale olmalı, hatta biraz da ürkütücü
durmalı derdim.
Uzun yukarılara çıkmaya çalışan kuleleri olmalı, senin
yaşadığın bu azametli yerin!
Kulelerin üstleri sivri olmalı, nedensiz renginin
kahverengi değil de, turuncu olur diye düşlerdim. Kale zaten kahve, koyu kahve
ile siyah karışık, o kasvet belki biraz da, bohem hal sana yakıştığından!
Yakışmasına senin dişiliğini, ateşini
ve kadınlığını, turuncu belirlemeli…
Demiş öyle düşünmüştüm. Tamam, siyahlar koyu ve
acı kahveler, Kahvenin çeşitlemeleri, kale renk tarafından bir hayli hazır…
Şimdi sıra kalenin büyüklüğünde olmalı.
Bu ana yakışır halini, ancak büyüklüğü ile belirler demekteydim.
İlave etmeliyim.
Kale belirli bir yükseklikte olmalı… Kalenin
altında, suların bitiminde yüzlerce, binlerce taşlar olmalı. Bunlar kale ile
büyük su kütlesini birbirinden ayırmalı.
Bu nedir? Bu taşlar dilekler gibi
çok…
Benim dileklerim kadar büyük. Benim isteklerim
kadar önemli… Taşlar gri. Ne tuhaf renktir gri. Ya beyaz ya siyah olmalı derim.
Hâlbuki bu durumlarda grileri seçerim. Gri içinde siyahı ve beyazı barındırır. Buda
taşlarda bir sürü niyetlerin, dileklerin saklı olduğunu gösterir.
Benim dileğim sensin. Seni
görmeliyim.
Çocukluğumdan beri seni sevdiğimden olmalı bu duam…
Gönlümü çocuk ellerinle, çocuk kalbimin içinden söküp aldığından beri, boşlukta
olan yüreğimi bulmalıyım. Bunun için dualarla birlikte, sana enerjiler
göndermeliyim.
Nasıl haberin olmalı? Senin yaşadığın kalenin
yakınından geçen beyaz leyleklere söylemeliyim. Demeliyim;
‘Hadi haberleri götürün ona…’
Bakın aşk insana neler yaptırıyor ne olmazları
olduruyor. Nasıl gitsinler? O zaten orada o kadar yakınlarındaki. Uzakta olan
benim.
Bana gelmeleri gerekir. Bana haber, sevgi
göndermez ki. O beni bilmez hatırlamaz ki. Ben annesini ziyarete yıllardır
giderim. Her gittikten sonra kaybolan kızının, büfe üstü resimlerinin akıbetini
merak etmez mi? Resimler elimde fotoğrafçıların kapısında.
‘Böyle olmalı, buda böyle renkte olsun, buda
kızıl, sarı.’
‘İyide ağabey aynı resim!’
‘İyide sana ne?’
Değil mi?
Bende ne mantıklı ki o olsun. Ben kale, taş, leylek derken maviyi
unuttum. Ana rengim, benim her zaman yanımda, bana umut, bana ışık, bana hayat
veren mavi… Mavi oralarda benim dileğimde. Maviye baktığımda mavi su, mavide
göl oluyor... Ben suda onu görüyorum. Onun elinde, benim elim.
Ben siyah o beyaz.
Biz grinin içine doğru gitmiyoruz. Daha canlı,
parlak renklerin içine, Su mavisinden
yükseliyoruz… Bu kadar hayalden sonra neden; Zümrüdü Anka kuşu sırtına almasın,
bizi başka hayal âlemlere götürmesin! Gideceğiz…
Ben hep istedim. Hep hayal ettim.
Hep diledim.
Dileklerimin kabulün de bir gün, Bu kaleyi
göreceğime ve oraya onunla gideceğime inandım.
Bekliyorum. Hayaller gerçek olacak.
Bu sefer ben ona gideceğim. Beni dinlemeye mecbur
olacak. Ben onu sevdiğimden söz edeceğim. Umutların, duaların yolculuğu…
Nafile olmayacak!
Her dua kâinatta dolaşırken, sahibini bulmak için,
onu da bulacak. Biliyorum, bir gün, yakında hissediyorum. Beni hatırlayacak,
özleyecek, kim bilebilir belki de!
Beni sevecek…
Beni sevecek…
Nazan Şara
Şatana
nazanss.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder