8 Ağustos 2017 Salı

Nazan Şara Şatana’nın
Topkapı Şifresi
Kitabından:



Divanı anlatmıştım ama tekrarlıyorum…

—Devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı kurul. Hatırladınız mı anlatmıştım.
Osmanlının merkez teşkilatının üç büyük temel unsurlarından biri;
—Divan-i Hümayun ve kalemleri. Diğerleri;
—Bab-ı Asafi ve kalemleri.
—Bab-ı Defteri ve kalemleri…

Divan-ı Hümayun’da;
—İmparatorluğa ait siyasi, idari, askeri, örfi, şer’i, adli ve mali işler şikâyet ve davalar…
—Divan, hangi dil ve millete mensup olursa olsun, her sınıf halka, kadın erkek herkese açıkmış.
—Devletin idari, siyasi ve örfi işleri doğrudan doğruya, diğerleri, bir müracaat, bir itiraz veya bir lüzum üzerine tetkik edilirmiş.
—Sadece İstanbul’da değil memleketin her hangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahalli kadılarca haklarında yanlış hüküm verildiğini iddia edenler, vakıf mütevellilerinin haksızlığa uğrayanlar, idari veya askeri amirlerden şikâyeti olanlar Divan-ı Hümayun’a gelirlermiş.”

Muaffak efendinin bir ilkokul çocuğu gibi parmağını kaldırdığını Sultan anne görüyordu ama sözlerini tamamlamadan cevap vermek istemiyordu. Sustu. Biraz bekledi.
“Buyurunuz.”
Muaffak Efendi;
“İzniniz olursa Sultan anne geçen gün okuduğum ve işaretlediğim bir yer var onu alıp geleyim. Zatıâliniz size yardım etmemi buyurmuştunuz. Şimdi anlattığınız konu içinde bir şeyler söylemek istiyorum. İzniniz var mı?”
Sultan anne oldukça sakin;
“Hayhay buyurunuz. Getiriniz.”
Muaffak Efendi hızla odadan çıktı. Sultan anne önce elindeki fincana baktı, sonra Muaffak efendinin gittiği yöne…
Mihriban Sultan kendi ve düşünceleri ile savaştaydı.
“Bu gün bir gariplik var ya Allah hayırlara çıkartsın. Odama gidince Abilay Han’a bir Yasin okuyayım. Nasıl da severdi benim sesimi…
‘Haydi, Sultanım şu udunu alda bir hicazdan girelim. O güzel sesinle birkaç güzel şarkı dinleyelim.”
Mihriban sultan yine gülümsemişti.
“Hey gidi günler hey! Senden sonra elime hiç udumu almadım. Hiç şarkı söylemedim…”
Bir süre düşündü yine!
‘Akdeniz, Riviera ve Nice (Nis) sanki benim ana memleketim. Sanki ben Türkiye’den değilim!’ Şaşırmış gibi yaptı.
“Ben zaten Türkiye’den değilim. Vatansızım ben. Buralıda değilim ama oralıda değilim. Burada doğdum büyüdüm. Ne yazık ki hiçbir zaman Fransız olmadım. Nis’li de olmadım.
Türkiye’de doğmadım hatta oraları görmedim.
Oralı da değilim.”
Derin bir nefes aldı. Düşündükleri huzurunu kaçırmıştı. Başını düşüncelerini kovmak ister gibi iki yana salladı. Kısa bir an kayınvalidesi ile göz göze geldi. Öylece kaldı. O keskin siyah gözlerden bir anda ürkmüştü ama yanıldığını hissetti. Sultan anne ona bakıyordu ama onu görmüyordu. O başka şeylerin derinliklerindeydi. Sadece bakıyordu. Kendinden başka aile fertlerinin hepsine göz atıyordu.
Tuttuğu nefesini bıraktı. Rahatlamıştı. Oturduğu yere biraz daha yerleşti. Çocuklarına baktı. Onlarla her zaman gururlanırdı. İki oğlu ve biricik kızı… Kızını hatırlaması onu gülümsetmişti. Onun o bıcır-bıcır halleri gözünün önüne geldi.
“Kızım Türkçe konuşmakta ne kadar zorlanıyor.”
Kızına hak veriyordu. Onun çevresinde ailesinden başka Türkçe konuşacağı kimse yoktu. Fransız arkadaşları ile açtığı butikte genellikle Fransız müşterilerine hizmet ediyorlardı.
“Senede birkaç kez geliyor yanımıza… Ömrü Paris’te geçiyor.”
Hatırladığı şey onu üzmüştü.
“Kızım kendini bir Fransız gibi görüyor. Buna üzülmelimi?”
Hatırlamıştı. Kızı bir gün;
“Vatansızlık nasıl bir duygu!”
Diye sormuştu. Kızdığını hatırladı.
“Gitmesek de, görmesek de bizim bir vatanımız var” demişti. Çocuk ya da gençlik küstahlıyla asilzade kanının damarlarını terk ettiği bir zamanda annesi ile eğlenmiş şarkı söylemeye başlamıştı.
‘Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür.’
Sonra düşünmüştü.
‘Kim bilir beklide sen haklısın. Ben hep bir hayalle yaşadım.”
Peki, bu Vatansızlık değildi neydi. Sevgili eşi biricik ve tek erkeği Abilay Han görmüş müydü? Ne gezer. Oysa ömrü İstanbul türküleri söylemekle, İstanbul tabloları yapmakla geçmişti.
Hamamizade İsmail Dede efendiyi anlatırdı meşk ettikleri akşamlarda;
‘İsmail dede efendi Muhasebe Kalemi’ndeki görevinden ayrılarak tekkede çileye girmeye karar vermiş. Çilesi sırasında bestelemiş bu Buselik şarkı; Bak sultanım;
‘Zülfündedir benim baht-ı siyahım’ gel şunu bir geç. Ruhu şad olsun.’
‘Hayhay.’ Derdi. Sevinerek gelir, udunu eline alır başlardı okumaya, sevgili eşi de ona iştirak ederdi…”
Muaffak Efendi yerine geçti. Yakın gözlüklerini taktı. Sesinin akordunu bir iki öksürük ve gırtlak temizliği yaptıktan sonra ayarladı.
“Ben bu konu ile ilgili yazılanları başından itibaren okumak istiyorum.”
Heyecanlı olduğu çok belli idi. Dilruba sultanda endişeliydi.

 “Osmanlı devletinden önce ki Türk Devletlerinde;
‘Ülke Hükümdar üyelerinin ortak malı sayılmış.’
Bu hanedan üyeleri arasında devamlı taht kavgasına sebep olmuştur. Devletlerin parçalanmasına neden olmuştur. Osmanlı Padişahları bunu engellemek için merkezi otorite’nin kurulmasına önem vermişlerdir. I.Murat döneminde;
‘Devlet yönetiminin hükümdar ve oğullarına ait olduğu’
Kural haline getirilmiştir. Sonra Fatih Sultan Mehmet döneminde çıkarılan;
—Kanunname-i Ali-i Osman ile devletin bütünlüğünü korumak için; Nizam-ı Âlemi kurmak için padişahlara kardeşlerini öldürme izni verilmiştir.
—Bu kanunname ile Osmanlı İmparatorluğu merkeziyetçi ve mutlakıyetçi bir karakter kazanmıştır.
—Osmanlı devleti 16. Yüzyıl başlarında halifeliğin kendine geçmesinden sonra mutlakıyetçi ve teokratik bir İmparatorluk haline gelmiştir.”

Bir süre daha birçok şeyi okumuşlar, tartışmışlardı. Sonra bir başka yeri okumaya başlamışlardı. Bu gece okuma gecesiydi, bilgi gecesiydi. Aslında garip gecelerden biriydi…

 “III. Mehmet’in ölümünden sonra tahta I. Ahmet geçmiştir. Osmanlı hanedanının devamını sağlamayı düşünen devlet adamları I.Ahmet’in çocuğu olmadan genç yaşta vefat etme olasılığını göz önüne alarak kardeşi Mustafa’nın akıl hastası olduğunu ileri sürmüşler ve saltanat yasasını uygulatmamışlardı.
—I.Ahmet 27 yaşında vefat etmiş ve çocukları küçük yaşta olduğu için devlet adamları yaşı daha elverişli olan Şehzade Mustafa’yı tahta çıkardılar.
—Bu olaydan sonra tahta çıkma kuralı hanedanın en yaşlı ve en akıllı üyesinin Padişah olması yani; Ekber ve Erşed şeklinde uygulanmıştır. Böylece taht kavgaları önlenmiştir.”
Muaffak Efendi bir ara verdi. Sultan annenin dinlediğini görünce devam etti.
“Ancak, Şehzadeler tecrübe kazanmaları için sancaklara gönderilmiyorlardı.
Şehzadeler yönetim tecrübesi kazanmadan tahta çıktılar.
Şehzadeler halkı ve ülkeyi yakından tanıma olanaklarını kaybettiler. Bu gelişmeler sonucunda devlet işlerinde saray kadınları ve ağaları etkili oldu.”

Fatihcanhan söz istedi.
“Sultan babaanne sizin anlattığınız kapı arkası idare bu zamanda başlamış oldu öyleyse.”
Sultan anne başı ile ’evet’ dedikten sonra Muaffak Efendinin okumasını istediğinden ona baktı. Muaffak Efendi çok memnundu okumasını sürdürdü.

 “Yükselme devri’nin Padişahları kadar yönetimle yakından ilgilenmeyen;
17. ve 18. yüzyıllardaki padişahlar devlet işlerini sadrazamlara bırakmışlardı.
Devlet adamları arasında çekişme, rüşvet ve adam kayırma gibi yolsuzluklar artığı için ehil olmayan kişiler önemli makamlara getirilmişti.
—17. Yüzyılın sonlarından itibaren Divan-ı Hümayun’un yönetimdeki önemi azalmış ve Divan toplantıları aksamıştır.
—I.Mahmut ve III. Osman dönemlerinde Divan toplantıları kaldırılarak Devlet işleri Bab-ı Ali adı verilen Sadrazam Divanı’nda görüşülmeye başlanmıştır.
—Bu durum sadrazamların gücünün artığını göstermektedir.
—Padişahlar ve devlet adamları üzerinde etkili olan Kapıkulu askerleri;
Özellikle yeniçeriler Devlet adamlarını yönlendirmişlerdir.
—Disiplinsiz hareket eden, askerlik görevini gereği gibi yerine getirmeyen ve sayıları artan Kapıkulu askerleri yenileşme hareketlerini engellemişlerdir.”

Sultan anne bu son yazılanların okunmasından rahatsız olmuştu.
Sesini yükselterek;
“Osmanlı Padişahları her dönem mutlak olarak her şeye hâkimdiler.”

Topkapı Şifresi kitabımdan…

Nazan Şara Şatana


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder