27 Ağustos 2017 Pazar




ÜSTÜN İNSAN FELSEFESİ

MUCİZELER
İNSANLIĞIN DAR ZAMANLARINDA   KURTARICALAR GELMEMİŞ MİDİR?

TOPKAPI ŞİFRESİ KİTABIMDAN
Bir bölüm

nazanss.blogspot.com




Bunlardan biri de ‘üstün insan’ felsefesiydi. Tabi inanıyordu.
Bazılarının diğerlerinden farklı olduğuna… Bu mutlaktı.
Bazılarının ön görülerinin yoğun olduğuna ve ön görüleri yoğun olanların farklı olduklarına! Kendi soyundan yola çıkmalıydı. Bir anda bir şey gelmişti aklına. Araştırmalarından, anlatılanlardan edindiği bir bilgi onun tüylerini diken – diken ediyordu.
Hazreti İsa’nın farklı olduğunu bilmiyor muydu, biliyordu.

Kim doğar doğmaz konuşmuştu.
Kim ana rahmine bir nedensiz, bir erkeksiz düşmüştü.
Kim bu kadar mucizeleri yapabilirdi.
Kim Hz. Muhammed’in geleceğini müjdelemişti.

Peygamber efendimizin mucizelerini anlatmak olağan dışı şeyler değildi.
Onlar oldukça mantıklıydı.
Öyle diyorlardı.
Peki, bu kadar mantıklı olanların içinde; Okuma yazması olmayanın kitap yazdığı nereden görülmüştü. Ona oku diyenler neyi okutmuşlardı. Peygamber efendimizin, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alacağını söylemesi, Hacı Bayram Veli’nin, Fatih Sultan Mehmet’in bebekken ağladığını duyduğunda;
 ‘Ağlatmayın bu çocuk ileride İstanbul’u alacak’ demesi. Fatih Sultan Mehmet’in Rumeli Hisarını yaptırdığında, Muhammet yazması ve kendine İstanbul’u alacak diyen Peygamber efendimizin ismini nakış işler gibi işlettiği bunlar normal şeyler miydi?
Bunlar mucizeler değimliydi.
Bunlar üstün insanlar değiller miydi?
Tabii ki Hazreti Muhammet farklıydı.
Tabii ki o üstün insandı.
Hazreti İsa üstün insandı.
Bunlar peşin – peşin kabul ettiklerimiz.
Bir Fatih Sultan Mehmet,
Bir Mustafa Kemal Atatürk…

Ne zaman darda kalınsa, ne zaman batağa saptansa bir üstün insan gelmiyor muydu? Tarih hep böyle değimliydi? Bunun örnekleri saymakla bitmeyecek kadar çok değil miydi?
Musa geldiğinde on emirle; Halk delirmiş vaziyetteydi. Sapkınlar had safhaya ulaşmıştı.
Peygamber efendimiz geldiğinde Arap âlemi çıldırmıştı.
 “Batışlarda daima bir kurtarıcı gelmemiş miydi? Mucizeler her zaman olmamış mıydı? Olmuştu. Mesela Osmanlı İmparatorluğunu düşündüğüm zaman aklım karışıyor. Resmen duruyor. Nasıl olabilir diyorum. Düşünüyorum.”
Bir süre öylece kitaplara baktı. Sonra;
 “Bu gece araştırmalarıma fırsat verecektim. Her zaman dediğim gibi, bilgi anlamında yeni edinimlerle kendimi şımartacağım. Osmanlı’nın ilkine gitmeliyim. Ben aslında oraları okumalıyım.”
Karar vermişti araştıracaktı. Öylede yaptı. Bütün kitapların önce kapaklarını okudu, sonra istediklerini bulacaklarını ayırdı Onların arka kapak yazılarını okudu, bir kısmının da önsözlerini… Onların içinden de bazılarını ayırdı. Artık okuma zamanıydı. Hazırdı. Kısa bir arayıştan sonra sorularının cevabını bulmuştu okumaya başladı.

Osmanlı hanedanı, Oğuzların Kayı boyuna mensuptu.
Bu boy, Avşar, Beydili ve Yiva gibi hükümdar çıkaran boylardandı.
Bir uç beyliği olarak tarih sahnesine çıkısından itibaren bünyesinin gerektirdiği dini, sosyal ve ekonomik değişiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı Beyliği, kısa bir müddet içerisinde köklü bir devlet haline geldi.
Döneminin şartlarına göre çok kısa denilebilecek zamanda, tarihin akışını değiştirecek kadar büyüyen bu devletin gelişmesini, basit ve bazı tesadüflerle izah etmeye çalışmak mümkün değildir.

Gerçekten, çok geniş topraklar üzerinde hâkimiyetini tesis eden Osmanlı Devleti, çeşitli din, dil, irk, örf ve âdetlere sahip toplulukları asırlarca âdil bir şekilde idare etmişti.
Ulaşım teknolojisi bakımından günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkânsızlıklar içinde bulunan o asırların dünyasında, bunca farklı yapıdaki toplulukları cebir ve tazyik kullanmadan idare etmek basit bir hâkimiyet anlayışının sonucu olmasa gerekir.
Onun işaret ettiği bu on bir maddenin birçoğunda diğer Anadolu beylikleri de ortaktı. Osmanlıların din, irk ve coğrafi ortam bakımından Anadolu beyliklerinden pek farkı yoktu.
Hal böyle olunca Osmanlı başarısının sebeplerini başka sahalarda da aramak gerekir.
Öyle anlaşılıyor ki Osmanlılar, diğer beyliklerin sahip olmadıkları veya yapamadıkları bazı şeyleri başarmışlardı.
Kuruluş dönemindeki hükümdarların tamamı, İslâm dinine ve bu dinin prensiplerine bağlı olan kimselerdi.
Onlar, hukukî ve şer’i meseleleri bütünüyle kadılara havale etmişlerdi.
Bu mevzuda kendilerini halktan ayrı görmezlerdi.
Dolayısıyla halktan herhangi birine yapılan muamele, kendileri için de geçerli idi. Keza onlar, hukuk adamlarına baskı yapmadıkları gibi, tamamen İslâm hukukunun ruhuna uygun olarak verilen kararlarına da müdahalede bulunmazlardı.
Bu da ülke içinde sağlam bir adlî mekanizmanın çalışmasına ve adaletin gerçekleşmesine sebep oluyordu.

İste bu adalet anlayışı sayesindedir ki, devletleri büyüyüp gelişti.
Osmanlılar, kuruluşlarından itibaren Anadolu Selçuklu Devleti'ne bağlı kaldılar.
Bu bağlılık, adi geçen devletin varlığına son verildiği ana kadar devam etti.
Onların bu bağlılık ve vefalarından dolayı Allah, kendilerini mükâfatlandırdı.
Zaman - zaman ortaya çıkan isyan ve bas kaldırmalarda hep onlara yardımcı oldu
Selçuklu Devleti'nin ortadan kalkması ve Bizans’ın içinde bulunduğu sıkıntılı durumlar yüzünden çevresinde kuvvetli bir devletin bulunmaması,
Osmanlılar, İslâm dünyasının hudut boylarında kurulmuşlardı
Cihat ve ilay-i kelimetullah için devamlı harp edip ganimet elde ettiklerinden san ve şöhretleri de artıyordu.

Onların bu durumunu öğrenen ve başka ülkeler ile topraklarda yasayan Müslümanlar, gelip kendilerine iltihak ediyorlardı.
Bu da onların kuvvetlenmesine sebep oluyordu.
Osmanlı hükümdarları, ilim adamı ile fazilet ehli kimselere karsı son derece hürmetkâr davranıp onları gözetiyorlardı.
Devlet için hizmet edip yardımcı olanlara timar arazisi vermek suretiyle onları devlete ortak ediyorlardı.
Ayrıca topraklarını genişletip Müslüman nüfusunu artırmak için büyük bir gayret sarf ediyorlardı.

Çıkardıkları kanunlara da sıkı sıkıya bağlı kalıyorlardı.
Osmanlı Devleti'nin kısa bir zamanda büyüyerek müesseselerinin kemal mertebesine ulaşmasına ve emsallerine göre daha uzun ömürlü olmasına sebep olan amiller, onların bu anlayış ve davranışlarıdır.

Selçuklu-Bizans hudutların da teşekkül eden bir uç beyliğinin, yeni bir din ve kültürün taşıyıcısı olarak eski Bizans İmparatorluğu’nun enkazı üzerinde kurulan bu yeni devlete bir Türk ve İslâm damgası vurması hadisesi, çağdaş tarihçiler arasında henüz tam anlamıyla izah edilemeyen bir mesele olarak münakasa edilmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki bu münakasa daha uzun süre devam edeceğe benzemektedir.
Nitekim Leopold Von Ranke gibi bazı kimseler de bu gelişmeyi padişah şahsiyetlerine, askerî sisteme ve toprak uygulaması gibi maddî manevî bazı unsurlara bağlarlar.

Tarihin uzak dönemlerinden itibaren kurulmuş bulunan bütün Türk devletlerindeki töreye göre, Osmanlılarda da ülke, ailenin müşterek mali olarak kabul ediliyordu.
Osmanlılarda saltanatın intikalinde yerleşmiş bazı merasimler önemli yer tutmaktadır.
Bunların başında bey'at, cülûs ve kılıç kuşanma merasimleri gelmektedir.
Saltanatın intikali, başlangıçtan 1617 tarihine kadar ilk on dört padişahta ‘amûd-i nesebi’ denilen babadan oğul’a geçmek suretiyle olmuştur.
Eski Türklerdeki devletin, hanedanın ortak mülkü olma telakkisi Osmanlılarda özellikle Fatih döneminde değişik bir anlayışa bürünmüştür.
Kanunnamenin meşhur olan maddesi ile saltanatın babadan oğul’a intikalinde kolaylık sağlanmıştır.

1617’de I. Ahmet'in ölümü üzerine "ekberiyet" usulü benimsenmiş.
Daha sonraki dönemde bir iki istisna dışında ‘ekberiyet ve ersediyet’ usulüne göre hanedanın en yaşlı erkek üyesi padişah olmuştur.
Hükümdarlık ailesinin reisi olan ve "Ulu Bey" adini taşıyan kişi, ayni zamanda devletin de reisi olurdu.

Osmanlı Beyliği’nin ilk zamanlarında da görülen bu âdet, I. Murad zamanından itibaren sadece hükümdarın çocukları için geçerli hale gelmişti.
Buna göre belirtilen dönemden itibaren saltanat, hükümdar olan kimsenin çocuklarının hakki olarak telakki edilmeye başlandı.
Bununla beraber bir veliaht tayini söz konusu değildir.
Devlet adamları ve askerlerce sevilip takdir edilen şehzade, ölen babasının yerine hükümdar ilan olunurdu.

Osmanlı padişahları cülûslan münasebetiyle çıkardıkları fermanda Allah’ın lütfü ile “bi’l-irs ve’l-istihkak” saltanatın kendilerine müyesser olduğunu ifade ederler.
Öyle anlaşılıyor ki ilk dönemlerde devletin kuruluş hamurunda mayası bulunan ahi teşkilatının da bu seçimde büyük bir payı bulunmaktadır.
Çok nadir de olsa, zaman - zaman padişahların, yerlerine geçecek şehzadeyi devlet ileri gelenlerine vasiyet ettikleri görülmektedir.
Mesela Çelebi Mehmed, Bizanslıların yanında bulunan kardeşi Mustafa Çelebi'nin tekrar hükümdarlık iddiasıyla ortaya çıkma ihtimalini göz önüne alarak hayatından ümidini kestiği sırada yanındaki vezir ve beylerine oğlu Murat’ın hükümdar yapılmasını ve o yetişinceye kadar ölümünün gizli tutulmasını vasiyet etmişti.
Böylece Çelebi Mehmed, kardeş kavgasının sebep olacağı politik ve ekonomik huzursuzluklar için tedbir almış oluyordu.

Biraz önce temas edildiği gibi, Osmanlılarda hükümdarın çocuklarından kimin padişah olacağına dair kesin bir saltanat kanunu yoktu.
Hükümdarlar, bir isyan hareketinin önüne geçmek için kardeşlerini öldürürlerdi.
Kardeş katli, Yıldırım Bayezid zamanından beri tatbik edilmekle beraber Fatih kanunnamesiyle yazılı hale getirilmiştir.

Bu kanunnamede ‘Ve her kim esneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşlarını nizam-i âlem için katl etmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir. Anınla amil olalar’ denilerek memleketin selameti için kardeşlerin katline bir nevi izin verilmiştir.

Töreye göre Osmanlı padişahî, memleketin sahibi sayılırdı.
Bu sebeple tebaasının malı ve canı üzerinde tasarruf hakkı vardı.
Vasıtalı, vasıtasız bunu kullanırdı.
Her türlü kuvvet padişahîn elindeydi.
Fakat o bunu keyfî olarak değil, kanun, nizam ve ananenelere dayanarak muamelatın icaplarına göre yürütürdü.
Fatih Kanunnamesinde, padişahîn yetkilerini nasıl kullandığına işaretle söyle denilmektedir:
 “Ve tuğrayı şerifim ile ahkâm buyrulmak üç canibe mufazzdır. Umur-i âleme müteallik ahkâm vezir-i azam buyruldusu ile yazıla ve malıma müteallik olan ahkâmı defterdarlarım buyruldusu ile yazalar. Ve ser'-i serîf üzre deavi hükmünü kadiaskerlerim buyruldusu ile yazalar.”

Bu tür ifadelerden anlaşıldığına göre bütün dünyevî ve dinî idare padişah adına yapılmaktadır. Buna dayanılarak padişahîn, dünyevî yetkilerinin idaresinde sadrazamları, dinî yetkilerinin idaresinde ise önceleri kadiaskerlerim, daha sonra da şeyhülislâmları vekil tayin ettiği söylenebilir. Nitekim bu iki makama yapılacak tayin ve azillerde padişahîn mutlak salâhiyet sahibi olduğu bilinmektedir. Bundan başka divan toplantılarında alınan her türlü kararın ‘arz’ yolu ile onun tasdikine sunulması da padişahın nihaî karar mercii olduğunu teyit etmektedir.
İslâm hukukuna göre devletin basında bulunan hükümdarın, hakkında nass bulunmayan mevzularda tebaasının maslahatını gözeterek çıkardığı kanunlarına uymak dinin emridir.

İslâm hukukuna göre hükümdar her istediğini yapan ve her türlü arzusuna uyulması gereken bir kişi değildir. O da ser’i hukukun gerektirdiği emirlere uymak zorundadır.
Aksi takdirde Hz. Peygamber'in ‘Allah’ın emirlerine uymayana itaat yoktur’ Hadis-i Şerifi ile Hz. Ebu Bekir'in halife seçildiği zaman yaptığı ilk konuşmasında dediği gibi emirlerine itaat mecburiyeti kalkar.
Müslüman bir topluma istinat eden bünyesi ile Osmanlı devlet adamları, bundan başka türlü hareket de edemezlerdi. Bu devletin geleneğinde hâkim bulunan anlayışa göre;
‘Devlette din asil, devlet ise onun bir fer'idir" Kanun, hüküm, ferman ve uygulamada dinî anlayışın dışına çıkmamak için Osmanlılar, kuruluşlarından itibaren İslâm fıkhına (hukuk) yakından asana olan ulemaya devlet idaresinde yer veriyorlardı. Nitekim Orhan Gazi'nin vezirlerinden Sinan Pasa ile Çandarlı Halil ulemadandı.
Esasen, XIV. asır Türk dünyasını gezip onlar hakkında canlı levhalar gibi sağlam bilgiler veren İbn Batuta'nin müşahede ettiği gibi, Anadolu Türkmen beyliklerinin hemen hepsinde fakihler, beylerin yanında en şerefli mevkide yer almakta idiler.
Bernard Lewis'in dediği gibi; ‘Kurulusundan düşüşüne kadar Osmanlı Devleti, İslâm gücünün ve inananın ilerlemesine veya savunmasına adanmış bir devlet idi.
Osmanlılar, altı yüzyıl, ilk önce esas itibarıyla başarılı olarak, Avrupa’nın geniş bir kısmında İslâm egemenliği kurma çabasıyla, daha sonra da Bati'nin amansız karsı saldırısını durdurmak ya da geciktirmek için uzun süreli hareketleriyle hemen - hemen devamlı olarak Hıristiyan Bati ile savaş halinde idiler.

Yüzyıllar boyu süren bu mücadele, Türk İslâmlığının ta köklerindeki kaynakları ile Türk toplumunun ve kurumlarının bütün yapısını etkilenemezlik edemezdi.
Osmanlı hükümdarının halkı, her şeyden önce kendini Müslüman sayardı.
Daha önce gördüğümüz gibi Osmanlı ve Türk, nispeten yeni kullanılan deyimlerdir.
Osmanlı Türkleri, kendilerini İslâm ile özdeş görmüşlerdir. Diğer herhangi bir İslâm ulusundan çok daha büyük ölçüde hüviyetlerini İslâmiyet içinde eritmişlerdi.
Türk kelimesi, Türkiye'de hemen - hemen kullanılmaz iken, Batı’da Müslüman’ın eş anlamı haline gelmesi ve Müslüman olmuş bir Batılıya, olay Isfahan veya Fas'ta olsa bile ‘Türk olmuş’ denmesi ilginçtir.

Osmanlı padişahlarının, kanun ve nizamlara göre hareket etme mecburiyetini hissetmeleri, onların keyfî bir şekilde hareket etmelerine mani oluyordu.
Öyle ki, bazen devlet güvenliği için tehlike teşkil edenlerin durumu bile hükümdarların fevrî hareketlerine terk edilmiyordu.

Nitekim II. Murad dönemi olaylarından bahs edilirken görüldüğü gibi Haçlılarla birlik olup Osmanlı vatandaşı olan Müslümanları arkadan vurup öldürmekten çekinmeyen Karamanoğlu İbrahim Bey'in bu tecavüzünü, İslâm’la bağdaştıramayan hükümdar, döneminin Ehl-i Sünnet âlimlerine müracaatla Karamanoğlu’nu yola getirmek üzere onlardan fetva istemişti.

İbn Hacer el-Askalanî, Saadeddin Deyrî, Abdu's-Selâm el-Bağdadî, Bedreddin
Tenesî ve Bedreddin el-Bağdadî gibi dört mezhep otoritesi, onun, Karamanoğlu ile mücadele etmesi için fetva vermişlerdi.

Sultan Murad, bu fetvalara dayanarak Karamanoğlu üzerine yürümüştü.
Keza Çelebi Sultan Mehmed döneminde etrafına topladığı bazı çapulcularla birlikte isyan başlatarak halk ve devlet için büyük bir tehlike haline gelen Şeyh Bedreddin Mahmut, yakalandığı zaman hemen öldürülmedi.

Hareketinin İslâm’a uygunluk derecesinin araştırılması ve cezanın, âlimler tarafından kurulacak bir heyet tarafından takdir edilmesini bizzat padişah istemişti.
Padişahlar, her zaman bir kurulun danışma niteliğindeki kararlarını almazlarsa bile hiç olmazsa en az şeyhülislâm veya müftüden fetva aldıktan sonra hüküm verirlerdi.
Onların bu emir ve iradeleri, hatt-i hümayun, biti, ferman, berat, irade, ahitname ve emannâme gibi belgelerle ifade edilirdi.

Bunlardan hatt-i hümayunun bizzat Padişahîn kendi el yazısı olduğu, diğerlerinin onun adına Divan-i Hümayundan çıktığı bilinmektedir.
Osmanlılarda, devlet islerinde kesin bir karar verilmeden önce, isler, Divan'da görüşülürdü.
Bu görüşmelerden sonra son karar hükümdarın olurdu.
Hükümdarın herhangi bir mesele hakkında verdiği karar ve kesin olarak beyan ettiği fikir, kanundu.

Bununla beraber padişah, devlet isleri ile ilgili meselelerde ser’i ve hukukî konularda gerekli gördüğü kimselerle görüşüp onların fikirlerini alırdı.
Bu durumdan anlaşılacağı üzere zahiren geniş ve hudutsuz salâhiyeti olduğu görülen padişah, gerçekte bir takim kanunlarla bağlıydı.
Bu da bir devletin devam ve bekası için şarttı.

Osmanlı hükümdarlarının ilk ve en kudretli zamanlarında bile divan kararlarına tamamen riayet ettikleri ve alınan kararların dışına çıkmadıkları görülmektedir.
Osmanlı padişahları, XVI. yüzyıl sonlarına kadar şehzadeliklerinde hizmet ve muharebelerde ordunun kollarında komutanlık yaparak memleket idaresinde ve muharebe usullerinde tecrübe kazanıyorlardı.
Hükümdar oldukları zaman bu bilgi ve tecrübe birikiminden istifade ediyorlardı.
Osmanlı hükümdarları, ordularının başkomutanı idiler.
Büyük ve önemli savaşlara bizzat kendileri iştirak edip komutanlık yapıyorlardı.
Küçük savaşlara ise salahiyetli bir komutan tayin ediyorlardı.
Fatih Sultan Mehmed döneminin ortalarına kadar Osmanlı padişahları, Divan-i Hümayuna başkanlık ederlerdi.

Divan’da halkı ve devleti ilgilendiren isleri görüp gereken hükümleri verirlerdi.
Hastalık veya başka bir sebepten dolayı padişahîn iştirak etmemesi halinde onun yerine vezir-i azam başkanlık ederdi.
Solakzâde’nin bir ifadesine dayanılarak Fatih’in, Divan başkanlığını terk edişi söyle bir hadiseye bağlanır.

Bir gün Fatih’in başkanlığında Divan toplantısı yapıldığı sırada isini takip etmek üzere payitahta gelmiş olan bir Türk köylüsü, Divan çavuşlarının ellerinden kurtularak toplantı yerine girer;
‘Devletlû Hünkâr kankinizdir, şikâyetim var’ demiş.
Bir suikast tehlikesini de beraberinde getiren bu hareket, padişahîn canini sıkmış. Vezir-i Azam Gedik Ahmet Paşa’nın tavsiyesiyle hükümdarın Divan müzakerelerini bir perde arkasından dinlemesi ve vezaret mührünün yani mühr-i hümayunun vezir-i azama verilmesi sistemi kabul edilmişti. Bundan sonra adi geçen vezir-i azamin teklifi üzerine padişahlar için toplantı mahallinin arkasında biraz yüksekçe ve önü kafesli bir yer yapılmıştı.

Bundan sonra padişahlar, divan müzakerelerini oradan dinleyip takip etmeye başlamışlardı.
Bu hadiseden sonra Fatih Sultan Mehmed, divan müzakerelerine başkanlık etmeyip bir perde veya kafes arkasından dinlerdi. Meşhur kanunnamesinde de ‘Cenab-i şerifim pes-i perdede oturup’ demek suretiyle bunu bir kanun hükmü haline getirmişti. Görüldüğü gibi II. Murad da dâhil olmak üzere Osmanlı hükümdarları devamlı olarak halkla temasta bulunuyor, bizzat davaları dinleyip devlet islerini görüyorlardı.  Öyle anlaşılıyor ki, Osmanlıların ilk dönemlerinden itibaren hükümdarlar, halk ile temas ediyor, her fırsatta halka yardımcı olmaya çalışıyorlardı.  Bunu bilen halk, şikâyet, talep ve arzularını çeşitli vesilelerle hükümdarlara ulaştırıyordu. Bu anlayış, kökleri mazide olan eski bir an’a nenin yerleşmesine sebep oluyordu.

Bu an’a nelerden biri, Hz. Peygamber'den beri devam ede gelmekte idi.
Buna göre Medine şehir devletinde, oldukça sade bir yapı içerisinde halk, külfetsizce Hz. Peygamber ile görüşüyordu. Şüphesiz ki bu davranış, daha sonraki Müslüman hükümdarlar için ideal bir örnek teşkil ediyordu. Hulafa-i Rasidîn döneminde gelişen fetihlerle büyüyen idarî yapıda, çok farklı inanç ve düşüncede olan kimselerin mevcut olması, bazı suikast ve cinayet ihtimallerini de akla getiriyordu. Bu yüzden halifelerin halk ile temaslarında bazı tedbirlerin alınması ihtiyacı doğdu. Halk ile Osmanlı hükümdarları arasındaki münasebeti sağlayan çeşitli vesileler vardı. Cuma ve bayram namazları, ava çıkma, İstanbul’un içi ve çevresindeki mesire yerlerine, saray ve kasırlara yapılan ziyaretler, halka hükümdara ulaşma imkânı veren fırsatlardı. Osmanlı hükümdarları, daha Osman Bey'den itibaren meşru mazeretlerinin dışında cuma namazını sarayın dışında ve halka açık bir camide kılmaya büyük bir itina gösteriyorlardı. Bu durum, vekayinâme, hatırat ve seyahatnamelerden açıkça anlaşılmaktadır.

Cuma selamlığı sırasında üzerinde durulması gereken en önemli husus, halkın dilek ve bilhassa şikâyetlerini bizzat hükümdara ulaştırmış olmasıdır. Osmanlı tarihi boyunca bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. Aslında Osmanlı Devleti'nde tebaanın padişaha ulaşması yerleşmiş bir gelenekti. Padişahların zaman - zaman kıyafet değiştirerek halk arasında dolaşıp kamuoyunu yoklamaları (tebdil gezmeleri), günlük hayatları, yemekleri, İstanbul ve civarında çeşitli gezintiler' saltanat kurumu açısından önemli hususlardır. Gerek günümüzde gerekse tarihteki devletlerde olduğu gibi Osmanlılarda da hükümdarın hâkimiyet (egemenliğini)'ini temsil eden ve adına ‘Hükümdarlık alametleri’ denilen işaret ve semboller vardı.
Kaynaklar, yeri geldikçe bu sembollerden söz ederler. Buna göre kuruluş döneminde Osmanlı padişahlarının hâkimiyet sembolü olan hükümdarlık alametleri şunlardır;
Payitaht, saray, çadır (otağ), taht, taç, hutbe, sıkke, unvan ve lakaplar, nevbet, kılıç, bayrak, tiraz, tuğ. Padişahların kullandıkları unvanlar, bunların kullanıldığı yerler Osmanlı hâkimiyet anlayışı açısından önemlidir. Bunları, ser’i ve örfî unvanlar olarak iki kısımda değerlendirmekte ve resmî belgelerde bunların itina ile kullanıldığına işaret etmektedir.

Bunlar:
—Bey, —Han, —Hakan, —Hüdavendigar, —Gazi, —Kayzer, —Sultan, —Emir,
—Halife ve —Padişah gibi unvanlardır. Bundan başka Yavuz Sultan Selim,
Mercidabik zaferinden hemen sonra Haleb'de:
‘Hadimu'l-Haremeyn es-Serifeyn’
Unvanını kullandı. Bu unvan daha sonraki padişahlarca da kullanıldı.”

Okuduklarından çok yorulmuştu. Fatihcanhan kitabı yatağın üstüne koydu.




Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder