16 Ekim 2017 Pazartesi





Manş Denizini Nasıl Geçmiştik


nazanss.blogspot.com




Arabayla yaptığımız Avrupa turlarımız var ki.
Dizi filmler gibi.
Yıllarca her seferinde o kadar çok maceralar yaşadık ki anlatılamaz.
Bunlardan ders mi alınmalı, bunları hayranlıkla dinledikten sonra hayallere mi dalmalı, hay Allah buda mı olmuş diye düşüncelerle mi uykuya dalmalı.
Bu sizin kararınız.
Ben en iyisi anlatmaya başlayım.

Geçmişlerden bir tarihte, Avrupa’yı karış – karış misali arabamızla geziyoruz.
Kar, kış, tipi hiç aldırdığımız yok.
Biz turistiz ve gezeceğiz.
Fransa maceralarımızı anlatmak için başka bir günü seçmem lazım çünkü bu gün gündemde olan İngiltere. Biz Fransa’dan İngiltere’ye feribotla geçeceğiz.

Planlarımızı buna göre yaptık.
Ama ben her zaman söylediğim gibi bazı taşıtlara karşı sonsuz sevgim olduğundan özelliklede gece bu araçlarla seyahat etmem gerekiyorsa çok mutlu olmuyorum.
Onun için gündüz benim için daha güzel.
Bunu hesaba katarak, planlarımızı o doğrultuda yaparak, Fransa’da kaldığımız şehrin, kaldığımız otelinden sabahın kör karanlığında yollara düştük sebebi gündüz gözüyle Manş Denizini geçmek. Güzel…

Calais’e öğlene doğru geldik.
Hemen bilet almak için gişenin önüne gittik.
İki gemi olduğunu öğrendik, saat üçte ve saat yedide.
Biz tabiki üçte olanından biletimizi aldık.
Şimdi sıra gidip bir yerde karnımızı doyurmaya geldi. Manş’a da arada bir gözüm takılmıyor değil.
Bu arada devasa bir feribotu da gördüm gidiyordu biz giderken.
Tamam, biz yemeğimizi yedik, oralarda biraz dolaştık. Pek keyfimiz yerinde.
Akşam Londra’dayız.
Üstelik İngiliz dostlarımız var onlara sürpriz yapacağız.

Sonunda kocaman feribot geldi.
Bizlerde arabamızla bineceğiz gemiye.
Araba vapuru demek daha doğru herhalde...
Ama gemiye geçmeden önce Fransa gümrüğünden geçeceğiz.
Gittik.
O ne?
Adamlar ya bizi beğenmediler, ya da Türk olduğumuza kızdılar.
Bilmiyoruz.
Çantalarımız, bavullarımız didik – didik arandı.
Ayrı odalarda ahret sorularına maruz kaldık.

Nüfuslarımız internet aracılığı ile dünyaya soruldu.
Sonra sıra çantalarımıza geldi.
Ben dünyayı gezdim böyle bir çanta aranma şekli görmedim. Paris’ten aldığım canım ruj bile açıldı.
Hatta dağıtıldı.
Aynalı pudraların zaten hali perişandı.
Ben maskaranın içinde ne aradıklarını yıllardır anlamadım.
Bizimle o kadar çok ilgilendiler ki sağ olsunlar, camdan görüyorum bizi götürecek gemi yavaşça İngiltere’ye doğru yol almaya başladı.
Biz hala şuna da bakalım, buna da bakalım derdi içindeki polislerle haşır neşiriz.
Ama ikimizin de polislere karşı art niyetimiz olmaya başladı da Fransa’da hapis hayatını göze alamıyoruz.

Adamlar resmen bizi dövün diyecek tiplerdenler.
Tabi bu bir düşünceydi geldi geçti.
Geminin de gelip geçtiği gibi.
Bitti.
Sonunda kontrolleri bitti.
Ne göçecektiysek İngiltere’ye bilemedik ama arama tarama bitti.
Biz kaldık mı orada.
Ve kaldık mı saat yedideki gemiye!
Ama Allah var adamlar kibar adamlar.
Bize yeniden bilet aldırmadılar sadece biletlerimizin saatlerinin değiştirilmesine yardımcı oldular.
Saat üçten yediye kadar o muhteşem sinirli ve kızgın zamanlar bir türlü geçmedi.
Geçmiyor.
Sonunda geçti ki gökdelen gibi gemi yanaştı.
Allah. Bu ne ya…
Diyerek arabamızla gemiye geçtik.
Büyük otobüsler, büyük araçlar, küçük araçlar sayamayacağımız kadar çok araçta gemideydi.

Gemi yedi kat misafirler için hizmette olan bir ulaşım aracıydı.
Muhteşemdi.
İçinde restoranlar, barlar, sinema, alışveriş merkezleri, televizyon odaları, eğlenceler…
Akıllarımız hayranlığın sınırlarında garip, şaşkın durmakta.
Gözlerimiz akla inat etrafı taramakta.
Hemen en üst katta denize nazır tabi kış günü olduğu için ve eksi bilmem kaçlarda olduğumuzdan camlarla çevrili Restaurantta yurt dışında devamlı yediğim tavuk patates eşliğinde içeceğimle ilk sinir sistemi rahatlamasını karşılıklı yaşadıktan sonra tekrar gemi kontrolüne çıktık.
Ben arada bir dışarı da gözüm.
Manş bu şakaya gelmez.
Bu koca geminin batacağı yok ya.

İyide niye batmasın canım. Kocaman Titanik batmamış mı? Gibi apık sapık düşünceleri aklıma elimle işaret ederek haydi be… Gibi hareketlerle bu lüzumsuz endişeleri uzaklaştırdıktan sonra alışveriş merkezine gittik.
Neler yok ki.
Orada garip şeyler öğrendik.
Fransa’da çalışan İngilizlerle sohbet ettik.
Alışveriş yapıyorlardı evleri için.
Bir saatten biraz fazla sürüyordu ne var ki. Doğru Fransız mutfağının muhteşemliğini de düşününce adamlar haklı diyorsunuz.
Hele uzun ekmekleri yok mu bayılıyorum ben onlara…

Sonra İngiltere’nin ışıkları görününce hemen arabalarımıza geçtik.
Şimdi içimiz nasıl sıkıntıda anlatılamaz Dover’e geldik. Işıklarını görüyoruz.
Gümrüğe yaklaşıyoruz.
Şimdi bunlar kesin bizi gece yarısından sonraya bırakırlar derken, bize hoş geldiniz dediler ve pasaportlarımıza kaşeleri bastıktan, ne için geldiğimizi bizim de turizmci olduğumuzu öğrendikten sonra Türkiye’ye gelmek istediklerini de söyleyip bizi uğurladılar.
Yuppii.
Geçtik.
Biz şaşkınlıkla yola çıktık.
O ne trafik ters.
Öyle ya burada trafik soldan. Ama bu sorun olmamıştı. Bizim artık Londra’ya gitmemiz ve orada bir otel bulup kalmamamız gerekiyordu.

Bir saat çok mu uzun zaman diliminde kalmıştı, yâda biz yerken, içerken ve etrafı gezerken çabuk mu geçmişti pek anlayamamıştım.
Su korkum ağırlıkta olduğundan geçinin o saatinde maalesef Fransız Polisinin azizliğine uğrayıp karanlık denizi izlememeye çalışarak Manş’ı geçmiştik.



Nazan Şara Şatana

nazanss.blogspot.com



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder