Nazan Şara
Şatana’nın
Topkapı
Şifresi
Kitabından:
Rüzgarhan:
Rüzgarhan
sabah vizitesini yapmak için gelen doktor ve hemşirelerin çıkmasını bekledikten
ve kahvaltısını getiren görevliye gülümseyerek yardım ettikten sonra ağabeyi
kahvaltı ederken dergileri karıştırmaya başladı. Bir yeri okuduktan sonra;
“Burada
güzel bir şey gördüm. Sen kahvaltı yapana kadar okuyayım sana ister misin?”
“Oku.
Tamam.”
“İstanbul’un
fethinden sonra Fatih bütün mahkûmları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkûmların
içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı
çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence
karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir
daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Fatih’e bildirildi. O, asker
göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak
istemediklerini Fatih’e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza;
‘Sizlere şöyle
bir teklifim var. Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz,
Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de
sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve
sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı
olduğunu ispat ediniz.”
Fatih'in bu
teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere
ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa
idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar;
—Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın
almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş.
—Müslüman’ın
ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış.
—Müslüman
sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden
Atını alıp kadının yolunu tutmuş.
—Fakat olacak
ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir
Müddet bekledikten sonra adam kadının
gelmeyeceğine hükmederek atını alıp
Ahırına götürmüş.
—Atını alıp
götürmüş ama at da o gece ölmüş. Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan
Müslüman’ı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
—Siz ilk
geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim,
—Sağlam diye
satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım.
—Fakat ben
zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde
Gelişmesine mademki ben sebep oldum,
—Atın
ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım,
—Deyip atın
parasını Müslüman’a vermiş. Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu
görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden
mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler. Mahkemeden çıkan papazların yolu
İznik’e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar. Bir
Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı
sürmeye başlar.
—Kara sabanla
tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp
altın takılmaz mı?
—Hiç heyecan
bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür
Müslüman’a götürüp teslim etmek ister.
—Eğer sen
tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana
satmazdın.
—Al şu altınlarını”
der.
Tarlanın ilk
sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler;
—Kardeşim
yanlış düşünüyorsun.
—Ben sana
tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım.
—İçini de
dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden,
—içinden çıkan
altınları almaya hiçbir hakkım yoktur.
—Bu altınlar
senindir dilediğini yap”, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele
kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının
huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını
sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla
kızı nikâhlayarak altını çeyiz olarak verir. Papazlar daha fazla gezmelerinin
lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul’a Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları
hadiseleri aynen nakledip şöyle derler.
“Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve
birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri
başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana
dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına
inanmış bulunuyoruz, derler.”
Rüzgarhan
okuduklarına inanamamıştı.
“Şaka
gibi. Hiç olabilir mi böyle bir şey!”
“Olur,
neden olmasın! Sen senin olmayan hiçbir şeyi birinden aldın mı?”
“Tabi
almadım.”
“Hırsızlık
yaptın mı?”
“Neden
yapayım?”
“Yalan
söyledin mi?”
“Sanmıyorum.
Belki bir iki pembe yalan ama o da zarar verecek boyutta değil tabi.”
“Tamam.
Birilerine kasten isteyerek eziyet ettin mi?”
“Hayır,
ne münasebet niye edeyim.”
“Annene
yani ailene büyüğüne karşı geldin mi?”
“Gelmedim.”
“İşte
senin şaka sende gerçek! O zamanki yaşam koşullarında anlatılan bir hikâye. Sen
şimdilerde yaşayan ve erdemleri olan birisin. Değişen bir şey yok. İnsan
erdemli, namuslu olmalı. Kendinin olmayanına istememeli. Hat etmediğini
almamalı. Tabii ki hakkını yedirmemeli ama bunu bile yaparken zorlayarak değil
anlatarak izah ederek, ikna ederek yapmalı.”
“İyide
Şehsuvarhan ağabey gibiler?”
“Konfüçyüs’ün
bir sözü vardır. Derki; ‘Aradığını bilmeyen bulduğun da anlamaz’ O ne aradığını
bilmiyor. Bulsa da bilmeyecek nasıl olsa. O öyle kendi ile kavga halinde
yaşayacak! Ne kadar yazık…”
Bir
süre geçmişti ki; Telefon sesi ikisinin de aklılarının başlarına gelmesini
sağlamıştı.
Nazan Şara
Şatana
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder