27 Ağustos 2017 Pazar



ESİR TÜRK KIZLARI – OSMANLI PERİSİ
nazanss.blogspot.com




Esir Türk Kızları kitabımdan bir bölüm;
Gecenin zalimliği bir tek evle sınırlanmıyordu o karanlık iblis gecede. Bu gece karanlıklar prensi emirlerini saymış, hemen gideceksiniz, insanların canını acıtacaksınız. Onları birbirinden ayıracaksınız ama dikkat edin canları yananlar iyi insanlar olsunlar, canları yananlar kötülerle uğraşanlar olsunlar. Sebebi, ben kötülüklerin prensiyim. Ben karayım, ben siyahım. Bakın şurada garip bir evden küçük köy evinden çok iyi tütmeyen bacanın altından sarı köhne bir ışık titreyerek etrafa cansız ışığını yansıtmak istiyor. Onlarda neler var ve biz onlara ne acılar verebiliriz.

Mum ışığı ile aydınlanan küçük bir oda, derme çatma sedir ile kerevit arası iki yatak birinde bir kadınla erkek yatıyor ‘la’ oturuyor arası boş gözlerle titrek mumun ışığının aydınlattığı tavana bakarak öylece etrafı dinlemeye çalışıyorlardı. Yan taraftaki yine neye benzediği belki de mum ışığının iyi aydınlatmadığı şilte misali yatakta yatan iki çocuk ise derin uykudaydı.

Akça – pakça misali otuzlu yaşlarına yaklaşmış, etli dudaklarının hemen altında çenesinin biraz üstünde büyük bir beni olan bir Türk kadını… Ona ailesi de eşi de benli Adniye derlerdi. O zamanlarda benli demek birine iltifat demekti. Benli olmak makbuldü. Adniye güzel kadındı. İbrahim’i evlendiği gece tanımıştı ama sevmişti. Kocası da Allah var onu hiç üzmemiş, ezmemiş başkalarının adamları gibi ona kötü muamele yapmamıştı. İbrahim yapamazdı zaten o yufka yürekli, iyi kalpli biriydi. Allah onlara nur topu gibi iki de evlat vermişti. Gül gibi geçinip gidiyorlarken, İbrahim bir gün sevinçle gelmişti.

“Bak Adniye artık aç susuz olmayacağız. İnanmayacaksın ama sana da iş buldum bana da.”
“Bana da mı hangi konakta iş buldun?”
Genç kadın ne çok sevinmişti. Bilmiyordu oysa başına gelecekleri. Ne konağı uzun gurbetlerde iş bulmuştu. İkisi de işçi olarak gideceklerdi. Savaştı gidecekleri yer! Adniye hiç anlamamıştı.
“Ben kadın başıma nasıl savaşa gideceğim.”
“Gideceksin bize ne savaştan biz beylere, paşalara hizmet edeceğiz. Sen zaten kimseyi görmeyeceksin. Bir yer verecekler ben çamaşır getireceğim sen yıkayacaksın, paklayacaksın ben götüreceğim. Ha belki gerektiğinde yemekte yaparsın. İyi de para geçecek elimize.”
Böyle demişti eri. Şimdi hallerine bak. Düşman kapıda Adniye ne yapacağını bilmez kocasına bir umuttur diye yalvarır halde…
“İbrahim siz gidin, bak askerler gelmek üzere, artık sesleri çok yakından geliyor. Duymuyor musun? Allah Billâh aşkına haydi…”
İbrahim Adniye’nin başını okşadı…
“Olmaz, sen delirdin mi kadın? Ben seni bu kâfirlerin eline bırakır mıyım? Sakat olsam da, ölmedim. Ben Osmanlı’yım unuttun galiba.”
“Unutmasına unutmadım da kâfirin önünde duramazsın. Onlar zalim olur. Gel beni dinle…”

Adniye kocasının ellerini tuttu. Bütün vücudu gibi elleri de titriyordu. Sesi o kadar titreyerek çıkıyordu ki kendi bile zor anlıyordu. Çok çaresizdi. Yalvaran gözlerle bakıyordu. Güzel gözlerinden yaşlar yanaklarına süzülüyordu.

“Bak İbrahim, kulağımıza kadar geldi sakat olanları almıyorlar, vuruyorlarmış. Burada kalırsan başımıza daha kötü şeyler gelir. Çocuklarımızı düşün Allah Billâh aşkına.”

İbrahim kararlıydı. Ağırına gidiyordu. Sakattı ama o namuslu bir adamdı. Yürekli biriydi. Nasıl yapacaktı!  Başını iki yana salladı.

Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder