8 Ağustos 2017 Salı

Nazan Şara Şatana’nın
Topkapı Şifresi
Kitabından:


Rüzgarhan:
Rüzgarhan sabah vizitesini yapmak için gelen doktor ve hemşirelerin çıkmasını bekledikten ve kahvaltısını getiren görevliye gülümseyerek yardım ettikten sonra ağabeyi kahvaltı ederken dergileri karıştırmaya başladı. Bir yeri okuduktan sonra;
“Burada güzel bir şey gördüm. Sen kahvaltı yapana kadar okuyayım sana ister misin?”
“Oku. Tamam.”

“İstanbul’un fethinden sonra Fatih bütün mahkûmları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkûmların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Fatih’e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih’e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza;
‘Sizlere şöyle bir teklifim var. Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu ispat ediniz.”
Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar;
 —Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş.
—Müslüman’ın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış.
—Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden
    Atını alıp kadının yolunu tutmuş.
—Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir
    Müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp
    Ahırına götürmüş.
—Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş. Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman’ı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
—Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim,
—Sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım.
—Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde
    Gelişmesine mademki ben sebep oldum,
—Atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım,
—Deyip atın parasını Müslüman’a vermiş. Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler. Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik’e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar. Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar.
—Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı?
—Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman’a götürüp teslim etmek ister.
—Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın.
—Al şu altınlarını” der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler;
—Kardeşim yanlış düşünüyorsun.
—Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım.
—İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden,
—içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur.
—Bu altınlar senindir dilediğini yap”, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikâhlayarak altını çeyiz olarak verir. Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul’a Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları hadiseleri aynen nakledip şöyle derler.
 “Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.”

Rüzgarhan okuduklarına inanamamıştı.
“Şaka gibi. Hiç olabilir mi böyle bir şey!”
“Olur, neden olmasın! Sen senin olmayan hiçbir şeyi birinden aldın mı?”
“Tabi almadım.”
“Hırsızlık yaptın mı?”
“Neden yapayım?”
“Yalan söyledin mi?”
“Sanmıyorum. Belki bir iki pembe yalan ama o da zarar verecek boyutta değil tabi.”
“Tamam. Birilerine kasten isteyerek eziyet ettin mi?”
“Hayır, ne münasebet niye edeyim.”
“Annene yani ailene büyüğüne karşı geldin mi?”
“Gelmedim.”
“İşte senin şaka sende gerçek! O zamanki yaşam koşullarında anlatılan bir hikâye. Sen şimdilerde yaşayan ve erdemleri olan birisin. Değişen bir şey yok. İnsan erdemli, namuslu olmalı. Kendinin olmayanına istememeli. Hat etmediğini almamalı. Tabii ki hakkını yedirmemeli ama bunu bile yaparken zorlayarak değil anlatarak izah ederek, ikna ederek yapmalı.”
“İyide Şehsuvarhan ağabey gibiler?”
“Konfüçyüs’ün bir sözü vardır. Derki; ‘Aradığını bilmeyen bulduğun da anlamaz’ O ne aradığını bilmiyor. Bulsa da bilmeyecek nasıl olsa. O öyle kendi ile kavga halinde yaşayacak! Ne kadar yazık…”
Bir süre geçmişti ki; Telefon sesi ikisinin de aklılarının başlarına gelmesini sağlamıştı.


Nazan Şara Şatana

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder