Osmanlı
Devleti’nin resmî cellât teşkilatı varmış.
“Hükmü sultân olmazsa, hatâ gelmez
cellâttan?”
nazanss.blogspot.com
Cellât ocağı kurulduğunu biliyor
muydunuz?
Osmanlı Devleti’nin resmî cellât teşkilatı
varmış.
Evet, on altındı yüzyılda bostancı ocağına
bağlı olarak kurulmuş. Yazılanlara göre ilk beş cellât varmış bu kuruluşta
sonra yetmişe kadar yükselmiş. Ben cellât kelimesinden ürkerim, korkarım.
Filmlerde izleriz cellâtları, insafsız mıdırlar, duygularımı yoktur? Yoksa bu
benim vazifem düşüncesi içinde me can alırlar?
Cellât Arapçada kamçı ile vuran,
eziyet eden anlamına geliyormuş. Cellâtlar Osmanlı’da Hırvat dönmelerinden ya
da çingenelerden seçilirlermiş. Onların hakkında oldukça enteresan bilgiler
var.
15
YY’dan itibaren kullanılmaya başlanmışlar,
16
YY’da padişahın özel koruması olmuşlar,
Dilsiz
ve sağırlardan seçilirlermiş,
Padişahın
en ufak bir işaretinin ne anlama geldiğini bilir anında hareket ederlermiş,
Özellikle
sağır ve dilsiz olmaları seçilmelerini sağlarmış.
Mahkûmun
çığlıklarını duymaması için sağır ve dilsiz olanlardan seçilirlermiş.
Celatçıbaşı
liderleri olur ve bostancıbaşına bağlıymış.
Önemli
şahsiyetlerin infazını cellatbaşı yaparmış.
Bu
çok önemli özellikle devlet adamlarının idamlarında Bostancıbaşı da bulunurmuş.
Cellâtlarla ilgili geniş bilgi
vermeden önce suçluları ve cezalanma şekillerinden söz etmek istiyorum.
Hırsızlar genellikle hırsızlık
yaptıkları semtte bazen de girdikleri evin önünde asılırlarmış.
Katiller işkence ile öldürülürlermiş.
İşkence
ile idamın üç şekli varmış:
Çarmıh,
Çengel,
Kazık…
Çengel;
İstanbul’da Eminönü’nde uygulanırmış. Bu ceza eşkıya ve korsanlar için
uygulanırmış.
Çarmıh; Kaba etleri bıçakla oyularak buralara gayet
iri yağ mumları dikilir ve yakılırmış,
Bir devenin üstüne konularak şehirde
dolaştırılırmış,
Ölmezse akşamüstü idam edilirmiş.
Kazık; mahkûm çırçıplak soyulurmuş,
Elleri ve ayaklan bağlanırmış,
Bilek kalınlığında gayet sert
ağaçtan yapılmış bir yağlı kazığa çakılarak oturtulurmuş,
Omuzlarına, çarmıhta olduğu gibi bir
çift yağ mumu dikilirmiş,
Gezdirilerek teşhir edilirmiş,
Bu da haydutlara ve korsanlara
tatbik edilen cezalardanmış…(alıntı)
Bazı yazıları okuduğum zaman fazlası
ile etkileniyorum. Benim yufka yüreğime sanıyorum ağır geliyor. Siz yazı
yazarken ağlayan bir yazar duydunuz mu duymadınızsa bilin ki benim. Bırakın
yazdığım kitaplardaki olayların beni ağlatmasını bu tür haberlerde de tüylerim
diken - diken olur gözlerim yaşarır.
Şimdi anlatacaklarım sanıyorum birçok
kimseyi ürpertecektir.
İdamlık siyasi mahkûmlar idam edilmeden
üç gün önce Balıkhane Kasrına getirilirlermiş. Burada bir zindanda üç gün
bekletilirlermiş. Neden bekletildiklerinin gerekçesi; verilen karar bir daha
Divan-ı Hümayun’da görüşülürmüş. Suçu kesinleştiğinde yani üçüncü gün idam
edilirmiş.
Burada enteresan bir adet var ki
yazmadan geçemeyeceğim.
Üçün
gün zindanın kapısı açılırmış,
Elinde
tepsiyle Bostancıbaşı gelirmiş.
Tepside
bir kadeh şerbet olurmuş,
Onu
mahkûma saygı içinde sunarmış.
Gelen şerbet beyaz ise mahkûm affedildiğini
anlarmış. Kırmızı renkte ise idam edileceğini bilirmiş. Affedilen mahkûm
şerbetini içtikten sonra bostancıların nezaretinde bostancı kayıkhanesinde
hazırlanmış çektiriye biner ve sürgün edildiği yere gidermiş. Düşünüyorum da
ölümden döndüğü için sürgüne gitmek ona cennete gitmek gibi geliyordur.
Kızıl kadeh ve sonrasında olanlar:
Mahkûm
öleceğini öğrendiğinde kahrolurmuş,
İçeceği
şerbetin ölüm şerbeti olduğunu bilirmiş.
Mahkûm
oradan çıkartılırmış,
Topkapı
Sarayının 1.Kapısı Bab-ı Hümayunla 2. Kapısı Babusselam arasında bulunan Cellât
Çeşmesine getirilirmiş.
Buradaki
taşın üstüne başını koydururlarmış.
Kılıçla
başı kesilirmiş.
Çeşme
önünde olmasının sebebi infazdan sonra kanlı palaları ve satırlarını cellâtlar
bu çeşmede yıkarlarmış.
Onun
için bu çeşmeye Cellât Çeşmesi denilmiş.
Siyaset
Çeşmesi de denilirmiş.
Cellâtlara
Meydan-ı Siyaset Ustası da denilirmiş ama bu çok da söylenen değilmiş.
Her mahkûmun başı kesilmezmiş. Bazen
de şerbeti içtikten sonra boğularak öldürülür ve ayağına taş bağlanarak denize
atılırmış.
Bundan sonra anlatacaklarımda pek iç
açacı şeyler değil. Ne yazık ki gerçekler.
Kanları
mukaddes olarak düşünüldüğünden hanedan mensuplarının kanı akmaması için
boğdurulurlarmış.
Cellâtlar
Müslümanların kesik başlarını koltuğunun altına koyarlarmış.
Kelle
koltukta sözleri bu yapılan işlemlerden sonra söylenmiş.
Başı
kesilen şahıs uzaklarda ise bal dolu bir torbaya başı konularak getirtilir ve
padişahın huzuruna çıkartılarak padişaha;
“Emr-i
ferman yerini bulmuştur Hünkârım” denilirmiş.
Birde Kapı Arası var.
Babusselam’ın
kulelerinin arasındaymış.
Birinci
ve ikinci avluya bakan 2 kapı kapatıldığında karanlık bir kapa arası varmış.
Divanhaneye
gizli bir geçitle bağlanan cellât hücrelerine açılırmış.
Babusselam kapısı:
Sarayın en önemli kapasıymış.
Habersizce
gelen ölümler burada uygulanırmış.
İki
kapı arasından geçen veziriazamlar hep tedirgin olurlarmış.
Divanhaneye
çıkmadan ölüm korkuları yaşarlarmış.
Bu
kapıdan geçince selamette kavuşurlarmış.
Orta
kapı olarak da bilinirmiş, her tarafında cellât hücreleri bulunurmuş.
Tabiki cellâtların işi bu
yazdıklarım kadar da değilmiş.
Payitaht
dışında idam edilenlerin kesik başlarının İstanbul’a getirilmesi,
İbret
taşlarına dizilmesi,
Mızraklara
geçirilmesi,
Eşkıya
reislerinin çengele vurulması,
Kazığa
geçirilmesi,
Çarmıha
geçirilmesi,
At
sırtında gezdirilerek teşhir edilmesi…
Buna benzer birçok olayda
cellâtların işiymiş.
Bütün bunlar Sultan Abdülmecit’e
kadar sürmüş.(Bir başka yazımda Sultan Abdülmecid ve cellâtlar ocağının ortadan
kaldırılmasını yazacağım…)
Buraya kadar yazdıklarımızda cellatların
neler yaptıklarını, bir çeşit zalimliklerini yazdım.
Şimdi birde onların dünyalarını
inceleyelim:
Onlar
evlenmezlermiş,
İnsanlar
tarafından sevilmezlermiş,
Devamlı
yalnız kalırlarmış,
Mezar
taşlarında isimleri yazmazmış.
Devamlı
beddua alırlarmış.
Hakarete
uğrarlarmış.
Bir
ikisinin ismi bilinirken onlarcanın ismi hiçbir zaman bilinmemiş.
Halk
onları sevmez hatta nefret ederlermiş.
Kimse
onların mezarlarının kendi mezarları yanında ya da yakınında olmasını
istemezmiş.
Onların
ayrı bir mezarlıkları varmış. Cellât Mezarlığıymış.
Çok
uzaklardaymış.
Bütün bu acınası hayatlarında
kendilerince bir tesellileri varmış:
“Hükmü sultân olmazsa, hatâ gelmez
cellâttan?”
Birde Cellât pazarı varmış. Burada
da idam edilenlerin üstünden çıkanların cellâtlar tarafından satıldığı bir
pazarmış fakat uğursuz sayıldığından çok da alıcı bulamazlarmış.
Tarihte ne çok bilmediklerimiz var.
Elbette hepimiz saraylarda cellâtlar olduğunu biliyoruz fakat onlarla ilgili birçok
detayı bilmiyoruz. Bu yazımı hazırlarken Osmanlı Ansiklopedisinden yararlandım…
Sakin ve huzurlu günler diliyorum…
Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder