Nazan Şara Şatana’nın
Topkapı Şifresi
Kitabından:
Fatih Sultan Mehmet
Yerine oturduğunda sanki çok iş yapmışta
yorulmuş gibiydi. Derin birkaç kez nefes aldıktan sonra torununa baktı.
“Fatih Sultan Mehmet’i anlatmaya kalkarsam
sabahlarız yavrum.”
“Ben razıyım. Çağ değiştirmiş bir sultan o…”
“Öyle yavrum tamam… Benim için ne fark eder.
Zaten o kadar az uyuyorum ki. Anlatırım oğlum. Memnuniyetle.”
Kapının vurulması sözlerini kesti.
Sultan anne kendinden emin bir tavırla;
“Girin.”
Kapı açıldı. Rüzgarhan kapı aralığında
duruyordu. Fatihcanhan’a güldü. Babaannesinin gülümsemesi bir davet
niteliğindeydi.
“Rahatsız etmiyorsam girebilir miyim?”
Büyük hanım gülümsedi.
“Gel. Ben de bir eksik var dinleyiciler
arasında. Bir meraklımız daha vardı oysa diye düşünüyordum.”
Rüzgarhan canı sıkılmış gibi.
“Osmanlı’dan söz ediyordunuz öyle ise…”
Fatihcanhan gülümsedi.
“Sultan annemin anlattıklarını ben sana
anlatırım. Dinlemek istiyorsan sessizce oturacaksın.”
“Dinlerim tabi. İzniniz var mı Sultan annem!”
“Otur çocuğum. Gel Şehzadem
gel.”
Rüzgarhan
gençliğinin verdiği rahatlığı ile içeri girdi. Sultan annesinin elini öptü.
Ağabeyine gülümsedi. Sultan annesine belli etmeden bir de göz kırptı. Bir süre
muzipçe baktıktan sonra;
“Sultan
annem ben nasıl şehzade oluyorum. Ağabeyim Şehzade, Şehsuvar abim şehzade…”
Sözünü
tamamlayamadı. Sultan anne yavaş, anlaşılır bir kararlılıkla konuşmaya başladı.
“Osmanlı
Padişah sülalesinin erkek evlatlarına Şehzade denilir.
Bunu
birçok kere sizlere anlatmıştım. Tekrarlamakta fayda var demek ki. Şehzade’nin
aslı; ‘Şah oğlu, Padişah oğlu’ anlamına gelir.”
Rüzgarhan
utanmıştı.
“Sultan
annem biliyorum da bir daha dinlemek istedim.”
Sultan
anne onun yine sözünü tamamlamasını beklemedi. Önceleri Çelebi deniliyormuş. Bunu
da biliyor musunuz?”
Rüzgarhan
şaşırmıştı.
“Çelebimi
o ne demek!”
“Ah
size bu Türkçeyi tam konuşup, tam anlayacaksınız demiyor muyum?”
Torunlarının
gözlerinin içine baktı. Başını önüne eğdi. Sonra tekrar konuşmaya başladı.
“Rüzgarhan
Fransızca diline hâkim olduğundan da daha çok bizim dilimize hâkim
olmalısınız.”
Rüzgarhan
şaşırmıştı.
“Ben
iyi Türkçe konuşurum.”
“İyi
Türkçe saygın Türkçedir. Ağdalı konuşmak bizlerin konumundakilere yakışmaz.”
Rüzgarhan
abisine baktı şaşırdığını belli eden bir göz hareketi yaptı.
Hiçbir
şey anlamadığını ifade etmek istemişti.
Sultan
anne bunu görmüştü. Bir süre sustu sonra devam etti.
“Padişah
kızlarına isminden sonra sultan denilmiş.”
Rüzgarhan
babaannesini memnun etmeyi biliyordu.
“Sultan
annem ama Şehzadeler önemi sultanlardan daha ziyade değil mi?”
“Tabi
şehzadeler önemli…”
Yaşlı
kadın coşmuştu sanki.
“Şehzade
önemlidir. Şehzade doğduğunda sarayda özel merasimler yapılırmış.”
Fatihcanhan
sesini oldukça azaltarak;
“Sultan
doğduğunda?”
Büyük
hanım bu soruyu kısaca geçiştirdi.
“Onda
da yapılırmış. Şehzade’nin doğduğu toplarla halka haber verilirmiş. Memleketin
her tarafına fermanlar gönderilirmiş oralarda da apar topar atılırmış. Şehzade
beş, altı yaşına geldiğinde eğitim hayatı da başlamış olurmuş.”
“Çocukluk
biter yani.”
“Öyle.”
Rüzgarhan
abisine baktı.
“Bizde
öyle altı yaşında okul hayatı başlamıyor mu?”
Büyük
hanım kararlı.
“Sizde
şehzadesiniz bunu unutmayın.”
“Sultan
babaannem şehzade olmayanlarda bu yaşta okula gidiyorlar.”
Sultan
kaşlarını çattı. Bir süre sustu sonra devam etti.
“Şehzade
merasimle okumaya başlarmış. Şehzade sünnetlerine gelince… Büyük şenliklerle
olurmuş haliyle. Fakir fukaraların günlerce karınları doyurulurmuş. Sünnet olan
çocuklar 13 – 14 yaşlarına gelince ayrı bir daire verilirmiş.”
Rüzgarhan
şaşırmıştı.
“Ayrı
bir daire mi?”
“Evet.”
“Ne
güzelmiş.”
“Annesi
ve kız kardeşleri haricinde başka kadınla görüşmesine izin verilmezmiş.”
Rüzgarhan
çok şaşırmıştı.
“O
niye…”
Sultan
babaanne cevap vermeden Rüzgarhan’ın sorusuna devam etti. “Şehzadeler eğitimlerinin yanı sıra at
binmeyi, iyi ok atmayı, avlanmayı bu işin erbaplarından öğrenirlermiş. Ayrıca
Gürz ve silah kullanmayı öğrenmek için mütemadiyen çalışırlarmış. Bunları
babalarının sağlığında yaparlarmış. Babalarını kaybettikten sonra ise kendilerine
tahsis edilen yerde oturmaya başlarlarmış ve ilimle meşgul olurlarmış. Sırası
gelende saltanata geçermiş haliyle…”
Bir
şeyi unuttuğunu belirten bir hareket yaptıktan sonra;
“Bu
arada bir şey daha söylemeliyim. Sanıyorum ki onu söylemedim. Bu şehzadeler delikanlılık
çağına geldiklerinde yanlarına devlet idaresini öğretecek eyalet valiliği
yapmış lala tayin edilmek suretiyle sancaklara gönderilirlermiş.”
Fatihcanhan
bir şeyi merak etmişti.
“Sultan
babaanne bir konu dikkatimi çekti. Şehzadelere harçlık verilmiyordu herhalde o
zamanlarda maaş mı bağlanmıştı. Ya da hiç mi para verilmezdi?”
“Şehzadelerin
hasları vardı?”
“Haslarımı?
Has para galiba!”
“Evet
yavrum. İkinci Beyazıt’ın şehzadelerinin her birinin senelik 1.200.000 akçelik
hasları varmış.”
Rüzgarhan’ın
çok ilgilendiği bir konuydu bu.
“Sultan
babaannem sanıyorum ki Şehzadelerinde yanında çalışanları vardı. Bunların
giderleri şehzadelere mi aitti.”
“Evet
çocuğum. Maiyetlerinde yani Divan-ı Hümayunda vazifeliler vardı tabii… Bunlar
kim derseniz. Hatırladığım kadarı ile bir kere divan heyeti vardır, lalaları
var haliyle, sonra şairleri, kapı halkı, sulak, peyk…”
Rüzgarhan
koltuğun ön tarafına doğru geldi.
“Bir
dakika. Lütfen bir dakika o saydıklarınızın hiç birinin ne iş yaptıklarını
bilmiyorum!”
“Yavrum
biz bunları hiç bu kadar enine boyuna konuşmadık mı?”
“Konuşmadık
herhalde sultanım. Hatırlardım konuşsaydık.”
“Gece
uzun dedik. Öyle ise ben biraz daha derinlere dalayım. Şimdi anlatacağım
yavrularım.”
Sözü
yarım kalmıştı. Kapı vurulduğundan… Sultan anne yine her zamanki vakur hali ile
seslendi.
“Buyurun.”
Kapının
yanında her zaman güzel olan iki şehzadenin anneleri Mihriban Sultan duruyordu.
Her hali ile tam bir asilzadeydi. Oldukça görgülü olan Mihriban sultan
kayınvalidesine karşı her zaman çok nazik ve saygılıydı. Çocuklar annelerinin
sesini babaannelerinin yanında yükseldiğini dahi şimdiye kadar duymamışlardı.
Saray terbiyesi içinde yetiştirilmiş bir sultandı o. Sultan anneye gülümsedi.
Başı ile selam verdikten sonra;
“İzin
var mı?”
“Buyurun
gelin hanım.”
“Çocuklar
uzun kalınca merak ettim. Görüyorum ki iyi bir muhabbetin içine gelmişim. Benim
kalmam mümkün mü yoksa özel bir sohbet mi?”
Sultan
hanım her zamanki asaleti ile konuştu.
“Biz
atalarımızı, Osmanlıyı anıyoruz. İlginizi çekerse buyurun.”
“Memnuniyetle…”
Mihriban
sultan yanlarına yaklaşınca iki genç ayağa kalktılar. Rüzgarhan annesine yerini
verdi. Yan taraftaki koltuğa oturdu.
Sultan
anne anlatmasına kaldığı yerden devam etmeye başladı.
“Osmanlıda
şu anda Ankara hükümetinin bakanlar kurulu gibi olan Divan-ı Hümayun vardı…
Memleketin önemli işlerini gördükleri gibi, müracaat dilekçelerini de kabul
ederlerdi. Bu da bir çeşit yüksek mahkeme sayılırdı. Bunlar Topkapı sarayında
Kubbealtı dairesinde toplanırlardı.”
Sultan
hanım burada sustu. Fatihcanhan’a baktı.
“Sana
sonra Topkapı sarayı ile ilgili bazı şeyleri anlatacağım bana hatırlat olur mu
şehzadem.”
Şehzadem
demesi onun mutlu olduğunu gösteriyordu. Devam etti.
“Tabi
şunu belirtmekte yarar var. Devletin ilk zamanlarında devlet işleri ya doğrudan
doğruya, padişahlar tarafından ya da sadrazamlar tarafından görülürmüş. Bu
kural İstanbul’un alınmasından sonra değişmiş. Devlet işleri çoğalınca bu divan
kurulmuş anlayacağınız.”
Fatihcanhan
meraklıydı.
“Divan-ı
Hümayin’de görevlilerin işleri ya da mevkileri neydi?”
“Tabi
en üstte Sadrazam oluyordu. Sonra Kazaskerler, Defterdarlar, Nişancılar…”
Rüzgarhan
meraklanmıştı.
“Sultan
babaanne biz bunların hiç birinin ne iş yaptığını bilmiyoruz ki.”
Sultan
hanım gelinine baktı.
“Gelin
hanım bu gençler atalarını tanımıyorlar, ne yaptıklarını bilmiyorlar.”
Mihriban
sultan utanmıştı. Başını önüne eğdi.
“Öyle
sultan anne ama birçoğunu bunların bende bilmiyorum.”
“Desene
suç sadece sende değil bizde de varmış.”
“Sadrazam,
yani Vezir-i Azam… Şimdinin başbakanı. Padişahın vekili oluyor muş onun altın
mührünü taşıyormuş.”
Sultan
annenin anlattıklarını dinlerken Mihriban Sultan’ın gözlerinin önüne eşi ile
son olarak buraya geldikleri gün geldi.
Son
zamanlarında bile ne kadar yakışıklı adamdı. Kırlaşmış saçları keçisakalı manalı
bakışları ile her zaman Mihriban sultanı etkilemeyi bilmişti. Üstelik eşini çok
severdi. Eşine Sultanım derdi ama bu alışıla gelen Osmanlı soyunun hanımlarının
bir takısından olduğundan değil de! Ona sultan sıfatını çok yakıştırdığından
oluyordu.
“Sen
benim sultanımsın.”
Dediği
her defasında sesinin titremesine kıyamazdı Mihriban. Eşinin sesi titrerdi
adeta eşine bir şey söylerken. Kendi bile endişe ederdi.
‘Bir
gün bana bir şey olsa!” Olmuştu da!
Onu
o kadar çok sevmiş, o kadar çok özlemişti ki…
İçinin
ne kadar acıdığını, sızladığını hatırladı…
Aynı
şimdi sızladığı gibi…
Yine
kendi ile olduğu zamanlarındaki gibi, daldı…
Topkapı
Şifresi kitabımdan…
Nazan Şara
Şatana
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder