27 Ağustos 2017 Pazar


Fatih Sultan Mehmet

TOPKAPI ŞİFRESİ

nazanss.blogspot.com




Topkapı Şifresi kitabımdan bazı bilgileri paylaşmak istedim sizlere.
Okuyanlar hatırlayacaklardır.
Okumayanlarda inşallah merak edip en yakın kitapçıya gideceklerdir.

Yerine oturduğunda sanki çok iş yapmışta yorulmuş gibiydi. Derin birkaç kez nefes aldıktan sonra torununa baktı.
“Fatih Sultan Mehmet’i anlatmaya kalkarsam sabahlarız yavrum.”
“Ben razıyım. Çağ değiştirmiş bir sultan o…”
“Öyle yavrum tamam… Benim için ne fark eder. Zaten o kadar az uyuyorum ki. Anlatırım oğlum. Memnuniyetle.”
Kapının vurulması sözlerini kesti.
Sultan anne kendinden emin bir tavırla;
“Girin.”
Kapı açıldı. Rüzgârhan kapı aralığında duruyordu. Fatihcanhan’a güldü. Babaannesinin gülümsemesi bir davet niteliğindeydi.
“Rahatsız etmiyorsam girebilir miyim?”
Büyük hanım gülümsedi.
“Gel. Ben de bir eksik var dinleyiciler arasında. Bir meraklımız daha vardı oysa diye düşünüyordum.”
Rüzgârhan canı sıkılmış gibi.
“Osmanlı’dan söz ediyordunuz öyle ise…”

Fatihcanhan gülümsedi.
“Sultan annemin anlattıklarını ben sana anlatırım. Dinlemek istiyorsan sessizce oturacaksın.”
“Dinlerim tabi. İzniniz var mı Sultan annem!”
“Otur çocuğum. Gel Şehzadem gel.”
Rüzgârhan gençliğinin verdiği rahatlığı ile içeri girdi. Sultan annesinin elini öptü. Ağabeyine gülümsedi. Sultan annesine belli etmeden bir de göz kırptı. Bir süre muzipçe baktıktan sonra;
“Sultan annem ben nasıl şehzade oluyorum. Ağabeyim Şehzade, Şehsuvar abim şehzade…”
Sözünü tamamlayamadı. Sultan anne yavaş, anlaşılır bir kararlılıkla konuşmaya başladı.
“Osmanlı Padişah sülalesinin erkek evlatlarına Şehzade denilir.
Bunu birçok kere sizlere anlatmıştım. Tekrarlamakta fayda var demek ki. Şehzade’nin aslı; ‘Şah oğlu, Padişah oğlu’ anlamına gelir.”
Rüzgârhan utanmıştı.
“Sultan annem biliyorum da bir daha dinlemek istedim.”
Sultan anne onun yine sözünü tamamlamasını beklemedi. Önceleri Çelebi deniliyormuş. Bunu da biliyor musunuz?”
Rüzgârhan şaşırmıştı.
“Çelebimi o ne demek!”
“Ah size bu Türkçeyi tam konuşup, tam anlayacaksınız demiyor muyum?”
Torunlarının gözlerinin içine baktı. Başını önüne eğdi. Sonra tekrar konuşmaya başladı.
“Rüzgârhan Fransızca diline hâkim olduğundan da daha çok bizim dilimize hâkim olmalısınız.”
Rüzgârhan şaşırmıştı.
“Ben iyi Türkçe konuşurum.”
“İyi Türkçe saygın Türkçedir. Ağdalı konuşmak bizlerin konumundakilere yakışmaz.”
Rüzgârhan abisine baktı şaşırdığını belli eden bir göz hareketi yaptı.
Hiçbir şey anlamadığını ifade etmek istemişti.
Sultan anne bunu görmüştü. Bir süre sustu sonra devam etti.
“Padişah kızlarına isminden sonra sultan denilmiş.”
Rüzgârhan babaannesini memnun etmeyi biliyordu.
“Sultan annem ama Şehzadeler önemi sultanlardan daha ziyade değil mi?”
“Tabi şehzadeler önemli…”
Yaşlı kadın coşmuştu sanki.
“Şehzade önemlidir. Şehzade doğduğunda sarayda özel merasimler yapılırmış.”
Fatihcanhan sesini oldukça azaltarak;
“Sultan doğduğunda?”
Büyük hanım bu soruyu kısaca geçiştirdi.
“Onda da yapılırmış. Şehzade’nin doğduğu toplarla halka haber verilirmiş. Memleketin her tarafına fermanlar gönderilirmiş oralarda da apar topar atılırmış. Şehzade beş, altı yaşına geldiğinde eğitim hayatı da başlamış olurmuş.”
“Çocukluk biter yani.”
“Öyle.”

Rüzgârhan abisine baktı.
“Bizde öyle altı yaşında okul hayatı başlamıyor mu?”
Büyük hanım kararlı.
“Sizde şehzadesiniz bunu unutmayın.”
“Sultan babaannem şehzade olmayanlarda bu yaşta okula gidiyorlar.”
Sultan kaşlarını çattı. Bir süre sustu sonra devam etti.
“Şehzade merasimle okumaya başlarmış. Şehzade sünnetlerine gelince… Büyük şenliklerle olurmuş haliyle. Fakir fukaraların günlerce karınları doyurulurmuş. Sünnet olan çocuklar 13 – 14 yaşlarına gelince ayrı bir daire verilirmiş.”
Rüzgârhan şaşırmıştı.
“Ayrı bir daire mi?”
“Evet.”
“Ne güzelmiş.”
“Annesi ve kız kardeşleri haricinde başka kadınla görüşmesine izin verilmezmiş.”
Rüzgârhan çok şaşırmıştı.
“O niye…”
Sultan babaanne cevap vermeden Rüzgârhan’ın sorusuna devam etti.  “Şehzadeler eğitimlerinin yanı sıra at binmeyi, iyi ok atmayı, avlanmayı bu işin erbaplarından öğrenirlermiş. Ayrıca Gürz ve silah kullanmayı öğrenmek için mütemadiyen çalışırlarmış. Bunları babalarının sağlığında yaparlarmış. Babalarını kaybettikten sonra ise kendilerine tahsis edilen yerde oturmaya başlarlarmış ve ilimle meşgul olurlarmış. Sırası gelende saltanata geçermiş haliyle…”
Bir şeyi unuttuğunu belirten bir hareket yaptıktan sonra;
“Bu arada bir şey daha söylemeliyim. Sanıyorum ki onu söylemedim. Bu şehzadeler delikanlılık çağına geldiklerinde yanlarına devlet idaresini öğretecek eyalet valiliği yapmış lala tayin edilmek suretiyle sancaklara gönderilirlermiş.”
Fatihcanhan bir şeyi merak etmişti.
“Sultan babaanne bir konu dikkatimi çekti. Şehzadelere harçlık verilmiyordu herhalde o zamanlarda maaş mı bağlanmıştı. Ya da hiç mi para verilmezdi?”
“Şehzadelerin hasları vardı?”
“Haslarımı? Has para galiba!”
“Evet yavrum. İkinci Beyazıt’ın şehzadelerinin her birinin senelik 1.200.000 akçelik hasları varmış.”
Rüzgârhan’ın çok ilgilendiği bir konuydu bu.
“Sultan babaannem sanıyorum ki Şehzadelerinde yanında çalışanları vardı. Bunların giderleri şehzadelere mi aitti.”
“Evet çocuğum. Maiyetlerinde yani Divan-ı Hümayunda vazifeliler vardı tabii… Bunlar kim derseniz. Hatırladığım kadarı ile bir kere divan heyeti vardır, lalaları var haliyle, sonra şairleri, kapı halkı, sulak, peyk…”
Rüzgârhan koltuğun ön tarafına doğru geldi.
“Bir dakika. Lütfen bir dakika o saydıklarınızın hiç birinin ne iş yaptıklarını bilmiyorum!”
“Yavrum biz bunları hiç bu kadar enine boyuna konuşmadık mı?”
“Konuşmadık herhalde sultanım. Hatırlardım konuşsaydık.”
“Gece uzun dedik. Öyle ise ben biraz daha derinlere dalayım. Şimdi anlatacağım yavrularım.”
Sözü yarım kalmıştı. Kapı vurulduğundan… Sultan anne yine her zamanki vakur hali ile seslendi.
“Buyurun.”
Kapının yanında her zaman güzel olan iki şehzadenin anneleri Mihriban Sultan duruyordu. Her hali ile tam bir asilzadeydi. Oldukça görgülü olan Mihriban sultan kayınvalidesine karşı her zaman çok nazik ve saygılıydı. Çocuklar annelerinin sesini babaannelerinin yanında yükseldiğini dahi şimdiye kadar duymamışlardı. Saray terbiyesi içinde yetiştirilmiş bir sultandı o. Sultan anneye gülümsedi. Başı ile selam verdikten sonra;
“İzin var mı?”
“Buyurun gelin hanım.”
“Çocuklar uzun kalınca merak ettim. Görüyorum ki iyi bir muhabbetin içine gelmişim. Benim kalmam mümkün mü yoksa özel bir sohbet mi?”
Sultan hanım her zamanki asaleti ile konuştu.
“Biz atalarımızı, Osmanlıyı anıyoruz. İlginizi çekerse buyurun.”
“Memnuniyetle…”
Mihriban sultan yanlarına yaklaşınca iki genç ayağa kalktılar. Rüzgârhan annesine yerini verdi. Yan taraftaki koltuğa oturdu.
Sultan anne anlatmasına kaldığı yerden devam etmeye başladı.
“Osmanlıda şu anda Ankara hükümetinin bakanlar kurulu gibi olan Divan-ı Hümayun vardı… Memleketin önemli işlerini gördükleri gibi, müracaat dilekçelerini de kabul ederlerdi. Bu da bir çeşit yüksek mahkeme sayılırdı. Bunlar Topkapı sarayında Kubbealtı dairesinde toplanırlardı.”
Sultan hanım burada sustu. Fatihcanhan’a baktı.
“Sana sonra Topkapı sarayı ile ilgili bazı şeyleri anlatacağım bana hatırlat olur mu şehzadem.”
Şehzadem demesi onun mutlu olduğunu gösteriyordu. Devam etti.
“Tabi şunu belirtmekte yarar var. Devletin ilk zamanlarında devlet işleri ya doğrudan doğruya, padişahlar tarafından ya da sadrazamlar tarafından görülürmüş. Bu kural İstanbul’un alınmasından sonra değişmiş. Devlet işleri çoğalınca bu divan kurulmuş anlayacağınız.”

Fatihcanhan meraklıydı.
“Divan-ı Hümayin’de görevlilerin işleri ya da mevkileri neydi?”
“Tabi en üstte Sadrazam oluyordu. Sonra Kazaskerler, Defterdarlar, Nişancılar…”
Rüzgârhan meraklanmıştı.
“Sultan babaanne biz bunların hiç birinin ne iş yaptığını bilmiyoruz ki.”
Sultan hanım gelinine baktı.
“Gelin hanım bu gençler atalarını tanımıyorlar, ne yaptıklarını bilmiyorlar.”
Mihriban sultan utanmıştı. Başını önüne eğdi.
“Öyle sultan anne ama birçoğunu bunların bende bilmiyorum.”
“Desene suç sadece sende değil bizde de varmış.”
“Sadrazam, yani Vezir-i Azam… Şimdinin başbakanı. Padişahın vekili oluyor muş onun altın mührünü taşıyormuş.”
Sultan annenin anlattıklarını dinlerken Mihriban Sultan’ın gözlerinin önüne eşi ile son olarak buraya geldikleri gün geldi.
Son zamanlarında bile ne kadar yakışıklı adamdı. Kırlaşmış saçları keçisakalı manalı bakışları ile her zaman Mihriban sultanı etkilemeyi bilmişti. Üstelik eşini çok severdi. Eşine Sultanım derdi ama bu alışıla gelen Osmanlı soyunun hanımlarının bir takısından olduğundan değil de! Ona sultan sıfatını çok yakıştırdığından oluyordu.
“Sen benim sultanımsın.”
Dediği her defasında sesinin titremesine kıyamazdı Mihriban. Eşinin sesi titrerdi adeta eşine bir şey söylerken. Kendi bile endişe ederdi.
‘Bir gün bana bir şey olsa!” Olmuştu da!
Onu o kadar çok sevmiş, o kadar çok özlemişti ki…
İçinin ne kadar acıdığını, sızladığını hatırladı…
Aynı şimdi sızladığı gibi…
Yine kendi ile olduğu zamanlarındaki gibi, daldı…

Topkapı Şifresi kitabımdan…


Nazan Şara Şatana
nazanss.blogspot.com



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder