Manş Denizini Nasıl Geçmiştik
nazanss.blogspot.com
Arabayla
yaptığımız Avrupa turlarımız var ki.
Dizi
filmler gibi.
Yıllarca
her seferinde o kadar çok maceralar yaşadık ki anlatılamaz.
Bunlardan
ders mi alınmalı, bunları hayranlıkla dinledikten sonra hayallere mi dalmalı,
hay Allah buda mı olmuş diye düşüncelerle mi uykuya dalmalı.
Bu
sizin kararınız.
Ben
en iyisi anlatmaya başlayım.
Geçmişlerden
bir tarihte, Avrupa’yı karış – karış misali arabamızla geziyoruz.
Kar,
kış, tipi hiç aldırdığımız yok.
Biz
turistiz ve gezeceğiz.
Fransa
maceralarımızı anlatmak için başka bir günü seçmem lazım çünkü bu gün gündemde
olan İngiltere. Biz Fransa’dan İngiltere’ye feribotla geçeceğiz.
Planlarımızı
buna göre yaptık.
Ama
ben her zaman söylediğim gibi bazı taşıtlara karşı sonsuz sevgim olduğundan
özelliklede gece bu araçlarla seyahat etmem gerekiyorsa çok mutlu olmuyorum.
Onun
için gündüz benim için daha güzel.
Bunu
hesaba katarak, planlarımızı o doğrultuda yaparak, Fransa’da kaldığımız şehrin,
kaldığımız otelinden sabahın kör karanlığında yollara düştük sebebi gündüz
gözüyle Manş Denizini geçmek. Güzel…
Calais’e
öğlene doğru geldik.
Hemen
bilet almak için gişenin önüne gittik.
İki
gemi olduğunu öğrendik, saat üçte ve saat yedide.
Biz
tabiki üçte olanından biletimizi aldık.
Şimdi
sıra gidip bir yerde karnımızı doyurmaya geldi. Manş’a da arada bir gözüm
takılmıyor değil.
Bu
arada devasa bir feribotu da gördüm gidiyordu biz giderken.
Tamam,
biz yemeğimizi yedik, oralarda biraz dolaştık. Pek keyfimiz yerinde.
Akşam
Londra’dayız.
Üstelik
İngiliz dostlarımız var onlara sürpriz yapacağız.
Sonunda
kocaman feribot geldi.
Bizlerde
arabamızla bineceğiz gemiye.
Araba
vapuru demek daha doğru herhalde...
Ama
gemiye geçmeden önce Fransa gümrüğünden geçeceğiz.
Gittik.
O
ne?
Adamlar
ya bizi beğenmediler, ya da Türk olduğumuza kızdılar.
Bilmiyoruz.
Çantalarımız,
bavullarımız didik – didik arandı.
Ayrı
odalarda ahret sorularına maruz kaldık.
Nüfuslarımız
internet aracılığı ile dünyaya soruldu.
Sonra
sıra çantalarımıza geldi.
Ben
dünyayı gezdim böyle bir çanta aranma şekli görmedim. Paris’ten aldığım canım
ruj bile açıldı.
Hatta
dağıtıldı.
Aynalı
pudraların zaten hali perişandı.
Ben
maskaranın içinde ne aradıklarını yıllardır anlamadım.
Bizimle
o kadar çok ilgilendiler ki sağ olsunlar, camdan görüyorum bizi götürecek gemi
yavaşça İngiltere’ye doğru yol almaya başladı.
Biz
hala şuna da bakalım, buna da bakalım derdi içindeki polislerle haşır neşiriz.
Ama
ikimizin de polislere karşı art niyetimiz olmaya başladı da Fransa’da hapis
hayatını göze alamıyoruz.
Adamlar
resmen bizi dövün diyecek tiplerdenler.
Tabi
bu bir düşünceydi geldi geçti.
Geminin
de gelip geçtiği gibi.
Bitti.
Sonunda
kontrolleri bitti.
Ne
göçecektiysek İngiltere’ye bilemedik ama arama tarama bitti.
Biz
kaldık mı orada.
Ve
kaldık mı saat yedideki gemiye!
Ama
Allah var adamlar kibar adamlar.
Bize
yeniden bilet aldırmadılar sadece biletlerimizin saatlerinin değiştirilmesine
yardımcı oldular.
Saat
üçten yediye kadar o muhteşem sinirli ve kızgın zamanlar bir türlü geçmedi.
Geçmiyor.
Sonunda
geçti ki gökdelen gibi gemi yanaştı.
Allah.
Bu ne ya…
Diyerek
arabamızla gemiye geçtik.
Büyük
otobüsler, büyük araçlar, küçük araçlar sayamayacağımız kadar çok araçta
gemideydi.
Gemi
yedi kat misafirler için hizmette olan bir ulaşım aracıydı.
Muhteşemdi.
İçinde
restoranlar, barlar, sinema, alışveriş merkezleri, televizyon odaları,
eğlenceler…
Akıllarımız
hayranlığın sınırlarında garip, şaşkın durmakta.
Gözlerimiz
akla inat etrafı taramakta.
Hemen
en üst katta denize nazır tabi kış günü olduğu için ve eksi bilmem kaçlarda
olduğumuzdan camlarla çevrili Restaurantta yurt dışında devamlı yediğim tavuk
patates eşliğinde içeceğimle ilk sinir sistemi rahatlamasını karşılıklı
yaşadıktan sonra tekrar gemi kontrolüne çıktık.
Ben
arada bir dışarı da gözüm.
Manş
bu şakaya gelmez.
Bu
koca geminin batacağı yok ya.
İyide
niye batmasın canım. Kocaman Titanik batmamış mı? Gibi apık sapık düşünceleri
aklıma elimle işaret ederek haydi be… Gibi hareketlerle bu lüzumsuz endişeleri
uzaklaştırdıktan sonra alışveriş merkezine gittik.
Neler
yok ki.
Orada
garip şeyler öğrendik.
Fransa’da
çalışan İngilizlerle sohbet ettik.
Alışveriş
yapıyorlardı evleri için.
Bir
saatten biraz fazla sürüyordu ne var ki. Doğru Fransız mutfağının
muhteşemliğini de düşününce adamlar haklı diyorsunuz.
Hele
uzun ekmekleri yok mu bayılıyorum ben onlara…
Sonra
İngiltere’nin ışıkları görününce hemen arabalarımıza geçtik.
Şimdi
içimiz nasıl sıkıntıda anlatılamaz Dover’e geldik. Işıklarını görüyoruz.
Gümrüğe
yaklaşıyoruz.
Şimdi
bunlar kesin bizi gece yarısından sonraya bırakırlar derken, bize hoş geldiniz
dediler ve pasaportlarımıza kaşeleri bastıktan, ne için geldiğimizi bizim de
turizmci olduğumuzu öğrendikten sonra Türkiye’ye gelmek istediklerini de
söyleyip bizi uğurladılar.
Yuppii.
Geçtik.
Biz
şaşkınlıkla yola çıktık.
O
ne trafik ters.
Öyle
ya burada trafik soldan. Ama bu sorun olmamıştı. Bizim artık Londra’ya gitmemiz
ve orada bir otel bulup kalmamamız gerekiyordu.
Bir
saat çok mu uzun zaman diliminde kalmıştı, yâda biz yerken, içerken ve etrafı
gezerken çabuk mu geçmişti pek anlayamamıştım.
Su
korkum ağırlıkta olduğundan geçinin o saatinde maalesef Fransız Polisinin
azizliğine uğrayıp karanlık denizi izlememeye çalışarak Manş’ı geçmiştik.
Nazan Şara
Şatana
nazanss.blogspot.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder