Nazan Şara
Şatana’nın
Topkapı
Şifresi
Kitabından:
Divanı
anlatmıştım ama tekrarlıyorum…
—Devlet
işlerinin görüşülüp karara bağlandığı kurul. Hatırladınız mı anlatmıştım.
Osmanlının
merkez teşkilatının üç büyük temel unsurlarından biri;
—Divan-i Hümayun
ve kalemleri. Diğerleri;
—Bab-ı Asafi
ve kalemleri.
—Bab-ı Defteri
ve kalemleri…
Divan-ı
Hümayun’da;
—İmparatorluğa
ait siyasi, idari, askeri, örfi, şer’i, adli ve mali işler şikâyet ve davalar…
—Divan, hangi
dil ve millete mensup olursa olsun, her sınıf halka, kadın erkek herkese
açıkmış.
—Devletin
idari, siyasi ve örfi işleri doğrudan doğruya, diğerleri, bir müracaat, bir
itiraz veya bir lüzum üzerine tetkik edilirmiş.
—Sadece
İstanbul’da değil memleketin her hangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm
gören veya mahalli kadılarca haklarında yanlış hüküm verildiğini iddia edenler,
vakıf mütevellilerinin haksızlığa uğrayanlar, idari veya askeri amirlerden
şikâyeti olanlar Divan-ı Hümayun’a gelirlermiş.”
Muaffak
efendinin bir ilkokul çocuğu gibi parmağını kaldırdığını Sultan anne görüyordu
ama sözlerini tamamlamadan cevap vermek istemiyordu. Sustu. Biraz bekledi.
“Buyurunuz.”
Muaffak
Efendi;
“İzniniz
olursa Sultan anne geçen gün okuduğum ve işaretlediğim bir yer var onu alıp
geleyim. Zatıâliniz size yardım etmemi buyurmuştunuz. Şimdi anlattığınız konu
içinde bir şeyler söylemek istiyorum. İzniniz var mı?”
Sultan
anne oldukça sakin;
“Hayhay
buyurunuz. Getiriniz.”
Muaffak
Efendi hızla odadan çıktı. Sultan anne önce elindeki fincana baktı, sonra
Muaffak efendinin gittiği yöne…
Mihriban
Sultan kendi ve düşünceleri ile savaştaydı.
“Bu
gün bir gariplik var ya Allah hayırlara çıkartsın. Odama gidince Abilay Han’a
bir Yasin okuyayım. Nasıl da severdi benim sesimi…
‘Haydi,
Sultanım şu udunu alda bir hicazdan girelim. O güzel sesinle birkaç güzel şarkı
dinleyelim.”
Mihriban
sultan yine gülümsemişti.
“Hey
gidi günler hey! Senden sonra elime hiç udumu almadım. Hiç şarkı söylemedim…”
Bir
süre düşündü yine!
‘Akdeniz,
Riviera ve Nice (Nis) sanki benim ana memleketim. Sanki ben Türkiye’den
değilim!’ Şaşırmış gibi yaptı.
“Ben
zaten Türkiye’den değilim. Vatansızım ben. Buralıda değilim ama oralıda
değilim. Burada doğdum büyüdüm. Ne yazık ki hiçbir zaman Fransız olmadım.
Nis’li de olmadım.
Türkiye’de
doğmadım hatta oraları görmedim.
Oralı
da değilim.”
Derin
bir nefes aldı. Düşündükleri huzurunu kaçırmıştı. Başını düşüncelerini kovmak
ister gibi iki yana salladı. Kısa bir an kayınvalidesi ile göz göze geldi.
Öylece kaldı. O keskin siyah gözlerden bir anda ürkmüştü ama yanıldığını
hissetti. Sultan anne ona bakıyordu ama onu görmüyordu. O başka şeylerin
derinliklerindeydi. Sadece bakıyordu. Kendinden başka aile fertlerinin hepsine
göz atıyordu.
Tuttuğu
nefesini bıraktı. Rahatlamıştı. Oturduğu yere biraz daha yerleşti. Çocuklarına
baktı. Onlarla her zaman gururlanırdı. İki oğlu ve biricik kızı… Kızını
hatırlaması onu gülümsetmişti. Onun o bıcır-bıcır halleri gözünün önüne geldi.
“Kızım
Türkçe konuşmakta ne kadar zorlanıyor.”
Kızına
hak veriyordu. Onun çevresinde ailesinden başka Türkçe konuşacağı kimse yoktu.
Fransız arkadaşları ile açtığı butikte genellikle Fransız müşterilerine hizmet
ediyorlardı.
“Senede
birkaç kez geliyor yanımıza… Ömrü Paris’te geçiyor.”
Hatırladığı
şey onu üzmüştü.
“Kızım
kendini bir Fransız gibi görüyor. Buna üzülmelimi?”
Hatırlamıştı.
Kızı bir gün;
“Vatansızlık
nasıl bir duygu!”
Diye
sormuştu. Kızdığını hatırladı.
“Gitmesek
de, görmesek de bizim bir vatanımız var” demişti. Çocuk ya da gençlik küstahlıyla
asilzade kanının damarlarını terk ettiği bir zamanda annesi ile eğlenmiş şarkı
söylemeye başlamıştı.
‘Gitmesek
de görmesek de o köy bizim köyümüzdür.’
Sonra
düşünmüştü.
‘Kim
bilir beklide sen haklısın. Ben hep bir hayalle yaşadım.”
Peki,
bu Vatansızlık değildi neydi. Sevgili eşi biricik ve tek erkeği Abilay Han
görmüş müydü? Ne gezer. Oysa ömrü İstanbul türküleri söylemekle, İstanbul
tabloları yapmakla geçmişti.
Hamamizade
İsmail Dede efendiyi anlatırdı meşk ettikleri akşamlarda;
‘İsmail
dede efendi Muhasebe Kalemi’ndeki görevinden ayrılarak tekkede çileye girmeye
karar vermiş. Çilesi sırasında bestelemiş bu Buselik şarkı; Bak sultanım;
‘Zülfündedir
benim baht-ı siyahım’ gel şunu bir geç. Ruhu şad olsun.’
‘Hayhay.’
Derdi. Sevinerek gelir, udunu eline alır başlardı okumaya, sevgili eşi de ona
iştirak ederdi…”
Muaffak
Efendi yerine geçti. Yakın gözlüklerini taktı. Sesinin akordunu bir iki öksürük
ve gırtlak temizliği yaptıktan sonra ayarladı.
“Ben
bu konu ile ilgili yazılanları başından itibaren okumak istiyorum.”
Heyecanlı
olduğu çok belli idi. Dilruba sultanda endişeliydi.
“Osmanlı devletinden önce ki Türk
Devletlerinde;
‘Ülke Hükümdar
üyelerinin ortak malı sayılmış.’
Bu hanedan
üyeleri arasında devamlı taht kavgasına sebep olmuştur. Devletlerin
parçalanmasına neden olmuştur. Osmanlı Padişahları bunu engellemek için merkezi
otorite’nin kurulmasına önem vermişlerdir. I.Murat döneminde;
‘Devlet
yönetiminin hükümdar ve oğullarına ait olduğu’
Kural haline
getirilmiştir. Sonra Fatih Sultan Mehmet döneminde çıkarılan;
—Kanunname-i
Ali-i Osman ile devletin bütünlüğünü korumak için; Nizam-ı Âlemi kurmak için
padişahlara kardeşlerini öldürme izni verilmiştir.
—Bu kanunname
ile Osmanlı İmparatorluğu merkeziyetçi ve mutlakıyetçi bir karakter kazanmıştır.
—Osmanlı
devleti 16. Yüzyıl başlarında halifeliğin kendine geçmesinden sonra
mutlakıyetçi ve teokratik bir İmparatorluk haline gelmiştir.”
Bir
süre daha birçok şeyi okumuşlar, tartışmışlardı. Sonra bir başka yeri okumaya
başlamışlardı. Bu gece okuma gecesiydi, bilgi gecesiydi. Aslında garip
gecelerden biriydi…
“III. Mehmet’in ölümünden sonra tahta I. Ahmet
geçmiştir. Osmanlı hanedanının devamını sağlamayı düşünen devlet adamları
I.Ahmet’in çocuğu olmadan genç yaşta vefat etme olasılığını göz önüne alarak
kardeşi Mustafa’nın akıl hastası olduğunu ileri sürmüşler ve saltanat yasasını
uygulatmamışlardı.
—I.Ahmet 27
yaşında vefat etmiş ve çocukları küçük yaşta olduğu için devlet adamları yaşı
daha elverişli olan Şehzade Mustafa’yı tahta çıkardılar.
—Bu olaydan
sonra tahta çıkma kuralı hanedanın en yaşlı ve en akıllı üyesinin Padişah
olması yani; Ekber ve Erşed şeklinde uygulanmıştır. Böylece taht kavgaları
önlenmiştir.”
Muaffak Efendi
bir ara verdi. Sultan annenin dinlediğini görünce devam etti.
“Ancak,
Şehzadeler tecrübe kazanmaları için sancaklara gönderilmiyorlardı.
Şehzadeler
yönetim tecrübesi kazanmadan tahta çıktılar.
Şehzadeler
halkı ve ülkeyi yakından tanıma olanaklarını kaybettiler. Bu gelişmeler
sonucunda devlet işlerinde saray kadınları ve ağaları etkili oldu.”
Fatihcanhan
söz istedi.
“Sultan
babaanne sizin anlattığınız kapı arkası idare bu zamanda başlamış oldu
öyleyse.”
Sultan
anne başı ile ’evet’ dedikten sonra Muaffak Efendinin okumasını istediğinden
ona baktı. Muaffak Efendi çok memnundu okumasını sürdürdü.
“Yükselme devri’nin Padişahları kadar
yönetimle yakından ilgilenmeyen;
17. ve 18.
yüzyıllardaki padişahlar devlet işlerini sadrazamlara bırakmışlardı.
Devlet
adamları arasında çekişme, rüşvet ve adam kayırma gibi yolsuzluklar artığı için
ehil olmayan kişiler önemli makamlara getirilmişti.
—17. Yüzyılın
sonlarından itibaren Divan-ı Hümayun’un yönetimdeki önemi azalmış ve Divan
toplantıları aksamıştır.
—I.Mahmut ve
III. Osman dönemlerinde Divan toplantıları kaldırılarak Devlet işleri Bab-ı Ali
adı verilen Sadrazam Divanı’nda görüşülmeye başlanmıştır.
—Bu durum
sadrazamların gücünün artığını göstermektedir.
—Padişahlar ve
devlet adamları üzerinde etkili olan Kapıkulu askerleri;
Özellikle
yeniçeriler Devlet adamlarını yönlendirmişlerdir.
—Disiplinsiz
hareket eden, askerlik görevini gereği gibi yerine getirmeyen ve sayıları artan
Kapıkulu askerleri yenileşme hareketlerini engellemişlerdir.”
Sultan
anne bu son yazılanların okunmasından rahatsız olmuştu.
Sesini
yükselterek;
“Osmanlı
Padişahları her dönem mutlak olarak her şeye hâkimdiler.”
Topkapı
Şifresi kitabımdan…
Nazan Şara
Şatana
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder